Gündem

Prof. Kaboğlu: Geçiş dönemi diye bir şey yok, Erdoğan'ınki anayasal darbe

'Siz Cumhurbaşkanı olarak sürekli anayasayı ihlal ederseniz, vatana ihanet etmiş oluyorsunuz'

18 Mayıs 2015 13:16

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, Türkiye’de parlamenter sistemin tıkandığını iddia ederek başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini savunuyor. Başkanlık sistemi AKP’nin de en önemli seçim vaatleri arasında yer alıyor. Anayasa hukuku alanında Türkiye’nin uzman isimlerden Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsü Anabilim Dalı Başkanı Prof. İbrahim Kaboğlu, anayasa değişikliğini ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın meydanlarda seçim kampanyası yürütmesine ilişkin değerlendirmede bulundu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin fiilen darbe yaptığını savunan Kaboğlu, “Karşılaştırmalı anayasa hukukundan benim aldığım kavram, anayasal darbedir. Anayasa, Kenan Evren’in yaptığı gibi darbeyle kaldırılır ya da şimdi yapıldığı gibi fiilen. Cumhurbaşkanı ‘Ben Anayasa hükmünü tanımıyorum, parlamenter rejim bekleme odasına alındı, cumhurbaşkanlığı çökertildi’ dedi” diye konuştu.

Kaboğlu, Erdoğan’ın, “Beni yargılayamazsınız, ben ancak vatana ihanet suçundan yargılanabilirim” sözlerine ilişkin Çağdaş devlet, belirttiğim gibi hukuk kuralları bütünü olarak tanımlanır. Siz Cumhurbaşkanı olarak sürekli ihlal ederseniz, evet aslında vatana ihanet etmiş oluyorsunuz, görevinizi yapmamış oluyorsunuz, Anayasanın size vermediği bir alana giriyorsunuz ve sürekli Anayasayı ihlal ediyorsunuz” dedi.

Prof. Kaboğlu’nun Evrensel gazetesinde Serpil İlgün’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle:

Öncelikle, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın neredeyse her gün meydanlara çıkması ve 400 vekil istemesi, anayasal açıdan ne anlama geliyor?

Konunun birkaç boyutu var. Birincisi Anayasal boyut... Tabii, Anayasal boyut, kuru anayasa maddeleri değil. Anayasal boyut bize konunun siyasal boyutunu demokrasi açısından gösteriyor. Seçmenler ve seçilenler açısından siyasal haklar boyutunu gösteriyor. Cumhurbaşkanı’nın bu şekilde anayasa dışı, etik dışı, siyasal oyun kuralları ve demokratik sürecin dışında böyle bir müdahalede bulunması, esasen seçim sonuçlarını değiştirecek etkiye de sahip olabilir. Çünkü anayasa ve hukuk kurallarının üstünlüğü ihlal ediliyor. Oysa cumhurbaşkanlığı, anayasanın üstünlüğünü korumakla yükümlü bir makam. Bunlar ihlal edildiği gibi anayasanın da öngördüğü ve öngörmediği, örneğin Türkiye’nin demokratikleşme hedefi de ihlal ediliyor.

Yani sadece bugünü değil, geleceği de etkiliyor?

Elbette. Bu tarz, bu anayasa dışılık, Türkiye’nin geleceğini etkileyecek. Çünkü bunlar basit anayasa ihlalleri değil. Çok yönlü. Örneğin Cumhurbaşkanı ne zaman konuşmaya başlasa, medyada yayınlar kesiliyor ve Cumhurbaşkanı’nın konuşması veriliyor. Bunu TRT, yandaş medya zaten yapıyor ama diken üstünde duran kanallar da yapmak zorunda kalıyorlar. “Bu rejim çöktü” diyor Cumhurbaşkanı. Kendi tabanı dışındaki geniş kitleler açısından da düşünürsek, bir Cumhurbaşkanı sürekli propaganda yapıyor. Bu çok vahim bir tablo... Dikkat edin, Cumhurbaşkanı diyelim TOBB’da konuşuyor, muhtarları topluyor konuşuyor, iş insanlarını topluyor konuşuyor… Mutlaka günde birkaç saat konuşuyor. Türkiye’de konuşmuyorsa Azerbaycan’da konuşuyor, o da olmazsa uçakta konuşuyor. Ayrıca bir de akşam haberlerde tekrar ediliyor. Günlük medya zamanını ölçtüğümüz zaman hayli yer tutuyor.

Sözünü ettiğiniz yer tutmayla ilgili bugün yeni veriler yayınlandı. Buna göre sadece TRT Haber, 1 Nisan-11 Mayıs tarihleri arasında Cumhurbaşkanı’nın seçim etkinliklerini 21,5 saat canlı yayınlarken, haber bültenlerinde de Erdoğan’a 13,5 saat yer vermiş. HDP’ye ise yalnızca 2 saat!

İşte tablo bu! Bu hem propaganda yönünden etkili oluyor, hem de başka önemli haberlerin verilmesini ve diğer partilerin televizyona ulaşmasını engelliyor. Bu bakımdan adil olmayan bir seçim yarışması söz konusu. Sadece Anayasa’yı sıradan bir ihlal değil, sıradan bir yorum tartışması değil, burada anayasa dışılık söz konusu.

Şu sıralar çok sık karşımıza çıktığı için yorumlama konusunu biraz daha açmanızı rica edelim. Anayasanın ilgili maddeleri, Cumhurbaşkanı’nın seçim propagandası yapması konusunda yoruma açık mıdır?

Hayır, Anayasa bu konuda çok açık... Bakanlar Kurulu’nun Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanması -ki medya bunu çok büyütüyor- ne sıklıkta toplayacağı bir yorum konusu. Türkiye o kadar çalkantılı bir ülke ki ayda bir gerek görebilirsiniz. Cumhurbaşkanı, diyelim “Türkmenlere gerçekten yardım gönderiliyorsa Kızılay’la gönderilir. MİT TIR’larıyla yardım gönderilir mi? MİT TIR’larıyla olsa olsa silah gönderilir, şu işi konuşalım” diyebilir! Dolayısıyla nihai olarak yetkisi var. Basın, “Yine toplandı, ne oluyor” filan diye bunun üzerine gidiyor ama Cumhurbaşkanı’nın seçim mitinglerine her gün çıkmasının, her gün 400 milletvekili istemesinin ve bütün toplumu bir bakıma aptal yerine koymasının üstüne gitmiyor. Bu vahim bir olay. “Ben parti adı vermiyorum ki” diyor. Ama en azından dört partinin programını incelediğiniz zaman AKP dışında hepsi parlamenter sistemi savunuyor. Cumhurbaşkanı’nın bunu içten söylemesi için zeka düzeyinin vasatın altında olması gerekiyor ki böyle olmadığı açık. O zaman ne oluyor, bizleri aptal yerine koyuyor. Bu tabii üzerinde çok ciddi bir biçimde durulması gereken husus...

Erdoğan’ın, Davutoğlu ile önümüzdeki günlerde birlikte meydana çıkacak olmaları bunun üzerine ne katacak?

Daha da vahim bir tablo olacak. Davutoğlu şu anda bile suç ortağı. Davutoğlu, ağustostan bu yana Başbakanlık yetkilerini doğru dürüst kullanmadı zaten. Mitingleri birlikte yaparlarsa, Davutoğlu da Cumhurbaşkanı’nın fiilen anayasa dışı yolla yürüttüğü seçim propagandalarına ortak olur demektir. Bu kadar yoğun medya yoluyla toplumun bir tür muhasara altına alındığı bir tablonun sürekli teşhir edilmesi gerekiyor. Medyanın bunu yapması gerekiyor. Gönül şunu isterdi; milyonlarca kişi sokağa çıkıp, “Hayır, biz bunu onaylamıyoruz” diyebilse. Anayasa Madde 2, “Türkiye bir hukuk devletidir” diyor. Türkiye’yi biz hukuk devleti, hukuk kuralları bütünü olarak tanımlıyoruz. Yoksa Tayyip’in ya da Davutoğlu’nun devleti olarak değil.

Anayasal suç işleme eleştirilerine karşılık Erdoğan diyor ki, “Beni yargılayamazsınız, ben ancak vatana ihanet suçundan yargılanabilirim.” Cumhurbaşkanı’nın Anayasa’nın üstünlüğünü koruma yükümlülüğünü yerine getirmemesi, vatana ihanet suçuna karşılık gelir mi?

Çağdaş devlet, belirttiğim gibi hukuk kuralları bütünü olarak tanımlanır. Siz Cumhurbaşkanı olarak sürekli ihlal ederseniz, evet aslında vatana ihanet etmiş oluyorsunuz, görevinizi yapmamış oluyorsunuz, Anayasanın size vermediği bir alana giriyorsunuz ve sürekli Anayasayı ihlal ediyorsunuz. Dikkat edin yandaş medya Cumhurbaşkanı’nın bu gezileri ve seçim propagandası için “fiili durum” diyor. Hatta bazıları “devrim” diyor, bazıları “geçiş dönemi” diyor. Ben ise “hayır” diyorum, bu fiili durum değil. Neden değil? Çünkü bu Anayasanın yerine yenisi konuncaya kadar, bu anayasa yürürlükte.

Sizin de vurguladığınız ‘geçiş dönemi’  hangi durumlarda geçerlidir?

Bunu özellikle belirtmem gerekiyor. Bu Anayasa yürürlükte olduğuna göre, anayasal düzenin devamlılığı söz konusu. Anayasal düzenin devamlılığında geçiş dönemi olmaz. Geçiş dönemi nerde olur? 12 Eylül’de darbe oldu ve dedi ki Evren, “Ben anayasal düzeni kaldırdım. Yeni anayasa hazırlanacak ve meclis seçilecek. Yeni anayasa hazırlanıp, yürürlüğe girinceye kadar anayasal düzene dair kanun çıkarıyorum” dedi. Evet, darbe olmasaydı, o başka mesele. Burada olgunun fotoğrafını çekiyoruz. 12 Eylül’den 6 Aralık 1983’e kadar yani yaklaşık üç yıl üç ay, Anayasal Düzeni Hakkındaki Kanun’la geçiş dönemi sağlandı. Ama olağan dönemlerde bunlar olmaz. Olağan dönemde 10 Ağustos’ta cumhurbaşkanı seçildi ve göreve başladı. Burada değişen ne? Meclis seçecekti, anayasa değişti halk seçti. Cumhurbaşkanlığının statüsünde, Anayasanın cumhurbaşkanının yetkilerine ilişkin maddelerinde veya diğer maddelerinde bir değişiklik yapılmadı. O zaman Cumhurbaşkanının bunlara saygı göstermesi yükümlülüktür. O nedenle geçiş dönemi, fiili dönem diye bir şey yoktur. Burada kullanacağımız farklı kavramlardır.

Mesela?

Mesela karşılaştırmalı anayasa hukukundan benim aldığım kavram, anayasal darbedir. Anayasa, Kenan Evren’in yaptığı gibi darbeyle kaldırılır ya da şimdi yapıldığı gibi fiilen. “Ben Anayasa hükmünü tanımıyorum, parlamenter rejim bekleme odasına alındı, cumhurbaşkanlığı çökertildi” dedi Cumhurbaşkanı. Cumhurbaşkanlığını ben öğretim üyesi olarak, siz gazeteci olarak çökertemeyeceğine göre, silahlı kuvvetler de kışlasında olduğuna göre, “Cumhurbaşkanlığını çökerttim” demek daha uygun oluyor. Tayyip Erdoğan’ı birçok kişi başkan görmek istiyor olabilir, bu anlaşılır bir şeydir. Ama böyle bir arzu var diye bir hukukçunun, bir gazetecinin gerçekleri çarpıtmaması gerekiyor. “Ben bu kişiyi başkan olarak görmek istiyorum” demek başka şey, bu kişinin anayasayı ihlal ediyor olgusunu saptamak başka bir şey. Bizde yaptıkları şey şudur; “Nasılsa başkan olacak, bunun için geçiş dönemi gerek, yapsın” deniliyor. Hayır, Anayasayı ihlal ediyor, bu açık.

Dolayısıyla bir yandan da bu fiili durum ve ihlal, meşrulaştırılıp normalleştiriliyor?

Evet. Erdoğan’ın başkanlık koltuğuna oturduğunu varsayalım. Siz bugün Anayasanın ihlaline seyirci kalırsanız, gelecekte onu hangi güç frenleyecek?

Erdoğan’ın sözünü ettiği başkanlıkta denge ve denetleme konusunun nasıl olacağı belirsiz. ‘Parlamenter sistem tıkandı, iş yapamaz hale geldik, mahkemedir, şudur budur gecikiyor. Başkanlık sistemi gelirse işler hızlanacak’ diyor ve ülkeyi şirket gibi yönetmekten bahsediyor. Erdoğan’ın Türk tipi adını verdiği başkanlık sisteminde siz denetim ayaklarını görüyor musunuz?

Öncelikle ben Türk tipi demiyorum, Tayyip tipi diyorum! Çünkü Türk tipi demek için biz Türkiye yurttaşlarının bunu ele alıp tartışması gerekiyor. Ama bu yapılmadı. Hatta programlarını okuduğum zaman bile açıkçası Davutoğlu da kerhen, istemeye istemeye başkanlığı dillendiriyor. Türkiye’de başkanlık rejimi bir kişi için isteniyor. Başka kimsenin adı zaten telaffuz edilmiyor. O nedenle bu kişiye özel. Kendisi “kefen” diyor ama kellesini koymuş, ya olacak ya olacak. Bunun için günde on kez bile konuşmaya hazır. Peki, nedir bunun denge ve denetleme mekanizması? Bu yok. “Denetim sistemi olacak” deniyor ama belirttiğiniz gibi belirsiz. Siz yetkilerini koyuyorsunuz ortaya ama bunu koymuyorsunuz. Bu konuda gerçekten samimi iseniz bunu da koyacaksınız.

 

Üç parti meclise önerge verebilirdi

 

Cumhurbaşkanı’nın Anayasayı ihlal etmesi tartışmalarının bir ayağını da ‘sorumlu kim’ sorusu oluşturuyor. Kim dur diyecek? Ya da diyebilir mi?

Öncelikle, Mecliste en azından muhalefetteki üç parti, nasıl İç Güvenlik Paketi’ne karşı durdularsa, burada da “seçmenin iradesini fesada uğratacak bu eşitsiz yarışa dur diyelim, Cumhurbaşkanı 105. maddeye göre vatana ihanet suçunu işliyor, Meclise bir önerge verelim” diyebilirlerdi. Bunu yapmadılar. O zaman geriye kimler kalıyor? Anayasa Mahkemesi ve YSK.

Ama gerek YSK, gerek RTÜK konuyla ilgili HDP ve CHP başvurularını reddetti. YSK ‘Cumhurbaşkanını denetleme yetkimiz yok’ dedi...

Evet, fakat YSK kararında şunu diyebilirdi; “Evet, her ne kadar Cumhurbaşkanı’nın sahaya inmesi kendi statüsüne, seçimin ilkelerine aykırı ise de cumhurbaşkanının denetimi benim görevimde değildir.” Bu bile bir şeydir. Geriye Anayasa Mahkemesi kalıyor. Anayasa Mahkemesi’ne yapılan başvuru dilekçelerine bakmak lazım, neleri öne sürdüler? Mahkeme, hak ihlalini saptayabilir ve müdahale edebilir.

Anayasa Mahkemesi’nin kalan sürede bir karar alabileceğine dair bir beklentiniz var mı? Ve hak ihlali tespit ederse ne olacak? Seçimlerin ertelenmesi söz konusu olur mu?

İki şey olabilir; Cumhurbaşkanı artık seçim meydanlarına inmez. İkincisi de bu kararı YSK’ya bildirir, YSK da “Açık oy, serbest yarış vs bu ilkeler ihlal edildiği için seçime gölge düşürülmüştür” der. Bu radikal olan... Buna cesaret edebileceğini sanmıyorum.

 

Oyun bütün yolculuğu takip edilmeli

 

Seçimlerde kullanacağımız oyun güvenliği konusunda da kaygılar var. Nitekim seçmenlerin yüzde 48’i adil bir seçim olacağına inanmadığını söylemiş. Sandık güvenliği konusunda ne yapabiliriz? Seçim hukuku buna ne yanıt veriyor?

YSK bu konuda belirleyici. Fakat YSK’da şöyle ciddi bir sorunumuz var; YSK, HSYK’da olduğu gibi sürekli görev yapan bir organ değil. Bu bir sorundur. Türkiye’de seçim hukuku eğretidir, çok sorunludur, istikrarsızdır. Ama her şeye rağmen burada görev yapan yargıya güvenmemiz gerekiyor. Görev yapan yargıya güvenmemiz için benim aklıma iki şey geliyor; birincisi siyasal partilerin sıkı durmaları. İkincisi ise Oy ve Ötesi gibi gönüllü girişimlerin sadece büyük kentlerde değil Türkiye genelinde etkinlikte bulunmaları. Hatta siyasal partilerle “Senin müşahidin yoksa Oy ve Ötesi burada bulunsun” diye işbirliği yapmaları gerekiyor. Bu konuda çalışmalar var. Sandıklara sahip çıkmamız gerekiyor. Bunu da en örgütlü biçimde partiler yapar. En azından muhalefet partileri birleşip, “Tehlike kimden geliyor, iktidar partisinden geliyor, o zaman ben bu sandıkta gözlemci koyarım, sen de öbür sandıkta koy, dolayısıyla birbirimiz kollayalım” diyebilirler. Dolayısıyla “Ben oy vermekle yetinmiyorum, oyumu da sahipleniyorum” gibi bir yurttaş sorumluluğunu geliştirdiğimiz ölçüde o gün kedilerin trafolara yönlendirilmesi de önlenmiş olur! Sadece sandıkta olmak da değil, oyun bütün yolculuğunu, ilçe seçim kurulu, oradan sisteme kaydedilmesi vs bütün aşamalar takip edilmeli.

 

MGK’yı neden devreye koyuyorsunuz, onu yönettiğiniz için mi?

 

Malumunuz, MİT TIR’larını durduran savcı ve hakimler tutuklandı. Hemen arkasından da 17-25 Aralık savcıları meslekten ihraç edildiler. Onların da tutuklanabilecekleri yönünde yorumlar yapılıyor. Kararların, Erdoğan’ın şu açıklamasından sonra alınması dikkat çekici bulunuyor: “Legal görünüm altındaki illegal terör örgütleri ifadesinin de girdiği MGK taslağının son hali Kırmızı Kitaba girmiş olacak. Kırmızı Kitaba girdikten sonra burada yargı mercilerinin de bakışı değişecek” Gelişmeler neye işaret ediyor? Bundan böyle MGK /Kırmızı Kitap yargısı mı geçerli olacak, ne dersiniz?

Türkiye’de dikkat edin siyasal söylem özellikle vesayet kavramına dayandırılıyor. 1982 Anayasası’na MGK’na çok geniş yer verdi diye 20 yıllık eleştiriden sonra, 2001’de yapılan Anayasa değişikliği ile MGK’ya ilişkin de sivilleşme yönünde önemli değişiklikler yapıldı. MGK’nın ağırlığının, bilinirliğinin, görünürlülüğünün azalması 2001 değişikliği sonrasında oldu. AKP yok iktidarda. 28 Şubat süreci ise 4 yıl önce yaşanmış. MGK sekretaryasının sivile geçmesi de sonrasındaki yasal düzenlemeyle oldu. Yani 2003’te. Biz bu Kırmızı Kitaba göre yargıyı yeniden şekillendireceksek o zaman çok daha az etkisi olan  28 Şubat’a niye karşı çıkıyoruz ki?

28 Şubat’ın etkisi neye göre daha az?

Şöyle; AKP’nin en çok karşı çıktığı şey nedir, başörtüsü konusu. Doğru, başörtüsü tercihi nedeniyle diyelim beş bin kadın mağdur edildi, edilmemesi gerekir ama siz yargı düzenini MGK’ya endekslediğiniz zaman beş milyon mağdur edilecek. 28 Şubat’ın başka nesine karşı çıkıyor? 8 yıllık eğitime. Karşılaştırma yaparsak dört artı dört artı dört’ten daha iyi. Keşke o şekilde olmasaydı ama sonuç olarak 28 Şubat budur. Siz 28 Şubat mağduriyeti üzerinden seçim kazandınız ve döndüğünüz yer MGK’yı bütünüyle yargı alanında da devreye sokmak. Daha kötüsüne giriyorsunuz. O zaman siz neden “Anayasa değişikliği yaparak vesayeti bitirdik” diye propaganda yapıyorsunuz? MGK gibi evet, Anayasal ama demokratik olmayan bir organı neden şimdi devreye sokuyorsunuz? Onu yönettiğiniz için mi? Burada kesin bir tavır koymak gerekiyor. Bu konacak tavır, bizi AKP-Cemaat cenderesine sıkıştırmamalı. Hukuk ve demokrasiden yana tavır koymak durumundayız. Hukuk ve demokrasiye aykırı olan düzenlemelere karşı çıkmak durumundayız. Anayasal kurum intikam aracı haline getiriliyor. MGK’yı devreye koyacaksak, o zaman niye “Anayasa yenilenecek” diye toplumu aldatmaya kalkıyoruz.

 

AKP’nin anayasa değişikliğinden anladığı, rejimi değiştirmedir

 

Öngörünüz ne, Cumhurbaşkanı çoğunluğu sağladığı takdirde sözünü ettiği yeni Anayasa, sadece sistem değişikliği ile sınırlı mı kalır?

Anayasa ‘87’den 2012’ye kadar bizim oylarımızla seçilen meclis tarafından 20 kez elden geçirildi. Ve her elden geçiriliş, Anayasayı ilk şeklinden uzaklaştırdı. Hak ve özgürlüklere ilişkin önemli maddeler de koyuldu ama bu, Türkiye’de asker-sivil ayırımında, sivillerin sınırını da gösterdi. 2010 değişikliğinde daha ileri bir Anayasa için AKP’nin elini tutan bir şey mi vardı? Ürkek de olsa AB sürecinde bazı adımlar attı fakat 2007’de tersi bir istikamete gitmeye başladı. Neticede İç Güvenlik Yasası’na kadar geldik. Biz anayasacılar olarak 25 yılda kaç metin yazdık, ne kadar emek harcadık, olmadı. Bu Anayasa belki 25 yıl daha uygulanacak, belki değiştiğini görmeye ömrümüz yetmeyecek ama eğer bir gün bu metni yenileyebilirsek, o zaman şunu söylememiz gerekir; niçin yeniliyoruz? Daha iyisini yapmak için değil mi? Daha iyisini yapacaksanız yenileyin, daha kötüsünü yapacaksanız gerek yok.

8 Haziran’da AKP çoğunluğu elde edemezse, Erdoğan yine Anayasayı değiştirmekten söz eder mi sizce? Daha da önemlisi bu değişiklik “daha iyi bir Anayasa” yönünde mi olur?

Tayyip Erdoğan 330’u geçerse o zaman bu Anayasa evet, yenilebilir ama daha geri anlamda yenilenir. Tek kişilik iktidarı için. Gücü yakalayamasa da vazgeçecek zaten. Sonraki seçimleri bekleyecek. AKP’nin Anayasa yenileme derdi yok aslında. AKP’nin getirdiği ve en çok ortak payda bulduğu alan, TC yurttaşlığı gibi bazı kavramlar. Yoksa AKP’nin Anayasadan anladığı “rejimi değiştirelim”dir. Fren, denge mekanizmaları yok, geniş özgürlükler yelpazesi yok, devlet içinde erkler ayrılığının dengeli, yargının bağımsızlığı, üniversiteler, RTÜK gibi kuruluşların özerkliği, uzmanlığı ve hükümet dışı olma özelliği olma yönünde kaygısı yok. O açıdan umutlu olmak için herhangi bir nedenimiz yok. HDP’nin barajı aştığı parlamentoda AKP’nin 276’nın altına düştüğü, milletvekili dağılımının daha dengeli olduğu bir tablo görürsek, o zaman Anayasayı yenileme umudumuz doğabilir.