12 Eylül döneminde görevden uzaklaştırılan 1402’lik akademisyenler arasında yer alan ve şu an İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğretim üyesi olan Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, "Ben hükümete hâlen de düşman değilim. Ümidi kaybetmek demek, düşmanlık değildir. Acımak demektir. Sonunun Menderes gibi kötü olmaması için acıyorum” dedi.
Aksiyon’dan Tuğba Kaplan’a konuşan Hatemi’nin açıklamaları şöyle:
-12 Eylül döneminde Aydınlar Bildirisi’ne imza atmak isteyip de atamadığınızı söylediniz. Şimdilerde akademisyenlerin barış bildirisi tartışılıyor. Bu bildiri sizce neden bir anlamda infiale yol açtı?
Yurtdışına oğlumun göz tedavisine gidip geldiğim için çıkış ya da pasaport sorunu olmasın diye imzalayamamıştım o metni. Ama bugün akademisyenlerin ‘barış bildirisi’ni imzalamam için kimse teklifte bulunmadı. Güneydoğu’da üzücü olaylar oluyor. Hukuk devleti, terörle mücadele etmek zorunda. Bildirinin bütününü okumadım. Ama yanlış olan endişe belirtmek değil. Sanki biraz terörle mücadeleye gerek yokmuş gibi bir havada yazılmış. Kasten yapıldığı zannedildiği için infiale yol açtı. Bu aydınlar içinde hukukçu yok. Bunu insanlık görevi olarak gördükleri için imzaladıklarını düşünüyorum. Ama zaten tozdan dumandan ferman okunmadığı, herkesin birbiriyle vuruşturulduğu bir sırada, yabancı kötü niyetli odaklara fırsat verecek bir üslup kullanılmasa çok daha iyi olurdu. Üslup kötüydü. İnsancıllığını, hümanizmini göstermek için imzalayanlar, kötü niyetle bu imzayı atmış değil. Üzülüyorum olanlara. Şimdi bunu bana getirselerdi, üslubu dolayısıyla imzalamayabilirdim. Olağanüstü hâllerde yangına körükle gitmemek için, iki tarafın da yumuşak üslup kullanması lazım. Akademisyenlere böyle bir linç havası yaratılmasını istemiyorum. Çünkü bundan sonra herkes ağzını açmaktan korkar üniversite çevrelerinde.
Sizi takiye ile suçlayanlardan biri de geçtiğimiz günlerde vefat eden Hasan Karakaya idi" hatırlatması üzerine Hatemi, "Bana çok hakaret etmişti. Ama ben acıdım, hakkımı helal ettim. Bir de benim dosyamla meşgul olmasın hiç değilse. Bana kötülük yapanlara umumiyetle ölünceye kadar hakkımı helal etmem. Benden önce ölünce, 'bu gece kabrine girdiğinde önüne kim bilir ne kadar dosya yığılmıştır. Bari bir dosyası eksik olsun.' diye düşündüm. Ama hakkını helal etmeyen çok var. Kullandığı ağır, iğrenç küfürler Müslümana yakışmaz. Ondan çok yaralanmış kişiler de ölmüş birine kötü şeyler söylememeli. İnsan üzülüyor, ardından bu kadar kötü laflar söylenen biri neredeyse Evliya Hasan Baba olacak. Belki ben de mübareği iyi anlayamamışım! Kabrine gidip mum yakmaktan korkuyorum."
Mağdur Müslüman gençlik, Hitler’in faşist gençliğine dönmeye başlıyor. Aldığım hakaret ve tehditler düzineyi geçti.' diyorsunuz. Hitler’in faşist gençliğine nasıl dönülüyor?
12 ölüm tehdidi aldım, Twitter’dan yazdığım tweetler üzerine. Çoğu AK trol tehdidi. “Kanuni Sultan Süleyman çok iyi yaptı Azerbaycan bölgesini Şiilerden temizledi, Yavuz Sultan Selim Şiileri öldürdü. Sıra sende.” diyorlar. Bunlar çok ağır şeyler. Hepsinin de hükümete yakın çevreden olduğu anlaşılıyor. Bunların hepsi utanmadan profillerine Osmanlı arması koyan AK troller. İnsan bir gecede 12 ölüm tehdidi alınca zıvanadan çıkıyor. IŞİD hayranlığı had safhada. Devekuşu siyasetinin sonu nedamet. Ahlaksızlık ve canavarlık yavaş yavaş din şartı sayılıyor. Bari bu gidişe bir çare bulunsun.
Geçen günlerde Twitter’da Hilal Kaplan sizi Hizbullahçı olmakla suçladı. Trolleriniz olduğunu ve kendisine saldırdığınızı söyledi. Neye istinaden öyle bir ithamda bulundu sizce?
Hâlbuki ben ona öyle bir şey yapmadım. Benim trollerim de yok. Siyasi parti lideri de değilim. Ama kendisi basında maalesef trol rolünü üstlenmiş görünüyor. Hakkında sukut-ı hayale uğradım. Bunu yazdım Twitter’da. Başörtüsü yasağı zulmüne uğramış, kültürlü, iyi niyetli bir Müslüman hanım olarak görüyordum. Hatta İran’da birkaç sene önce toplanan bir ‘kadın sorunları uluslararası toplantısı’na onu teklif etmiştim. Döner dönmez İran’ı kötülemeye başlayarak beni de müşkül bir duruma getirdi. Son bir yıl içinde de Fatih Tezcan ile birlikte Şii karşıtı bir yaylım ateşine başladı. Allah ıslah etsin. Twitter’da çok kez açıkladığım gibi söylüyorum: Hizbullah’ın hiçbir çocuk, sivil, gayrimüslim katli vakası yoktur. Sadece muhaliflerle savaşır. Başındaki Seyid Nasrullah ahlaki kurallara titizlikle riayet eden bir zattır. Bu yüzden ben Hizbuşşeytancı, Hizbullahçı sayılırsam bana bunu söyleyenler de kendi anlayışlarınca Hizbullah olan DAİŞ’çilik ve IŞİD’cilik’in hayrını görsünler.
-7 Haziran’dan sonra iktidar partisinden “Artık ümidi kestim.” diyor ve iktidar yorgunluğundan bahsediyorsunuz bir röportajınızda. 7 Haziran’dan bu yana iktidara ve ülkeye dair ümidinizde bir değişiklik oldu mu?
Aynı şeyi şimdi de söylüyorum. Var olan şu üç kusur hâlâ giderilemedi: Dış politikada her an bir kıvılcım Türkiye’yi yangına sürükleyebilir. Bu durum önlenemedi. Belediyelerde, yerel yönetimlerde kamu yararına çalışması gereken görevlilerin rüşvet almaları, müteahhitlerle anlaşmaları önlenemedi. Bunlara bağlı olarak emanetlerin ehline tevdi edilmemesi söz konusu. Mesela aday adaylarından seçim yapılırken ümit veren kişiler değil, müteahhitlerle anlaşıp kendilerine bir menfaat kopartacak kişiler daha çok aday gösterildi. Dostça eleştiriyorum. Mesela hemen “Bunun zaten ne olduğu belliydi. İçinden dost değildi. Karagöz, yüzü dost, kalbi düşman.” dediler. Beni hep değişmez şekilde böyle görüyorlar. Hâlbuki dost yanlışı söylemeli ki başına bir şey gelmesin. Ben hükümete hâlen de düşman değilim. Ümidi kaybetmek demek, düşmanlık değildir. Acımak demektir. Sonunun Menderes gibi kötü olmaması için acıyorum. Ama buradaki kurtarıcı, yine İslam imanı olacak.