20 Şubat 2018 16:37
Filiz Aygündüz, Milliyet, 24 Şubat 2008
Yirmi beş yıl önce edebiyat dışı kategoride, sözümona kendimizi tanımak için Leo Buscaglia, Dale Carnegie gibi yazarları okurduk. "Sararmış sonbahar yaprakları üzerinde dolaşın, hayatın tadına varın" falan derdi Leo, o "ılgıt ılgıt" akan üslubuyla, insanın içini baya baya. Denerdik. Olmazdı. Bir şey eksikti ama ne?
Tam da o yıllarda, 1983'te Psikiyatr Engin Geçtan'ın İnsan Olmak adlı o olağanüstü kitabıyla tanıştık; eksikleri tek tek tamamladık. Sonra herkesin okuyabileceği diğer mesleki kitapları geldi Geçtan'ın. 1996'dan itibaren de romanları...
Kim bilir kaç insana, aynadaki suretine korkusuzca bakma cesareti verdi Engin Geçtan, yaptığı terapiler ve yazdığı kitaplarla... "Şöyle bakın" demeden, "tavsiyelerde bulunmadan"... Son romanı Kuru Su ise geçen hafta çıktı. Proje adamlar, sardunyalar üzerinden anlatılan masumiyet, ertelenen hayatlar, çooook sonradan ve annesiz olarak kendini doğuran insanlar... Ve en önemlisi "zaman" dediğimiz şeyin bir yanılsama olup olmadığı...
Anlayacağınız, Ege'nin 'gerdanlık' anlamına gelen "Kordelya"sında (Karşıyaka) yetişmiş o çok nadir bulunan "siyah inci", hikâyelerimize değer katmaya devam ediyor hâlâ.
Kitaplarınızda ilk cümlenin önemli olduğunu biliriz. Kuru Su tek kelimelik bir cümleyle başlıyor: "Fırtına." Nasıl, ne zaman çıktı?
Fırtına aslında bir sonraki cümleyi de içeriyor. Bugüne kadar yazdığım kurgu tarzı kitaplardaki ilk cümlelerin nereden kaynaklandığını ben de bilmiyorum. Bildiğim şey ilk cümleyi yazdıktan sonra bunu değiştirmemin mümkün olmadığı. Her ne kadar o cümlenin sonradan beni nerelere götüreceğini bilemesem de. Kuru Su’nun ilk cümlesi de 2006 baharında bilgisayarın başında otururken birden yazılıverdi.
Romanda o kadar çok düğüm atıyorsunuz ki, insan bunların hepsi nasıl çözülecek diye merak ediyor.
Yazmak benim için bir oyun. En eğlendirici yanı önce bir açmaz yaratmak, ardından "Ben bununla nasıl baş ederim?" oyununu başlatmak. Belki de zihnimin bilincime yabancı bir yanı, açmazları yaratırken çözümlerini de biliyor. Bu konuda kendimi hiç çıkmaz sokakta bulmamış olmam benim için de bir muamma.
Çok karakter var romanda. Başlangıçta bir karakterler haritası çıkarıyor musunuz?
Hayır. Evrenin başlangıcı için söylenen söz burada da geçerli: Başlangıçta sadece boşluk var. Karakterler süreç ilerledikçe belirmeye başlıyor. Kurgularımın tümünde çok sayıda karakter olmasında sağ beynimin etkisi olduğunu düşünüyorum bazen. Bu etkiyi bilgisayar oyunlarında da fark ediyorum. Bütünü görebiliyorum. Sol beyinliler ise ayrıntıyı bütün olarak algılama eğiliminde olabiliyor.
Bu kadar çok karakter bazı okuyucuyu zorlayıcı bir durum ama elimde değil. Karakterler arasındaki bağlantıları kurarken de çok zorlanmıyorum. Sanki başka biri yazdırıyor gibi. Carl Gustav Jung "Sanat, arketiplerin (kolektif bilinçaltının içerikleri) kişisel yoldan dile getirilmesidir" der. Yazdıklarımdaki arketipsel öğeleri zaman zaman seziyorum.
Yani siz arketiplerin sözcülüğünü yaptığınızı mı düşünüyorsunuz yazarken?
Öyle olduğunu düşünüyorum.
Romanda holografik zaman anlayışı var. Yani geçmiş, gelecek ve şimdi birbirinin içine geçiyor. Bu zaman formunu kullanmak niye?
Fizikçiler arasında hayli yandaş bulan bu görüş bana da yakın geliyor, nedenini bilemesem de. Bir de Julian Barbour End of Time isimli kitabında aslında ölçülebilir zaman diye bir şeyin olmadığını anlatıyor. Bizim bir genetik kodumuz var; doğuyor, yaşıyor ve ölüyoruz.
Aslında aynı şey doğadaki canlı ve cansız her türlü varlık için de geçerli. Bu da bizi zamanın aktığı yanılsamasına inandırıyor, doğal olarak. Oysa zaman orada öylece asılı duruyor. Değişen biziz. Değişen dünya. Geçmişte ben de herkes gibi düşünüyordum. Ama zaman içerisinde benim için ölçülebilir zaman giderek anlamsızlaştı. Bu da romanlarımda kullandığım zaman anlayışına bazen yansıyabiliyor.
Zamanın öylece asılı kaldığını, asıl bizim değiştimizi kabullenemediğimiz için mi bazı şeylerin önemsizliğini göremiyor, bunları dert edinip duruyoruz?
Yakın çevremde bazen yadırgandığım oluyor. Onlara dünyaya "O da olabilir, bu da olabilir" şeklinde baktığım izlenimini veriyorum. Keşke dünyaya eleştirel gözlerle bakarak vakit geçirmesek. Zaten, 'olan' bir şeye 'olmaması gerekir' demenin anlamı yok. Üstelik olayların nedeniyle uğraşırsak nasıl ortaya çıktıklarını anlamak imkansızlaşır ve klişelere hapsolup gelişemeyiz.
Bana sorarsanız Türkiye harika bir çılgın. Renkli, kestirilemez, canlı, dinamik, yaratıcı ve tahripkâr... Bazen bana dünyada bir benzerimiz yokmuş gibi geliyor. Belki de geleneklerin hızlı yıkılması sonucu sanki çocuk bir toplum olduk. Kimi zaman kendimizi müsamareye "büyük" rolü oynamaya çıkmış çocuklar gibi gördüğüm oluyor. En üsttekilerde bile..
Romandaki kahramanların hemen hepsi trajik karakterler...
Bence değiller çünkü hepimiz birer trajediyiz. Trajedisi olmayanlar da trajedisizliğin trajedisini yaşıyor. Romandaki gibi bir insanın hayatı ölümcül bir hastalıktan dolayı sona erebilir, istediği gibi ölmeyebilir, ruh sağlığı karmakarışık bir kadın bir tür seri katile dönüşebilir. Üstelik kitapta çözümler de var! Bir genç adam ve bir genç kadın kendi yollarını bulabiliyor, sallantıda olan bir evlilik yeniden bir dinamizm kazanıyor. Bütün bunlar birer insanlık hali.
Çok dokunaklı haller ama...
Sert mi buldunuz?
Sertlik değil de insanın canı acıyor...
Takdir edersiniz ki Kuru Su’yu yazarken insanların canını acıtmak gibi bir niyetim olamazdı. Okuduğumuz her türlü metni algılayış biçimimiz, önemli ölçüde kendi projeksiyonlarımızı içeriyor. Okuduklarımız duygusal kompartımanlarımıza dokunabilir, kafa karıştırabilir. Kimi de öylece bir hikaye gibi okuyabilir.
Psikiyatr Engin Geçtan da sızıyor mu kitaba?
Doğal olarak. Çünkü psikiyatri uzun bir süredir artık benim yaptığım bir "iş" değil. Ben ve psikiyatri diye iki ayrı şey yok. Biz birlikte tekiz.
Romandaki karakterler üzerinden "varoluş sorunu" kavramıyla da karşılaşıyoruz sık sık. Psikiyatr olarak tanımlamanızı istesem...
Mesele bir insanın gerçek bir hikâyesinin olup olmadığı ve bu hikâyenin ne kadar kendi yaratısı olduğu. Birçok kişi hikâyesini yaratamadan, kader ağlarını ördü tarzında yaşıyor. Psikiyatride bazıları hakiki olmayan trajediler getiriyor. Aslolan asıl trajediye ulaşabilmek.
İnsanlar ne kadar farkında varoluş kavramının?
Varoluş neticede bir kavram. Onun içeriği nasıl doldurulabilir diye bir şey yok. Hikâyemizi yaratırız ya da yaratamayız. Önemli olan, insanın hayatının sonuna geldiği zaman, geçmişine çok fazla borçlu olup olmadığı ve hayatının, bütün saçmalıklarıyla hakkını vermiş olması.
Hasan karakteri, ertelene ertelene kaçırılmış bir hayatın farkına ölümcül bir hastalığa yakalanışıyla varıyor. Hasan'dan hareketle "hayatı ertelemek" üzerine konuşalım biraz... Çok sık kullanırız bu sözü de aslında ne demektir, tam olarak bilmeyiz...
Bir Amerikalı yazar, adını hatırlamıyorum; şöyle demiş: "En büyük sorumsuzluk, önümüze çıkan sorumlulukların üzerine atlamaktır." Bu! Kendiyle ne yapacağını bilmediği zaman insanlar, bir yerlere, bir şeylere tutunuyorlar; işe, tartışmalara... Bu arada da hayatın kendisini kaçırıyorlar.
Hayatın kendisi ne?
Hayat daha çok satır aralarında yaşanır. Bunun dışındaki zamanlarımızı yaparak geçiririz. Yapmakla olmak arasındaki fark bence hayatın özü. Olarak yapmak var, olmanın sonucu yapmak. Bir de yaparak olmaya çalışmak var ki, bu durum insanın kendisine yabancı bir yaşam sürdürmesine neden olabilir.
Bu ülkeyi sarsmaya ve parçalamaya çalışan bir sistemden söz ediliyor romanda; karşı hareket isimli bir fraksiyon var... Nasıl girdiler bu romana?
Onlar alttan alta giden bir süreç romanda. Bir şeyler dönüyor ama ne için olduğu belli değil. Hakikaten ben de, hem Türkiye'de hem dünyada olup bitenin bir kısmını böyle yaşıyorum. Aslında bütün bunlar olayları yönlendiremeyen "Güç Oyunları". Ama örneğin İkiz Kuleler'i yıkarsanız o zaman olayların yönünü değiştirebilirsiniz. Tabii bir de insanların ne olduğunu anlayamadıkları bir dünyada komplo teorilerine tutunma ihtiyaçları var.
Eskiden de böyle miydi?
Gençliğime ve çocukluğuma baktığımda her şey sade ve yalın geliyor. Ama şimdi her an bir şeyler oluyor ve o bir şeylerden dolayı bir şeyler değişmiyor, sadece sersemliyoruz.
Bütün bunlar o "harika çılgın"ın "hayata uyum çabası" mı?
Bir bakıma evet. İnsanlar kendilerini "var" hissetmek için her şeyi deneyebiliyor. Çünkü bu kaosun içinde kendilerini o kadar "yok" hissediyorlar ki... Sistem öyle hissettiriyor. Herkes kendine bir yer edinmeye çalışıyor. Çok fark edilmek ihtiyacında insanlar. Yabancılaşma denilen tehikeli olguya kapılmamak için doğal bir talep bu.
Bu durum Türkiye'de daha mı fazla?
Türkiye'de işiniz daha zor gibi. Çünkü melez bir toplumuz. Renkli bir tarihten geliyoruz. Dünyanın neredeyse merkezi sayılabilecek bir yerde yaşıyoruz. Tarih boyunca bütün olaylar Doğu Akdeniz'de olmuş. Başka yer yok gibi. Tuhaf komşularımız var. Avrupa bana sorarsanız birtakım renksiz ve kuru kalıplarla gidiyor. Burada ise özellikle bir Batılının katiyen anlayamayacağı, bizim de anlayamadığımız ama artık birlikte yaşamaya alıştığımız durumlar var. Peki bu ne diye sorduğunuzda içinden çıkamazsınız. Şimdi de bunları yaşıyoruz.
Yakın geçmişe göre değerlendirdiğinizde toplumsal olarak ruhsal durumumuzda nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz?
Şekilsizlik. Eskiden, doğru ya da yanlış, ortak bir mantık vardı. Şimdi herkesin kendi mantığı var. Bu da tabii, insanları yalnızlaştırıyor, ürkütüyor. Birbirimize ulaşamaz hale geliyoruz. Geçmişteki ortak mantık, bazı mantıksız yanları olsa da genellikle sağduyuyu simgeliyordu. Bugün insanlar sağduyu arayışı içindeler ve bulamıyorlar. Yaşanan politik olaylara da baktığınız zaman gördüklerinizi sağduyuyla bağdaştıramıyorsunuz. Bu da temel güven duygusunu sarsıyor.
Psikiyatr-hasta ilişkilerinde de değişimler oldu mu?
Kendimden söz edersem... Eskiden daha biçimsel "bir psikiyatr ve bir hasta" rolü vardı. Giderek, psikoterapiye gelen kişiyle doktor arasındaki ittifak en az yorumlamalar kadar önem kazandı. İlişkinin çok önemli olduğuna inanıyorum. Hatta o ilişkinin içine şamanistik öğeler de girebilir. Yorumlamalar önemli olabilir ama karşılıklı bir ilişki kurulabildiğini hissetmek bana hepsinden daha önemli geliyor. Carl Gustav Jung'un bir sözü bana her zaman rehber olmuştur: "Kuramlarını iyi öğren ama yaşayan ruhun mucizesine dokunduğunda onları bir kenara bırak."
Size gelen sorunlar değişti mi?
Temelde değişmedi tabii. Ama günümüzde insanlar hayatı ucuza çıkarabilmek için çözümler aramak zorunda kalıyor. Var olan alanlarının içinde yeterince savaş vermeden bir başka alana geçivermek daha kolay geliyor. Bu da sık sık savrulmalarına neden olabiliyor. Bunu yargılayarak söylemiyorum, çağın getirdiği bir olgu bu.
Okuyabileceğiniz diğer Engin Geçtan söyleşileri
▪ "Esas hayat alanımızı daraltırsak… Kaybederiz! - Engin Geçtan" |
Ayşe Arman, Hürriyet Gazetesi, 20 Mart 2016
|
▪ "Onun da Sorunu ‘Zaman’la" |
Kürşad Oğuz, Aktüel, Sayı 318, 1997
|
▪ "Kaosun Kıyısındaki Çılgın Dansa Katılmanın Keyfi" |
Mustafa Arslantunalı, Orhan Koçak, Virgül, Sayı 27, Şubat 2000
|
▪ "Sistem Benim İçin Deliyi İdare Etmek" |
Filiz Aygündüz, Milliyet Kültür & Sanat Eki, 20 Haziran 2002
|
▪ "Engin Geçtan'la 'Hayat' Üzerine Bir Röportaj" |
Ayşe Arman, Hürriyet Pazar, 30 Mart 2003
|
▪ "Tren nereye giderse..." |
Ümran Kartal, Radikal Kitap Eki, 6 Şubat 2004
|
▪ "Uyuklayan Türkiye yerine çılgın Türkiye’yi tercih ederim" |
Miraç Zeynep Özkartal, Milliyet Pazar, 21 Şubat 2010
|
© Tüm hakları saklıdır.