T24 - Polis şiddetinin sokaklara taşmasıyla dikkatler bir kez daha şiddetin kaynağına yöneldi.
Mine Şenocaklı'nın iki yıl önce Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Vahit Bıçak ile yaptığı ropörtajda şiddetin gerekçesi olarak siyasilerin söylevlerine değinildi. Mine Şenocaklı'nın bugün (13 Aralık 2010) yayımlanan yazısı şöyle:
'Verdiğimiz dersler boşa gitmiş'
Polisin geleceği siyasilerin iki dudağı arasında, bu yüzden Dolmabahçe’de şiddet insanlık tanımadı!
İki yıl önceydi, karakolda ve cezaevinde şiddet almış başını gidiyordu. Polis ve jandarma, gücün orantısını iyiden iyiye abartmıştı. Nedendi bu şiddet, bucelal?.. Doğrudan polisleri eğiten bir uzmana başvurmak en mantıklısıydı. Öyle de yaptım. Abdullah Gül’ün başbakan yardımcısı olduğu dönemde Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı yapan, Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Vahit Bıçak ile konuştum. Bir görev için İstanbul’daydı. O söyleşiden kalan kıssadan hisse; “Suçlu en başta tepeye dokunandır. Artan şiddet olaylarında Başbakan’ın da payı var. Siyasetçilerin tahammülsüz, tahrik edici söylemleri şiddeti körüklüyor” sözüydü. Yani devletin şiddeti münferit falan değildi! Çözüme yönelik de açık seçik bir saptama yapmıştı Prof. Bıçak, sözünü sakınmadan: “Mesele karakolda değil, siyasi iradede bitiyor. Siyasi irade istemezse, cop da kullanılmaz, gaz da sıkılmaz!”
Tahrik eden açıklamalar
İki yıl sonra, gencecik bir kız protesto eyleminde bebeğini kaybetti. Polis tekmeleriyle, hani vatandaşı korumakla yükümlü olan şu devlet memurlarının tekmeleriyle! Bir başka gencin burnunu kıran yine bu memurlardı aynı eylemde. Tek suçları, Başbakan’ın rektörlerle buluşmasını protesto etmekti. Bir bebek öldü, ne beklersiniz? Üzüntü belirten açıklamalar değil mi? Yarım ağızla geçiştirdi yetkililer! Utanmayıp, “Hamile kızın protestoda ne işi var?” diyenler bile çıktı!
Gündemi TBMM Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’ya yumurtalı protesto işgal ediyor şimdi, onun açıklamaları ise bir kez daha Prof. Bıçak’ın sözlerini hatırlattı bana... Üç kuruşluk yumurtaya tahammülsüz, tahrik eden açıklamaları! Yani polis şiddetinin kaynağını!
Gösteri için izin gerekmiyor
Prof. Bıçak ile bir kez daha konuşmak şarttı artık. Bu kez Ankara’da Polis Akademisi’ndeki makamında ziyaret ettim kendisini. Yine sözünü sakınmadan konuştu. Şiddetin nedenlerine girmeden önce, bir kez daha hatırlattı; “Ülkemizde gösteri yapmak için izin alınması gerekmiyor. Yani her gösteri yasaldır, şiddet içermedikçe...” Sonra sıra geldi acımasızca gençlere saldıran polislerin ruh haline... Bıçak, bir özeleştiriyle başladı söze; “İzinsiz gösteri yapılıyor diye bir gruba müdahale söz konusu bile olamaz. Ama daha kötüsü polise verdiğimiz eğitimin boşa gittiğini görmek çok acı!..” Özeleştirisini yapıyor, ama hemen ardından gerçek sorumluyu da gösteriyor Bıçak. “Türkiye’de polis teşkilatı siyasi iradenin bütün etkilerine açık. Polislerin geleceği siyasi iradenin iki dudağı arasında. Maalesef Türk polis teşkilatı operasyonel açıdan bağımsız değil! Yani bir sabah İstanbul’daki işine gidip, görevini kendince iyi yapan bir polis, eğer ki siyasi irade tarafından yanlış yaptığı düşünülürse, aynı gün mesaisini Hakkari’de tamamlayabilir! Bu kadar güvenceden yoksundur.”
İşte bu nedenle Dolmabahçe’de polisin davranışının siyasi iradenin sorunu olduğu görüşünde Bıçak. Yani polisin korkusu şiddetin dozunu artırıyor. Korkuyu yayan ise siyasi irade... Çözüm, tıpkı dünyadaki tüm gelişmiş demokrasilerde olduğu gibi polisleri siyasi risklere karşı güvenceye kavuşturmak ve operasyonel açıdan bağımsızlığına kavuşturmak. İşte ondan sonra, bu insanlık dışı davranışlara ‘münferit’ diyebilir Başbakan!
"Emniyet Teşkilatı hiyerarşik olarak örgütlenmiş bir teşkilat ve bu hiyerarşi de İçişleri Bakanlığı’na bağlı. Yapısal bir problem var burada. O da şu; dünya polis teşkilatlarının operasyonel açıdan bağımsız olduklarını görüyoruz. Yani siyasi irade polis teşkilatının önüne bir hedef koyuyor, bu hedefin nasıl ve hangi kadro ile gerçekleştirileceği o teşkilatın kendi iç işi. Ama bizde öyle olmuyor!
Türkiye’de Emniyet Teşkilatı direkt olarak siyasi iradenin bütün etkilerine açık. Polislerin geleceği siyasi iradenin iki dudağı arasında. Maalesef polis teşkilatı operasyonel açıdan bağımsız değil! Yani bir sabah İstanbul’da işine gidip, görevini kendince iyi yapan bir polis, eğer ki siyasi irade tarafından yanlış yaptığı düşünülürse, aynı gün mesaisini Hakkari’de tamamlayabilir! Türk polis teşkilatı bu kadar güvenceden yoksundur!"
Bizzat polisleri eğiten Polis Akademisi Güvenlik Bilimleri Fakültesi Ceza Hukuku Öğretim Üyesi Prof. Vahit Bıçak, “Maalesef verdiğimiz dersler boşa gitmiş” diye giriyor söze... Niye? Sebebi siyasi iradede ona göre, zira polisin kaderi siyasilerin iki dudağı arasında olunca, korku şiddeti körüklüyor. Siyasetçiden korkan polis, ne bebek düşünüyor, ne genç... İnsanlığın kalmadığı yerde ise sadece düşen genç bir kızın bebeği değil, demokrasinin ta kendisi oluyor!
* Madem Polis Akademisi’ndeyiz, öncelikle polislerin nasıl eğitim aldığından başlayabilir miyiz hocam?
Polis Akademisi İstanbul Üniversitesi gibi şemsiye kavram. Altında Polis Meslek Yüksek Okulları, Güvenlik Bilimleri Fakültesi ve Güvenlik Bilimleri Enstitüsü var. Yani Polis Akademisi’nde eğitim üç seviyeden oluşuyor, birinci seviyede iki yıllık Polis Meslek Yüksek Okulları var. Türkiye genelinde böyle 27 okul var. Buradan mezun olanlar, sahada çalışan rütbesiz polis memurları. İkinci seviyede, dört yıllık Güvenlik Bilimleri Fakültesi var. Burada ise polis yöneticileri yetişiyor.
* Yani?
Rütbeli, omuzunda yıldızı olan polisler. Bunlar komiser yardımcısından başlar, komiser, başkomser, emniyet amiri, emniyet müdürü diye gider. Müdürler de, dördüncü, üçüncü, ikinci ve birinci sınıf diye dört kategoriye ayrılır. Bunların görevi yöneticiliktir ve bizzat sahada çalışmazlar. Liderlik ve yöneticilk eğitimi alırlar.
Üçüncü seviyede ise güvenlik alanında, suç alanında bilimsel çalışma yapmak üzere kurulmuş Güvenlik Bilimleri Enstitümüz var. Burada da master ve doktora eğitimi veriliyor.
* Yani sizin ders verdiğiniz bu binada?
Evet... Birinci seviyedeki Polis Meslek Yüksek Okulları’ndan her yıl 4-4 bin 500 öğrenci mezun olur. Güvenlik Bilimleri Fakültesi’nden 400 öğrenci... Bunların üçte biri yabancıdır.
* Nasıl?
Biz sadece Türkiye’nin güvenlik ihtiyacını karşılamıyoruz. Balkanlar, Bosna, Arnavutluk, Kosova, Moldova ve Orta Asya’daki bütün Türki Cumhuriyetler’den öğrenci geliyor bize. Bir yıl hazırlık ve dört yıl da fakülte eğitimi veriyoruz. Ortadoğu’dan Filistinli, Suriyeli, Ürdünlü öğrenciler geliyor, Sudanlı öğrencilerimiz var. Şimdi Afganistan’la bir protokol yaptık. Yakında 5 bin Afgan polisi gelecek, burada eğiteceğiz.
* Yani Türkiye’de polis eğitim işini çok iyi yapıyoruz?
Evet. Dünya çapında ve standartlarında yapıyoruz. Mesela, NATO’nun Kosova’daki gücünde önemli ölçüde bizim öğrencilerimiz var.
* Peki mezun olanlar ne tür özelliklerle donatılıyor?
Fakülte öğrencilerinde liderlik ön plana çıkıyor. Polisin iki görevi var. Polis ya suçu önleyecek ya da suçu aydınlatacak. Suçu önlemek için, önleyici tedbirler alacak, ki önleyici tedbirler başarılı olmuşsa işini iyi yapmıştır. Ama dünyanın hiçbir yerinde ne kadar önleyici tedbirler alırsanız alın suçu sıfıra indirmek mümkün değil. Dolayısıyla suç işleniyor. Suç işlenirse de polisin ikinci görevi ortaya çıkıyor; suçu aydınlatmak. “Kim yapmış, nasıl yapmış?” diye... Burada da delil toplamak öne çıkıyor. Dolayısıyla şu an dünyada suçu aydınlatmak için mümkün olan ne gibi yöntemler varsa hepsini biz burada öğretmeye çalışıyoruz. AB ülkelerinden de bize öğrenciler geliyor. Geçen sene İngiltere, Macaristan ve Litvanya’dan öğrenciler geldi, bizden de o ülkelere gitti. Bir öğrenci değişim programımız var, bir de öğretim görevlisi değişim programımız. Bizler de Polis Akademisi öğretim görevlileri olarak bir AB ülkesine gidip ders veriyoruz.
* Siz de gittiniz mi?
Tabii... Litvanya Polis Akademisi ve Macaristan Polis Akademisi’nde ders verdim...
* Güvenlik Bilimleri Enstitüsü’ndeki eğitimin ağırlığı ne?
Master ve doktora programı veriyoruz... Buraya dışarıdan da öğrenci gelebiliyor. Şu anda çok sayıda avukat, hakim, savcı, kaymakam ve hatta gazeteci var.
* Hocam buradan geçen haftaya dönmek istiyorum. Siz Dolmabahçe’de yaşananlardan sonra
Can Dündar’ın programında “Medyada yanlış bir şekilde izinsiz gösteri kavramı kullanılıyor. Anayasamıza göre yürüyüş izne tabi değildir. Sadece bildirme tabidir. Dolayısıyla izinsiz gösteri yapılıyor diye bir gruba müdahale söz konusu olamaz. Ama daha kötüsü polise verdiğimiz eğitimin boşa gittiğini görmek çok acı” demiştiniz. Bu sözlerinizin arkasında mısınız?
Elbette. Ben bu sözlerimi kitaplarımda da dile getiriyorum.
'SİYASİ İRADE İSTEMEZSE COP DA KULLANILMAZ GAZ DA SIKILMAZ!'
* Peki tepki almadınız mı bu sözlerinizden ötürü? “Polisi sattı hoca” diye mesela...
(Gülüyor) Mutlaka diyenler vardır... Ben Ankara Hukuk Fakültesi’nden 1989’da mezun oldum. Öğrencilik yıllarımı da sayarsak, 25 yıldır hukuk ile meşgul oluyorum. Dolayısıyla hukuk ile ilgili düşüncelerim net, billur. Yani bugünden yarına değişecek düşünceler değil. Orantısız güç kullanımı ile ilgili bir ay önce bir kitabım çıktı, adı “Suç Muhakemesi Hukuku”. Burada da yazdığım şeyler aynı... Diğer kitaplarımda da (12 kitabı var) aynı şeyleri dile getirdim... Mesela o kitaplardan biri “İfade Özgürlüğü”... Bu kitabımı ne zaman yazmıştım biliyor musunuz? Hatırlarsanız bugünkü Başbakanımız bir şiir okumuştu, bu şiir üzerine kendisine şiddet uygulanmıştı. Birini cezaevine koymak da şiddetin bir türüdür. İfade özgürlüğünü kullandığı için Başbakanımıza bir şiddet uygulanmıştı ve o şiddet bizim vicdanlarımızı rahatsız etmişti. Ben de bunun üzerine kitap yazmıştım. O gün ifade özgürlüğünden mağdur olan kişiler bugün farklı konumlara geldiler. Ve ifade özgürlüğünü koruma konusunda hassasiyetli olmaları gereken noktalardalar. Ama çok değiştiler.
Dolayısıyla ben bugünkü öğrencilerin sesini duyurma çabalarını ifade özgürlüğü çerçevesinde görüyorum. İfade özgürlüğü sadece kitap, makale yazarak, televizyonda konuşarak, basına röportaj vererek olmaz. Bu imkanlara herkes sahip değil. Öğrenciler kendilerini ilgilendiren konularda gösteri yapabilirler. Gösteri, ifade özgürlüğünün yollarından biridir. Demokrasinin en temel ilkelerindendir. Çünkü kamu politikaları kapalı kapılar ardında belirlenmez. Belli kamu görevlerine gelen kişiler seçildikten sonra toplumla bağlarını koparamazlar. Toplumla etkileşim ve iletişim içerisinde olmaları lazımdır. İşte gösteri yapmak, bu etkileşimin somut bir halidir. Dolayısıyla gençler seslerini bu şekilde duyurarak sorunlarına çözüm arıyorlar. Bu çabayı yadırgamamak, kınamamak, küçümsememek lazım. Bu demokratik vatandaşlık açısından önemlidir ve bir cesaret işidir. İnsanlar görüşlerini dile getirmek için zamanlarını ayırıyor, birtakım riskler alıyor ve birtakım iyileştirmeler talep ediyorlar. Bunlar öncü gruplar, eğer başarılı olurlarsa bu yapılan iyileştirmelerden belki kendileri faydalanamıyorlar bile. Çünkü o mücadeleyi verirken yıpranıyorlar, yara alıyorlar, engellemelerle karşılaşıyorlar. Neticede belki uzun vadede talep ettikleri oluyor ama bundan kendileri doğrudan fayda sağlayamıyorlar. Ama toplum bütün olarak bundan fayda sağlıyor. Sonuçta demokrasi ve insan hakları standartlarımız ne kadar yükselirse, o kadar güven içinde yaşıyoruz.
* Peki öğrencileriniz ne diyor bu söylediklerinize?
Onlar da gayet olumlu karşılıyor söylediklerimizi.
* Öğrenciyken olumlu karşılıyorlar, peki ya mezun olduktan ve sahaya indikten sonra?
Genelde şunu ifade ediyor öğrenciler; şiddet dönemi artık bitmiştir. Dolayısıyla şiddeti meşrulaştırma girişimlerini yadırgıyorlar; üzülüyorlar.
* Sizin öğrencileriniz ileride lider ve yönetici olacak değil mi?
Evet yönetici olacaklar... Tabii orada, “Müdahale edin” diye talimat verecek olanlar...
* Peki, onlar kimden talimat alıyorlar, onu merak ediyorum?
Emniyet Teşkilatı hiyerarşik olarak örgütlenmiş bir teşkilat ve bu hiyerarşi de İçişleri Bakanlığı’na bağlı. Aslında yapısal bir problem var burada. O da şu; dünya polis teşkilatlarına baktığımız zaman, polis teşkilatlarının operasyonel açıdan bağımsız olduğunu görüyoruz. Yani siyasi irade polis teşkilatının önüne bir hedef koyuyor, bu hedefin nasıl ve hangi kadro ile gerçekleştirileceği o teşkilatın kendi iç işi. Ama bizde öyle olmuyor. Yani medyadan örnek verecek olursak; medyada bir patron var hedefleri belirliyor, ama bir de editoryal bağımsızlık var. Genel yayın yönetmeninin liderliğinde, köşe yazarlarının ve muhabirlerin kendi insiyatif alanları var. Poliste de dünya uygulamalarına baktığımız zaman, böyle; ama Türkiye’de maalesef polis teşkilatı direkt olarak siyasi iradenin bütün etkilerine açık. Bu, şöyle bir sıkıntı doğuruyor; bugün sabah İstanbul’da kalkan bir polis işine gitti, görevini kendince doğru yaptı diyelim. Ama siyasi irade veya üst kademeler tarafından yanlış yaptığı düşünülüyorsa; o polis aynı gün mesaisini Hakkari’de tamamlayabilir. Yani bu kadar güvencelerden yoksun.
* Sürülebilir yani?
Evet, hiçbir güvencesi yok!
* Hakkını da savunamaz mı?
Hayır. Bir A4 kağıdına o gün geleceğini belirleyen karar yazılıp imzalanabilir veya şöyle diyelim, bugün kaçakçılıkta çalışıyorsa, yarın kendisine “Haydi seni trafiğe verdim” denilebilir. Çok farklı bir uzmanlık alanına, geçmişteki birikimleri ile ilgisi olmayan bir alana kaydırılabilir. Veya işte çok uzmanlık gerektiren bir alanda, delil toplama konusunda çalışırken birden kendisini sokakta, bu toplumsal olaylarda görev yapan çevik kuvvet olarak bulabilir.
* Çok mudur böyle örnekler?
Çok! Bu genel havaya, genel gidişata uymayan, kendi inisiyatif kullanan, kendi vicdanını, kendi sağduyusunu dinleyen polisleri işte bu tür riskler bekliyor. Bu risklere karşı hiçbir güvencesi de yok.
* O yüzden de bizde emir demiri kesiyor gerçekten?
Evet. Emir demiri kesiyor, polislerin geleceği, yarını siyasi iradenin iki dudağının arasında...
İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ MAĞDURU OLAN BAŞBAKAN ÇOK DEĞİŞTİ!
* Dolmabahçe’de “Bu gösteriyi durdurun!” emrini kim vermiştir? İçişleri Bakanlığı mı?
Tabii onu tam bilemiyorum, “Emri kim vermiştir?” bilmek lazım. Ama burada öğrenciler neyi protesto ediyor? Öğrencilerin protestolarının hedefindeki kişi Başbakan. Dolayısıyla bu operasyon, yani bu göstericileri kontrol altında tutma görevi kimdeyse onu öğrenmek lazım önce. Ama protestocular çok küçük bir grup. Yüz kişiyi aşmadıkları basına intikal etti. Yani bu gösteriyi yapanlar, binler, on binler değil, yüz binler değil. Dolayısıyla böyle küçük bir kalabalığı kontrol etmek polisin aldığı eğitimle, sahip olduğu teknoloji ile çok basit bir iş. Bunun için aşırı güç kullanmaya ihtiyaç yok.
* Acımasız olmaya da gerek yok?
Hele acımasız olmaya hiç ihtiyaç yok. Şimdi oradaki kuvvetin başında sorumlu yöneticiler vardır; bu yöneticiler o dediğim operasyonel güvenceden yoksun oldukları için Başbakan’ın gözünden düşmemek veyahut gözüne girmek için, yani mevcut pozisyonları iyiyse, gözden düşmemek için, bunu muhafaza etmek için; ama mevcut pozisyonlarından daha iyi pozisyon beklentisi içindeyseler göze girmek için böyle bir yöntem kullanmış olabilirler. Ama ben bu konuda herhangi bir inceleme, araştırma yapmış değilim, tamamen olabilecek ihtimaller çerçevesinde bunu söylüyorum. Bu, biraz önce dediğim konuyla direkt ilgili. Eğer polis teşkilatında operasyonel bağımsızlık olsaydı, yani kişilerin yükselmesinde, görev yapacağı yerlerde objektif kriterler uygulanmış olsaydı, bu operasyonu yöneten kişi böyle bir baskı altında kendini hissetmez. Ama bir güvencesinin olmaması yüzünden, diyelim ki göstericilere karşı pasif kaldı, siyasi irade öyle gördü, aynı gün görevden alabilir, alabiliyor. Onu başka bir bilgisi, uzmanlığı olmayan alana verebiliyor, başka bir ile gönderebiliyor. Türkiye çok büyük bir coğrafya, dolayısıyla o polisin ailesinin, çocuklarının, onların okullarının, sosyal bağlantılarının olduğunu düşünün. Böyle bir kişiye o günün sonunda “Haydi bakalım sen şuraya gidiyorsun” denilmesi, denilebilme ihtimalinin varlığı ne yapıyor? Kişiyi güvencesiz, her türlü riske karşı açık kılıyor. Dolayısıyla bu risklere karşı polisi güvencelere kavuşturmamız gerekir. Bu güvencelere kavuşturamazsak Türkiye’de bu tür olaylar çok yaşanır.
* Başbakan da ifade özgürlüğünden mağdur oldu ama çabuk değişti dediniz...
Başbakan’ı zannediyorum danışmanları yanlış yönlendiriyor. Evet, Başbakan ifade özgürlüğü mağduru olmuş bir kişi. Bu gençlerin de ifade özgürlüğünü kullanmaya çalıştıklarını birisinin Başbakan’a söylemesi gerekir. Dolayısıyla “Attan düşenin halini attan düşen anlar” diye bir deyimimiz var, bu göstericilerin halini en iyi anlayacak kişi, Başbakan’ın bizzat kendisidir.