Gündem

"Polis AKP'nin ilk 10 yılında darbeleri önlüyordu, rüşvet operasyonu sonrası 'darbeci' ilan edildi"

Polis Akademisi üyesi Prof. İbrahim Cerrah 22 Temmuz operasyonunu değerlendirdi

05 Ağustos 2014 14:29

Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki Etik Komisyonu üyeliğinden birkaç ay önce istifa eden Polis Akademisi Öğretim Üyesi Prof. İbrahim Cerrah, “AKP iktidarının ilk 10 yılında polis kahramandı. Polise minnettarlık duyuluyordu. Polis değil darbecilikle suçlanmak, darbeleri önlüyordu. Kısacası, 10 yıl boyunca polis bugünkü gibi tu kaka değildi. Ne zaman ki dört bakana ve onların çocuklarına ulaşan milyarlarca liralık büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu yapıldı, o polisler birden ‘darbeci’ ve ‘ajan’ olmakla suçlandı” dedi.

Aksiyon dergisinden Nursel Dilek Manavbaşı, Prof. İbrahim Cerrah ile emniyete yönelik 22 Temmuz operasyonunu konuştu. Aksiyon’da “Polise darbeci demek iftira ve nankörlüktür” başlığıyla yayımlanan (4 Ağustos 2014) röportajı şöyle:

 

Polise darbeci demek iftira ve nankörlüktür

 

Polis Akademisi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İbrahim Cerrah, Emniyet Genel Müdürlüğü’ndeki Etik Komisyonu üyeliğinden birkaç ay önce istifa etti. Türkiye’deki çoğu emniyet amirinin de hocası olan Cerrah, 17 Aralık dosyasının kapatılamayacağını söylüyor. AKP hükümetine “Polis olmasaydı bu ülkeyi yönetemezdiniz.” diyor.

Prof. Dr. İbrahim Cerrah, yaklaşık 25 yıldır Polis Akademisi’nde öğretim görevlisi. İngiltere’de master ve doktorasını tamamladı. 1995’ten 2008’e kadar Polis Akademisi’nde Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü yaptı. Başta New York Polisi ve FBI olmak üzere ABD’li polislere üç yıl eğitim verdi. Cerrah, yakın zamana kadar Emniyet Genel Müdürlüğü Etik Komisyonu üyesiydi. 17 Aralık sonrasında meslektaşlarına yönelik ‘kıyıma’ ve ‘cadı avına’ tepki göstererek görevinden istifa etti. Polis Akademisi Bilimsel Araştırma ve Yayın Kurulu Başkanlığı’ndan da istifa eden  Cerrah, kısa bir süre sonra akademideki görevini de bırakmayı düşünüyor. Sahur vakti operasyonunu da değerlendiren Cerrah, öğrencileriyle gurur duyduğunu, onların kahraman olduğunu belirtiyor.

 

Manifesto niteliğinde bir mektup yazarak akademideki görevlerinizden istifa ettiniz. İstifaya giden süreçte neler yaşadınız?

Mektubu kamuoyuna ve emniyet mensuplarına bir mesaj olarak yazdım. Yolsuzlukla mücadele eden meslektaşlarımın yanında, yolsuzluk yapanların da karşısında olduğumu duyurmak ve öğrencilerimin yüzüne bakabilmek için istifa ettim. 17 Aralık sonrasında yaşananlarla ilgili Etik Komisyonu ve Polis Akademisi Başkanlığı’na birer yazı yazarak “Bu konuda bir tavır almamız gerekiyor.” dedim ve cevap gelmeyince istifa ettim. Ayrıca televizyona çıkmamam konusunda 7 kez uyarıldım. Onun için Bilimsel Araştırma ve Yayın Kurulu Başkanlığı’ndan da istifa ettim.

 

İstifa sonrası çevrenizden ne gibi tepkiler aldınız?

7-8 yıldır bu görevi yapıyordum. Ailemden ve emniyet teşkilatından destek gördüm. Akademideki arkadaşlarımdan bazılarının ‘konuşma, başına bir iş gelir’ gibi endişelerini dile getirmelerinin dışında tepki veren olmadı. Bazı akademisyen ve polis arkadaşlarımdan özellikle sessiz kalmamam gerektiğini söyleyenler oldu. Bunlar, bu süreçte görevden alınanlar değil, tam aksine göreve getirilenler, yani klasik tabirle mevcut ‘düzenin adamları’ydı.

 

17 Aralık operasyonu sizin için ne anlama geliyor?

Milletin kendisinden zannederek güvendiği, haram ve helale dikkat edeceğini zannettiği bazı insanlar tarafından aldatılmış olduğunun ortaya çıkmasıdır. Türk milleti dün inandığı ve güvendiği bazı insanlar tarafından aldatılmakta ve soyulmakta, milletimiz olan biteni, şaşkınlık ve ibretle izlemektedir. Milletin bu acı gerçeği kabullenmesi biraz zaman alacak. Ancak bunu çok geçmeden görecek ve bunu yapanlara da gereken dersi verecektir.

 

Polise yapılan sahur vakti operasyonuna şaşırdınız mı?

Şaşırmadım çünkü bu insanlardan her şey beklenir. Daha fazlası da beklenir, çünkü çaresizlik içindeler. Bu insanların hukuki olarak alınmamaları gereken bir saatte alınmaları, yasalara göre yanlış şekilde kelepçelenmeleri bir zulümdür. Polislere yapılan muamele hırsızlara bile yapılmadı. 17 Aralık operasyonlarında yolsuzlukları yakalayanlar nasıl siyaset meydanlarında delilsiz ve mesnetsiz bir şekilde darbecilikle suçlanmışlarsa; bu ülkeye ihanet eden bir casusluk örgütünü deşifre edenler de aynı şekilde iftiraya maruz kalmakta ve sözde casusluk yapmakla itham edilmektedirler. Kamuoyu artık şunu görmektedir ki bu ülkeyi yönetmek için seçilen siyasilerden bazıları ve onların aile bireyleri büyük paralarla etki altına alınmış ve kuşatılmıştır. Şu ana kadar paraları verenlerden sadece biri suçüstü yakalanmış olup siyasilerin yargıya müdahalesi ile salıverilmiştir. Ama dış bağlantılı kara para aklama ve siyasileri rüşvetle kuşatma bir kişiyle sınırlı olamaz.

 

Bundan sonra nasıl bir süreç bekliyorsunuz?

Ne yaparlarsa yapsınlar kaybedecekler. Haklı bir davada zayıf güçlüyü her zaman yener. Polisler haklıdır. Başta darbeci olmakla suçlanıyorlardı, şimdi casuslukla... Polis teşkilatı 12 yıldır bu iktidarı darbelerden korudu. Polise darbeci demek hem iftiradır hem nankörlüktür. Casusluk çetesinin üzerine giden polislere casus iftirasını atıyorlar. Hırsızın ev sahibine baskın çıkma durumudur bu.

 

Bülent Arınç, “Polis özür dilesin, bu iş kapansın.” diyor!

17 Aralık’ta görevini yaparak hırsızları yakalayan polis, kimden özür dileyecektir? Rüşvet ve yolsuzluk hem suç hem de günah değil midir? Fakirlerin, gariplerin ekmek çalması suç ve günah da bakanların, bakan çocuklarının ve zenginlerin milyarlarca dolarlık yolsuzluk yapmaları suç ve haram değil mi? Durum böyleyken bu ülkeyi yöneten siyasi kişi ve makamlar polisin yakaladığı hırsızlardan özür dilemesini mi istiyorlar? Şunu belirtmekte fayda var: 17 Aralık rüşvet ve yolsuzluk operasyonları herhangi bir cemaat veya tarikatın ilkelerine göre değil, çoğu hâlen iktidarda olan siyasi parti tarafından çıkartılan kanunlara göre yapılmıştır. Dosyanın kapağını açacak kadar cesareti olanlar, yapılanların yürürlükteki kanunlara göre suç olduğunu göreceklerdir.

 

Gözaltı süresi boyunca polislerin ve ailelerin verdiği fotoğrafı nasıl okumalıyız?

Anne ve babalar evlatlarını herkesten iyi bilirler. Haram lokma yememişlerdir. Eğer bu insanlar, bakanların önlerinde takla attıkları kişilerin rüşvetlerini kabul etselerdi, onların da altlarında lüks arabalar olurdu, lüks evlerde otururlardı. Ancak çoğu kirada oturuyor. Anne babalarından emanet aldığımız o evlatları biz de hukuka uygun eğittik. Güçlünün değil, haklının yanında olmayı öğrettik. Nasıl aileleri onların arkasındaysa ben de evlatlarımın arkasındayım, onlarla gurur duyuyorum.

 

Göreve yeni gelen polislerin meslektaşlarına yaptığı uygulama ne kadar etik? Örneğin kelepçe mizanseni…

Alt rütbedekilerin gelen talimatları yerine getirmeye çalıştıklarına inanıyorum. Üst rütbedekilerin de psikolojileri bozuk. Her gün üç-beş tane sakinleştirici ilaç alan tanıyorum. Bazıları yıllardır kin ve nefretle bileniyor, fırsat kolluyorlardı. Bir kısmı ceza almış, hapis yatmış insanlardı. Bunlardan adalet beklemek mümkün değil zaten. Bu uygulamayı yapan polislere ileride hesabı sorulacaktır. Hukuksuz emir, emir değildir, yerine getirilmez. Şu anda görev yapanlara şunu söylüyorum. Başlarındaki başbakan da olsa kanun dışı emirleri yerine getirmesinler, getirirlerse yarın kendilerini ne başbakan ne de içişleri bakanı kurtarabilir. Biz onlara zamanında öğrettik. Öğrenmemişler veya unutmuşlarsa bu onların kusurudur.

 

Bu süre içinde AKP bürokrasisi ile ilişkileriniz nasıldı?

Son 12 yıldır iktidarda olan AKP bürokrasisinden birçok kişi beni şahsen tanır. Siyasete ve halkın seçerek iktidara getirdiği siyasetçilere karşı duruşumu ve kendi çapımda verdiğim desteği de çok iyi bilirler. Hiçbir zaman siyasete ve hükümete karşı biri olmadım. Bunu hem polislere verdiğim eğitimlerle hem de çalışmalarımla ortaya koydum. Meşru siyasete verdiğim destekten dolayı tehdit edildim.

 

Nasıl bir tehdit?

İki kez bomba süsü verilmiş paketlerle suikast teşebbüsüne maruz kaldım. Adım, birden fazla terör örgütünün suikast listelerinde yer aldı. İstihbarat raporları ile can güvenliğimin tehlikede olduğu ve kendime dikkat etmem konusunda istihbarattan uyarıldım. Bunların hiçbiri beni yıldırmadı. Bunu bugün başbakana ‘çok yakın’ olan bazı siyasiler ve bürokratlar çok iyi bilmektedir. Eğer bilmiyorlar ve hatırlayamıyorlarsa belgeleriyle ispat ederim.

 

İçişleri bakanlarıyla ilişkileriniz nasıldı?

Beşir Atalay’la gerek içişleri bakanı olduğu ve gerekse daha önceki bakanlık döneminde birkaç kez görüştüm. Ancak asıl onun içişleri bakanı olduğu dönemde makamlarına nazikâne davet ettiğinde yaptığımız görüşme, bakanın şahsında hükümetin polise o günkü ile bugünkü bakışının karşılaştırılması açısından çok manidardır.

 

Neden?

AKP iktidarının ilk 10 yılında polis kahramandı. Polise minnettarlık duyuluyordu. Polis değil darbecilikle suçlanmak, darbeleri önlüyordu. Kısacası, 10 yıl boyunca polis bugünkü gibi tu kaka değildi. Ne zaman ki dört bakana ve onların çocuklarına ulaşan milyarlarca liralık büyük rüşvet ve yolsuzluk operasyonu yapıldı, o polisler birden ‘darbeci’ ve ‘ajan’ olmakla suçlandı. Bu ülkede Genelkurmay’ın ışıkları açık kaldığında siyasilerin uykularının kaçtığı günler vardı. Askerler konuşunca bu ülkenin kimyası bozulurdu. O tarihlerde polisler canla başla çalışarak onlarca darbe hazırlığı ve teşebbüsünü önlediler. Bir insan hele bir Müslüman nasıl bu kadar nankör ve vefasız olabilir? İktidara geldiğiniz ilk yıllarda polisler canla başla çalışmasaydı siz bu ülkeyi yönetemezdiniz. Devlet kurumları içinde güvenebileceğiniz sadece emniyet vardı. Medya, yargı, sivil toplum karşınızdaydı. İçinde yaşadığımız coğrafyada halkın oyu ile iktidara gelinse bile halkın oyu ile iktidarda kalınamadığını görmediniz mi? Bugün kendisine çok güvenerek her şeyinizi ona emanet ettiğiniz kişiler o koltukta yokken siz polise güveniyordunuz. 12 yıldır iktidardaysanız bunu biraz da polise borçlu değil misiniz?

 

O dönem başka nelerle karşılaştınız?

AKP’nin ilk iktidarı döneminde askerî vesayet ciddi bir şekilde hissediliyordu. Gerek yaptığımız yayınlar ve gerekse düzenlediğimiz konferans ve panel gibi bilimsel aktivitelerle demokratik değerleri savunduk. Örneğin, 2006’da TESEV Almanağı’nı yayımlayarak siviller adına darbecilere karşı bir duruş sergileyenler arasında yer aldım. Zamanın genelkurmay başkanının bir konuşmasında hedef olarak gösterildik. Arabama ve makam odama bomba süsü verilen paketler konularak korkutulmaya ve yıldırılmaya çalışıldım. Kamuoyuyla ilk kez paylaştığım bu bilgi, polis kayıtlarında olduğu gibi bendeki belgelerle de mevcuttur.

 

Beşir Atalay’la görüşmenize dönersek…

Sayın bakan ile ortak bir dostumuz var. Hâlen başbakana çok yakın ve çok etkili bir konumda olan bürokratı otuz yılı aşkın süredir tanımaktayım. Kendisini 13-14 yaşlarında âdeta gencecik bir fidan iken tanıdım ve hâlâ da severim. Sayın Atalay ile ortak dostumuz olan bürokrat, kendisine yaptığı hayırlı olsun ziyaretinde geçen konuşmayı anlattı. Bakan beye, polis teşkilatında görev yapan ve teşkilatı çok iyi tanıyan bir arkadaşından söz ettiğini ve bu kişinin kendisini doğru ve sağlıklı bilgilendireceğini, yanıltmayacağını söyler. Ben içimden ‘kim bu kişi’ diye geçirirken bakan beye söz ettiği kişinin ben olduğumu öğrendim. Ancak bu arada, ileride bir yanlış anlaşılma olmaması için de benim özel hayatımla ilgili olarak biraz bilgi verir ve kamuoyunda tanınmış bir kişiye karşı benim ‘gönül bağım’ olduğunu da belirtir. Ben de kendisine bakan beye benim hakkımda söylediği şeyin çok doğru olduğunu ve bir zamanlar başbakan ve bakanların da açıkladıkları gibi benim de bu kişiye karşı bir gönül bağımın olduğunu doğruladım. Sonuç olarak, bu konuşmadan sonra bile bakan beyle görüşmek gibi hiçbir niyet ve teşebbüsüm olmadı. Aradan birkaç ay geçtikten sonra bakan bey bizzat kendisi beni telefonla arayarak görüşmek üzere makamına davet etti.

 

Neden?

Ben o tarihlerde (Nisan 2009) Güvenlik Bilimleri Enstitüsü müdürü olduğum için görevimle ilgili bir bir görüşme olacağını düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Bakan bey bana daha önce kendisini neden ziyaret etmediğimi ve beni beklediğini ifade eden sitemkâr bir konuşma yaptıktan sonra çok önceleri görev yaptığı İzmir ile ilgili bazı ortak noktalarımızdan söz etti. Benim açımdan oldukça yararlı ve onurlandırıcı bir görüşme oldu. Bakan bey bana görev yaptığım kurumla ilgili olarak bir istek ve ihtiyacımın olup olmadığını sordu. Böyle bir soruya hazırlıksız olmama rağmen o andaki bazı parasal ihtiyaçlarımızı telaffuz ettim. Bakan bey bana “Bunlar küçük rakamlar hocam! Siz büyük düşünün! Her zaman arkanızdayım! Paraysa para! Elemansa eleman! Ne ihtiyacınız varsa sizi desteklerim.” dedi.

 

Herhangi bir talepte bulundunuz mu?

AKP henüz iktidara gelmeden önce ve daha doçent bile değilken yardımcı doçent unvanı ile Polis Akademisi bünyesinde kurulmuş olan Güvenlik Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü görevine atandım. O tarihlerde Akademi’de üç tane profesör olmasına rağmen- sağ olsunlar- beni bu göreve atadılar. 2001’de atandığım ve yaklaşık 8 yıl kaldığım bu görevden kendi istek ve irademle ayrıldım. Bu görevimden istifa etmeden sadece 1-2 hafta önce zamanın içişleri bakanı makamına davet ederek bana her türlü desteği vermeye hazır olduğunu söyledi. Bakanın bunca teveccüh ve destek vaadine rağmen görevimde daha fazla kalmayı düşünmedim. 8 yıl içerisinde değişen akademi başkanlarına istifamı verdim ama onlar uygun görmeyip devam etmemi istediler. Ancak 2009’da atanan akademi başkanına istifam konusunda ısrarcı oldum. Çünkü o zamanki içişleri bakanı, başbakanımızın lise yıllarından sınıf arkadaşına akademi başkanlığına atanması konusunda ümit vermiş olmasına rağmen onu atamamıştı. Bu durumda kendimce bir jest yaparak 8 yıldır iktidarda olan başbakanımızın sınıf arkadaşına bir yer açmak için görevimden istifa ettim. Bu da gerçekleşti ve ben istifa ettikten sonra bu hocamız benim boşalttığım makama oturdu. Bu iddialarımı bazı okuyucularımız abartılı bulabilir. Ancak şimdi söyleyeceğim ve bundan sadece birkaç hafta önce gerçekleşen bir olay anlattıklarımı teyit etmektedir. Başbakanımızın liseden sınıf arkadaşı olan saygıdeğer hocamız, diğer bir arkadaşı da içişleri bakanı olmasına rağmen ancak 2012’de akademi başkanlığı görevine atandı. Ancak görev süresi dört yıl olmasına rağmen üzerinden daha iki yıl bile geçmeden alındı. Kısacası 12 yıldır ülkeyi yöneten başbakanımız kendi sınıf arkadaşına ancak 10 yıl sonra bir görev verdi ve bu görevi de tamamlamadan daha yarısındayken görevinden aldı. Saygıdeğer bir beyefendi olan bu hocamızın görevden alınma nedeni, kendi ifadeleri ile kartal olamayışıydı. Diğer bir anlatım ile ‘cadı avı’ yapma konusundaki isteksizlik ve belki de biraz da hızlı olmayışıydı.

 

Emniyete yapılan sahur vakti operasyonunun başında bulunan İçişleri Bakanı Efkan Ala’yla ilişkileriniz nasıldı?

Kendisini İçişleri Bakanlığı tarafından 2005-2006 yıllarında yürütülen ve benim de ‘yerli uzman’ olarak katıldığım bir Birleşmiş Millet Kalkınma Programı (UNDP) projesi kapsamında tanımıştım. UNDP projesinin yerli uzmanı olarak gerek programın içeriği, gerekse sabit hocalar dışında dışarıdan davet edilecek isimler konusunda bana teveccüh gösterilerek görüşüm sorulduğunda Efkan Ala’nın ismini önermiştim. O zamanlar Diyarbakır valisiydi. Kendisini o günkü şartlarda rol model bir vali olarak gördüğüm için konuşmacı olarak çağırılmasını önermiştim. Kendisi hatırlamayabilir; ama aramızda geçen ve onun taa öğrencilik yıllarına ve Erkan Mumcu ile arkadaşlıklarına kadar uzanan çok samimi ve dostane görüşmelerimiz oldu. Açıkça itiraf etmek gerekirse kendisinden o tarihlerde çok etkilenmiştim ve bende ülkeye çok güzel hizmetler edebilecek bir bürokrat izlenimi bırakmıştı. Ancak Sayın Ala’nın Başbakanlık Müsteşarlığı’na atandıktan sonraki performansına inanamıyorum. Bugün neden böyle davrandığını tam olarak kavrayamasam da bu tür davranışlarının asıl nedeninin bir gün mutlaka ortaya çıkacağına inanıyorum. Ben şahsen Efkan Bey tarafından ‘aldatıldığımı’ söyleyemem. Bu ona karşı saygısızlık olur. Ama kendim- belki de biraz saf olmamdan dolayı- onun hakkında ‘aldanmışım’ diyebilirim. Önemli bir programa konuşmacı olarak katılmasına katkı yaptığım Sayın Ala’nın yıllar sonra bakan olunca benimle ilgili ilk tasarrufunun ‘ifade özgürlüğümü’ ortadan kaldırmak olması çok manidardır.

 

Nasıl yani?

14 Mart 2014’te CNN Türk’te Taha Akyol’un programına davet edildim. Programın konusu benim doktora alanım olan toplumsal olaylardı. Aynı gün birkaç saat içinde emniyet genel müdürünün imzası ile öğretim üyelerinin TV programlarına katılmalarını sınırlayan ama kanuni dayanağı olmayan bir yazı çıkartılmıştı. Bu yazı ile öğretim üyelerinin TV programlarına katılmaları bakanın, yani Efkan Ala’nın iznine bağlanıyordu. Acele ile alınmış ve hukuksuz olan emri ciddiye almadım ve o gün bugündür çağrılan her TV programına çıkmaktayım.

 

Hakkınızda resmî olarak hiçbir işlem yapıldı mı?

Yapıldı elbette ama henüz bana ulaşmadı. Gerçi geçenlerde iki memur arkadaş beni evimde ziyaret ederek bana bir zarf vermek istediler ama yıllık iznimi kullandığım için üzülerek kabul edemedim. Ancak memur arkadaşlar evrakı mahalle muhtarına bırakmışlar. 5-6 gün sonra evrakı muhtardan aldığımda gelen yazının ‘uzaklaştırma’ olduğunu öğrendim. Ayrıca, yazın akademide eğitim olmadığından dolayı ben zaten ‘meslekten uzak’ olduğum için bu yazıyı da çok ciddiye almadım doğrusu.

 

Bu süreçte kendinizle ilgili bir kaygınız var mı?

Hem evet, hem hayır. Evet; çünkü sonuçta can tatlıdır. Ayrıca evliyim ve bakmakla sorumlu olduğum ve hepsi de eğitim çağında dört çocuğum var. Hayır; çünkü korkunun ecele faydası yok. Önemli olan yanlış bir yönde ve yanlış bir yolda ölmemektir. Hem burada nasıl ölüp nasıl uğurlandığımız değil, orada nasıl karşılandığımız önemli. Ben ne yapıp edip bu dünyada biraz daha fazla yaşamak değil de ne yapıp edip ‘Müslüman olarak ölebilmenin’ derdindeyim. Şu anda haklı ve mağdur olduğuna gönülden inandığım bazı arkadaş ve meslektaşlarımı savunuyorum. Bunun bedeli ne ise onu ödemeye de hazırım. Ancak zaman zaman geceleri uyanıp acaba dostlarım beni de almaya geldiler mi diye ümide kapıldığım da olmuyor değil. Bir zamanlar abi-kardeş olduğunuz, beraberce oturduğunuz, beraberce gülüp ağladığınız ve acı tatlı hatıralarınız olan bir insanın sizin için endişe kaynağı olması kelimelerle ifade edilemeyecek kadar ilginç bir duygu. Ama buna korku denemez. Bu insana korkudan daha fazla acı veren bir duygu. Şahsım adına endişelenmekten daha çok o dostumun içine düştüğü durumdan dolayı üzülüyorum. İşin benim açımdan güzel tarafı ise bu kurumun başında otuz yılı aşkın bir süredir birbirimizi iyi tanıdığımız ve sevdiğimiz bir dostumun olmasıdır. Aramızdaki dostluk, ilişkilerin bu düzeye gelebileceğini hiç hesap etmediğimiz dönemlerde, yapmış olduğumuz bazı dostane anlaşmalarla geri dönülemez bir şekilde perçinlenmiştir. Ben şu ana kadar sözümü tuttuğum gibi bundan sonra da ahdimi bozmayacağım. Sanırım eski dostum da en az benim ona olduğum kadar bana sadıktır. Bu durumda şu anda Türkiye’de kendisini en fazla güvende hissedecek birisi varsa o da benim. Her şeye rağmen, araba kazası veya başka bir şekilde başıma bir şey gelmesi durumunda ise bunun ilk sorumlusu bu ülkede cadı avını başlatan makamdır. Çünkü benim dostuma beni ortadan kaldırmak konusunda emir verebilecek tek kişi de odur. Ancak emri alan kişi bunu yerine getirmekte çok zorlanacaktır. Çünkü kendine emir veren kişiyle yaklaşık 15 yıldır hukuku varken benimle olan dostluğu ve hukuku 30 yılı aşkındır.

 

Babamın dualarında hep Erdoğan vardı

 

Ailenizin tepkisi nasıl?

Ben ilkokul çağlarından beri namazını aksatmayan ağzı dualı bir anne-babanın çocuğuyum. Ailecek muhafazakâr-mütedeyyin ve Millî Görüş geleneğinden geliyoruz. Ailem başbakanı millete dürüstçe hizmet ettiğine inandığı için sevmişti. Babam başbakana, eşine ve çocuklarına her gün tek tek ismen dua ederdi. Bir zamanlar kendilerine güvenerek destek verdiğimiz bazı siyasetçilerin bu güveni suiistimal ederek yolsuzluğa bulaştığı konusunda babam ve yakın aile çevrem de benim taşıdığım endişeleri taşıyor. Ailemden hiç kimseyi bu konuda konuşarak etkilemedim. Onlar da benim gibi düşünüyor ve bana destek veriyorlar.

 

17 Aralık’tan ülke olarak nasıl bir ders çıkarmalıyız?

Bu süreçte şunu öğrendim ki yolsuzluk yapanlar ile yolsuzlukla mücadele edenler gerçekte çok ayrı dünyaların insanlarıymış. Ben şahsen yakın bir zamana kadar her iki tarafın da ‘helal-haram’ ve ‘kul hakkı’ gibi konularda aynı inanç ve değerleri paylaştıklarını zannediyordum. Birbirlerine benzediklerini zannettiğim bu insanlar, birbirlerinden çok farklılaşmış ve birbirlerine ‘yabancılaşmışlar’. Birileri maaşı ile ayın sonunu zor getirirken diğerleri sadece bir ihaleden gelen 10 milyon doları dahi az görerek reddedebiliyor. Birileri paraları sıfırlamak için lüks villalar satın alırken, havuzlu yazlık villalar yaptırırken, birileri de milyon dolarlık rüşvetlere sırtlarını dönerek 100 metrekarelik evlerde kirayla oturmaya devam edebiliyor. Kısacası, birileri milleti adına samimi ve ‘hasbi’ bir şekilde gece gündüz demeden eşlerini ve evlatlarını ihmal etme pahasına koştururken, diğerleri de ihalelerden komisyon ve pay alarak evlatları ve torunları için servet biriktirebiliyor.

 

Rüşvet ve yolsuzluk konusunda toplumda bir yozlaşma var mı?

Maalesef öyle. AKP iktidarı döneminde insanlar daha fazla dindarlaşmadılar. Tam aksine dinî ve ahlakî değerlerde ciddi bir erozyon ve yozlaşma oluştu. Dindar değil; yozlaşmış, kolaycı, çıkarcı, helal-harama dikkat etmeyen bir nesil yetişti. Sakalı göbeğinde beş vakit namaz kılan hacı amcalar bile “Çalıyor ama çalışıyor!” diyerek hırsızlığı meşru görür oldu. “Allah için siyaset yapacağız! Halka hizmet hakka hizmettir!” diyerek iktidara gelenlerin bugün içine düştükleri durum çok üzücüdür. İslam adına çok acı bir durumdur. Özellikle 17 Aralık’tan sonra Türkiye’nin gündemine oturan ‘rüşvet ve yolsuzluk’, benim yıllardır üzerinde araştırma yaptığım ve eğitim verdiğim bir konu. Bu konularda bilimsel araştırmalar yapmak ve sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmak benim hem görevim hem de hakkımdır. Kaldı ki Başbakanlık bünyesinde kurulmuş olan Etik Kurulu’nun bünyesinde, başbakanımızın da özellikle vermiş olduğu destekle yürüttüğüm yolsuzlukla mücadele projeleri vardır. Bu projelerden birinin başkanlığını bizzat ben yürüttüm.

 

Cadı avı polisi yıkmaz, güçlendirir 

 

17 Aralık sonrası 100 bine yakın polis sürgün edildi. Siz aynı zamanda Türkiye’deki çoğu emniyet amirinin hocasısınız. Bu süreçte öğrencilerinize yapılan kıyım sizi nasıl etkiledi?

Bence her polisin yaşadığı mağduriyet bir kahramanlık hikâyesi. Bir polis memuru vardı, çocuğu özürlü. Sürgün edilen memura, amiri ‘Akılsızlığının cezasını çekiyorsun’ demiş. Üç göç bir yangına bedeldir. Sadece tayin olmak hele de damgalanarak tayin olmak polisleri ve ailelerini mağdur eder. Bugün o polisler gözaltı-tutukluluk yaşıyorsa, bugün 50-60 bin polis yolsuzluğa göz yummayacağı için sürgün ediliyorsa onlar kahramandır. Onların hepsini alnından öpüyorum.

 

Emniyet teşkilatının ruh hâli nasıl?

Namuslu olduğu için görevden alınan hiçbir polisin yıkıldığını görmedim. Yıkılmış, ümitsizliğe kapılmış hiç kimseyi görmedim. Bence polis teşkilatı aklandı. Dün de bu yolsuzluklar yapılıyordu ama bunun üzerine gidecek bir polis teşkilatı yoktu. Şu anda hukuka inanmış cesur polisler var ki bakan da bakan çocuğu da olsa üzerine gidiyorlar. Bence polis teşkilatının imajı parlıyor. O kelepçeler şeref madalyaları.

 

Bu kıyımın, polise yapılan zulmün toplumda nasıl bir etkisi olacak?

Ben bunun sürdürülebilir bir durum olmadığına inandığım için bunu yapanlar kısa sürede darmadağın olacaktır. Cadı avı bitecek, hukuk yeniden işleyecektir. Namuslu polisler tekrar görevlerine döneceklerdir.

 

Bu süreçte topluma düşen bir görev var mı sizce?

Her şey milletin gözü önünde gerçekleşiyor. Burada Türk toplumuna şunu söylemek istiyorum. Yıllarca haklı olarak polisin rüşvet almasından, adam kayırmasından şikâyet ettiniz. Biz de hak ve hukuku gözeterek sizlere hizmet edecek, hırsızlar ve yolsuzlar tarafından satın alınamayacak kadar dürüst polisler yetiştirdik. Yolsuzluk yapan bakan veya bakan yakını bile olsa hukuk içinde onun üzerine gidebilen polisler yetiştirdik. Milletin hukukunu korumak konusunda cesur, kararlı ve rüşvetçiler tarafından parayla satın alınamayacak kadar dürüst olan bu polislere sahip çıkma sırası sizdedir.

 

Bu dosya kapanır mı?

Kesinlikle kapanmaz. Yapanların yanına kâr kalmayacak. Bu dünyada da hesap verecekler, mahkeme-i kübrada da...