Gündem

PKK, aydınlar ve meşruiyet

'15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınları ile gündeme gelen PKK, yeniden Türkiye sınırları içersinde sahneye çıktı'

27 Ağustos 2012 00:47

Ümit Fırat

Star/Açık Görüş/26 Ağustos 2012

Kurucuları arasında Kürt olmayan birkaç kişinin de bulunmasına rağmen Öcalan ve PKK, ilk yıllarında başta aydınlar olmak üzere Kürtler dışında hiçbir çevreden ilgi veya itibar görmedi. Hatta küçümsenen ve alay edilen bir ilkel yapılanma olarak değerlendirildi. Buna karşın PKK ise kendi pratiği, ideolojik yapısı ve her şeye tepkili olan konumuyla bir aydın düşmanlığı temelinde hareket etmekteydi.

Fikir ve ideallerini konuşmak, tartışmak yerine, zor ve şiddete başvurarak kabul ettirmeyi tercih ediyor, rakip gördüğü tüm grup ve kişileri birer düşman gibi görüp algılıyordu.Bu anlayışla yola çıkıldığında ise kendi politik hedeflerinin, kendi doğrularının kabulü için demokratik bir zeminde mücadele etmek yerine, şiddet ve güç kullanarak örgütsel bir hâkimiyet alanı yaratmanın daha kolay ve pratik olduğunu düşünüyordu.

12 Eylül öncesinin malum koşullarında bütün ayak izlerinin birbirine karıştığı bir dönemde, PKK’nin bu karakteri çok da kimsenin umurunda değildi. Türkiye’de sol grup ve partiler teorilerinde ve pratiklerinde Stalin ve yine bir Stalinist olan Mao’dan besleniyorlardı. Stalin ve takipçileri “devrimlerini kurtarmak” adına tehlikeli buldukları“hain ve karşı devrimcileri” nasıl etkisizleştirip bertaraf etmişlerse, aynı yöntem bütün devrimci hareketler için de doğru ve geçerliydi. Yani PKK’nin kendi iç hesaplaşmalarında ve rakiplerine karşı uyguladığı şiddet ve zor kullanımının zaten kitapta yeri vardı.

12 Eylül’le birlikte kaçmayı başarabilenlerin “kurtulduğu” yakalanan herkesin işkenceden geçip hapse atıldığı bir süreçte her grup gibi PKK için deTürkiye sınırları içersinde Diyarbekir 5 No’lu Cezaevi dışında bir faaliyet alanı kalmamıştı. Orada uygulanan vahşet, bunun Kürt toplumunda yarattığı politik, sosyal ve psikolojik etkiler, travmalar vb gibi konuların detaylarına girmek bu yazının sınırlarını aşacağı için burada geniş olarak bu bahse girmek istemiyorum. Öte yandan tedbiri elden bırakmayarak Temmuz 1979’da Suriye’ye göç eden PKK lideri Öcalan, 12 Eylül sonrasında örgütünün faaliyet merkezini Suriye’ye kaydırdı. Orada zaman zaman bir takım Türkiyeli sol gruplarla ilişkiler kurmaya çalıştı, ama bunlardan bir sonuç çıkmadı.

 

İtibar görmez iken...

 

15 Ağustos 1984’te Eruh ve Şemdinli baskınları ile gündeme gelen PKK, yeniden Türkiye sınırları içersinde sahneye çıktı. Ama bu kez artık politik etkileri neredeyse yok olmuş sayılabilecek olan PKK dışındaki Kürt grupları sindirmek veya onlarla çatışmalara girmek suretiyle ortaya çıkmadı; doğrudan devlet hedeflerine saldırdı. Doğrusu o dönemde hiç kimse ne PKK’den, ne de başka bir gruptan böylesi bir hareket beklemiyordu ve geçmiş deneylerden çıkarılan derslerin de etkisiyle bu işin uzun süre gideceği pek kimsenin aklına gelmemişti.Yıllardır ve özellikle 12 Eylül sonrasında uygulanan devlet politikaları karşısında bunalan, çaresiz ve savunmasız kalan pek çok Kürt, o günlere kadar pek de itibar etmediği PKK’ye yavaş yavaş da olsa ilgi göstermeye başladı.Devletin PKK karşısında bölge halkını da karşısına alarak uyguladığı köy yakmalar, faili meçhuller, hukuksuzluklar karşısında, PKK bütün zorbalık ve şiddet eylemlerine rağmen, yine de bölgede yaşayan halktan ve Kürt aydınlarından ilgi ve destek gördü.

Özellikle 1990-91-92 Newroz kutlamalarında güvenlik güçlerinin sivil halka karşı kullandığı şiddet sonucuçok sayıda insanın ölümüyle sonuçlanan hadiseler, HEP’in kurulması, PKK’nin zamanla bu partideki etkinliğinin artması, TBMM’ye girmesi ve kapatılması; DEP’lilere reva görülen muameleler ve verilen cezalar;bölgede dozu giderek artan devlet şiddeti ve Vedat Aydın’ın Temmuz l991’de, Musa Anter’in Eylül 1992’de, Mehmet Sincar’ın Eylül 1993’te adresleribelli katiller tarafından faili meçhul olarak anılan cinayetlerlekatledilmeleri gibi olaylar,öncelikle insan hakları boyutlu da olsa daha geniş bir aydın çevresinin Kürt meselesine ve PKK’ye dönük ilgisini artırmaya başladı. Ancak yine de Türk aydınlarının ilgisi, Mihri Belli, Yalçın Küçük, Doğu Perinçek, Haluk Gergergibi daha ziyade radikal sol çevrelerle sınırlı kalmıştı.

 

PKK medyası, medyanın PKK İlgisi

 

Yine bu süreçte1991 Mayıs ayında günlük Özgür Gündem gazetesi yayına başladı ve pek çok aydın burada yazılar yazıyor ve gazeteyi izliyorlardı. Haziran 1995’te yayına başlayan Med TV, Türkiye ve Avrupa’da yaşayan aydınları tartışma programlarına davet ediyor, çeşitli vesilelerle kendileri için meşruiyet sağlayacak zeminler yaratılmaya çalışılıyordu. Keza Öcalan’ın 17 Mart 1993’de Lübnan’da açıkladığı ateşkes sonrasında da yoğun bir medya ilgisi yaşandı, TV görüntüleri ve röportajları yayınlanıyordu. Artık Apo ve PKK hakkında daha fazla haber ve görüntüler yayınlanıyor ve kimi gazete yazarları Öcalan ile doğrudan ilişkiler bile kurulabiliyordu.Ancak sivil alanda önemli mevziler kazanmalarına rağmen, düzenledikleri çeşitli köy baskınları, sivil katliamlar, kendi ilan ettikleri ateşkes devam ediyorken 33 silahsız askerin yolunu kesip katledilmeleri gibi olaylara rağmen PKK yine de çok az sayıda Türk aydını ilediyalog kurabiliyordu.

Öcalan’ın 1999 Şubatında yakalanarak İmralı’ya getirilmesi ve yargılanarak idam cezasına çarptırılması üzerine ise ilk kez geniş bir Türk ve Kürt aydını idam cezasının kaldırılması için Maçka Otel’de bir araya geldi ve bir kampanya başlatıldı.Bu süreçte PKK militanlarının Türkiye dışına çekilerek silahlı mücadeleye son vermeleri de bu yakınlaşma ve desteği kolaylaştıran önemli bir faktördü.

 

Solcularla, sosyalistlerle yakınlaşma

 

Gerek 1999’da HADEP’in, 2002’de DEHAP’ın katıldıkları genel seçimlerde ve gerekse 2004 SHP ittifakıyla katıldıkları yerel seçimlerdeözellikle sol ve sosyalist gruplardan büyük destekler sağladılar;fazla olmasa da bir takım sol düşünceli aydınlarla ilişkilerinin gelişmesinde yararlı sonuçlar elde ettiler.Keza bu süreçtebelediye veparlamento seçimlerinde aday gösterilmek uğruna birçok Kürtaydını parti kademelerinde bir yerlere seçilmek için görevler aldılar veyarışır hale geldiler. Bu ilişki her ne kadar kurulu legal partiler nezdinde de olsa, sonuçta PKK’ninlegal ve sivil alandaki meşruiyeti açısından önemliydi.

Her ne kadar seçim kanunundaki % 10 barajı nedeniyle temsilde adaletin engellenmesi, toplumun geniş bir kesiminin siyasi tercihlerini parlamentoya yansıtamamış olması nedeniyleciddi bir meşruiyet tartışmasına konu olduysa da, 2002 genel seçimlerinde AK Parti’nin büyük bir çoğunlukla meclise girerek tek başına hükümet kurması, laiklik elden gidiyor gerekçesiyle o güne kadar iktidarlarına kimseleri bulaştırmamış bazı derin devlet odakları ve onlara güç sağlayan kitleleri yeni savunma mekanizmaları yaratmaya yöneltti. Bir yandan dost ve müttefik ABD Irak’ı işgal ederek burnumuzun dibinde bir Kürt devleti inşa etmeye çalışırken, öte yandan AB’ye tam üyelik için yoğun bir çalışma başlatılıyor, derin devletin büyük bir hassasiyetle korumaya çalıştığı Kıbrıs politikası değiştirilmeye çalışılıyordu. Bir takım kapalı kapılar ardında ne suretle olursa olsun, bu iktidarın en kısa yoldan devrilmesi veya iktidardan uzaklaştırılması hedeflenerek, büyük bir seferberlik ilan edildi ve gerektiğinde bu uğurda her yolun mubah sayılacağı bir yol benimsendi.

Her türden katliamve sabotajplanları hazırlanıyor, bir yandan daplanın önemli bir parçası olarakPKK’nin ne yapıp edip savaşı yeniden başlatması için uygun gerekçeler ve koşullar yaratılmaya çalışılıyordu.Üstelik meselesinin çözümü için yetersiz de olsa birtakım olumlu adımların atıldığı bir dönemde, bunu teşvik etmek gerekirken,şiddet ve savaş politikalarının tırmandırılması stratejik bir yaklaşım haline getirilmeye çalışılıyor; demokratik güçlerle değil, statükocu güçler ile ittifak kurmak tercih ediliyordu.

 

Statükocu güçlerle ittifak

 

Yeterince açık olmasa da, yayınladıkları avukat görüşmelerinde birtakım bilgileri satır aralarında da olsaöğrenebiliyorduk. Bazı “askeri yetkililerin” gidip geldiği yoğun bir İmralı trafiği yaşanıyor, bunun Kandil bağlantıları sağlanarak işlevsel kılınmasına çalışıyorlardı.Bütün bu yoğun trafik sonucunda Kandil’deki savaş istemeyen kadroların tasfiye edilmesi başarılarak,1 Haziran 2004 günü savaşıyeniden başlatmayı başardı. Başlatmaya başlattı da, yakın zamana kadar devlet denince Öcalan’ın aklına gelen birileri bir türlü kendisine vaat ettikleri sözlerinde duramıyorlardı.

Ulusalcılar bir yandan medya patronlarının ve en üst düzeyde bazı devlet organlarının desteğiyle büyük kampanyalar ve bayraklı mitingler düzenlerken, hedefledikleri askeri darbeyibir türlü gerçekleştiremiyorlar, tersine AK Parti güç kazanıyordu.Hatta Öcalan buna öyle öfkelenmişti ki, 3 Ağustos 2005’ta,“AKP Hükümeti Genelkurmay ile PKK'yi karşı karşıya getirip çatışma ortamı yaratarak rant sağlamaya çalışmaktadır AKP'nin bu çabası kendi iktidarını süreklileştirmeye yöneliktir. AKP’nin bu politikaları Türkiye'nin geleceğini karanlığa sürüklüyor. Böyle giderse Türkiye bölünür."diyerek kardeşi Mehmet Öcalan’aiçini dökmüştü.

 

AK Parti’ye karşı derin işbirliği

 

Bir yandan da ortaya çıkan çeşitli gerekçelerleTürk aydınları arasında büyük kırılmalar yaşanıyordu. 28 Şubatta askerlerin bir kez daha rejime müdahale etmesiyle başlayan ulusalcılık veya Kızıl Elmacılık olarak adlandırılan militarizm yanlısı bir takım “devrimci” ve “sol” gruplara ilaveten AK Parti iktidarıyla ortaya atılan iç karartıcı komplo teorileri, alenen işlenen ve yargıya falan intikal etmeyen nefret söylemleriyle cephe genişletiliyordu. Bunlar konferans basıp dağıtıyor, suç duyurularıyla haklarında dava açılmasını sağladıkları aydınların duruşmalarını basarak linç girişimlerine kalkışıyor ve bir takım medya organlarında akıl almaz kışkırtmalarda bulunuyorlardı. Sonunda işi Hrant Dink’in katline kadar vardırdılar.

Ne var ki, henüz aydınlatılamamış olsa da,Anafartalar Çarşısı patlaması türünden bazı sabotajlar, 367 krizi, 27 Nisan vs gürültü patırtısına rağmen 2007 genel seçimleri yapıldı ve AK Parti gücünü artırdı. Ergenekon davası ile başlayan yeni bir yargı süreci başladı. O günlere kadarhareketlerinde hiçbir engelle karşılaşmayan, hiçbir zaman yargılanacağını düşünmeyen ve cezasızlığı kendileri için bir statü haline getirmiş olan çevreler ve şahsiyetler yakalanıp tutuklanmaya başladılar.

Bütün gayretlerine rağmen AK Parti dışında bir koalisyonunun, yakın ve orta gelecekte pek mümkün olamayacağı anlaşılmış oldu. Bu arada DTP’de, gösterdiği bağımsız adaylarla solun da desteğini alarak meclise girmeyi ve muhalefete destek vermeyi başardı; ama derin devlet buna bile tahammül edecek esnekliğe ve anlayışa sahip değildi. Peki, ne yapılmalıydı? Seçim sandıkları ile bekledikleri sonuç elde edilemiyordu artık. Bir B planı olmalıydı ve onu uygulamanın zamanı gelmişti. Genel Kurmay sitelerinde ve ulusalcı yayın organlarında hazırlanmış“belge ve bilgilerle" Yargıtay Başsavcısı devreye sokulmalıydı. AK Parti ve DTP’yi kapatılma talebiyle Anayasa Mahkemesi’ne havale ettirdiler. Sonuçta AK Parti tuhaf bir kararla “suçlu” bulundu, cezalandırıldı,ama yerterli sayıya ulaşılamadığı için kapatılamadı. DTP kapatıldı, ancak yedeğindeki BDP kurulup hazırda bekletildiği için siyasi yaşamında bir kırılma olmadı. Gene başaramadılar.

 

Kimi beyaz Türkler’in Öcalan aşkı

 

Ardından 2010 yılı Anayasa değişikliklerini parlamentoda engellemeyi başaramayınca bu kez referanduma umut bağladılar. Hayır diyemedikleri değişikleri bari boykot ederek engelleyip AK Parti’ye haddini bildirmek istediler. Yine başaramadılar ve bir C planları var mıdır bilemiyorum.Ama şu da var ki, son bir yıllık süreçte hükümet politikalarında bazı kırılmalar yaşanması, İçişleri Bakanının sık sık yaptığı gereksiz ve itici açıklamalar, çok da gerekli olmayan bir takım polemikler ve en önemlisi Uludere-Roboski katliamının sorumlularının hala aydınlatılmaması gibi hadiseler, onlardan bağımsız ve meseleye gerçekten daha iyimser bakan birçok entelektüel ve demokratın da hayal kırıklıklarına yol açtı.

Kemalist-Stalinist gelenekten yetişme Türk aydını karakterinde,kendileri olarak hareket etmek gibi bir inisiyatif olmadığı için daima bir yerlere angaje olmak ve hemen altına girebilecekleri bir şemsiye ihtiyacı vardır. Beyaz Türk bir yazarın Radikal’deki köşesinde “Türkleri ve Kürtleri en çok Öcalan düşünür” veciz ifadesinde de net olarak açıkladığı gibi sığınılacak tek liman olarak PKK muhalefeti kalmıştı. Zaten Duran Kalkan’da öyle düşünüyordu. CHP sığınacak veya muhalefet edilecek bir halde değildi. Hem zaten bir devrimciye CHP’li olmak yakışmazdı.2011 Haziran seçimlerinde başta Öcalan olmak üzere PKK’nin de ihtiyaç duyduğu somut adımlar atıldı. Seçilme garantisi olan bazı bölgelerde devrimci-nüktedan Türkler aday gösterilerek milletvekili olmaları sağlandı. Şimdi sıra devrimci bir Türkiye partisinin inşasına geldi. Böylece bazı Kürt feodalleriyle Türk devrimcileri el ele verip, Kasrı Kanco’da govendler/halaylar çekerek ekolojik-demokratik toplumun inşasını gerçekleştirmek üzere yeni bir devrimci Türkiye partisi inşasına çalışıyorlar.