Perihan Mağden*
Vay gidene! Tabii ki.
Belli ki, 1512 yılında inşa edilmiş, dört mezhebin barış ve kardeşliğini simgeleyen, Diyarbakır’ın mühim sembollerinden 4 Ayaklı Minare’nin tahrip edilmesini içine sindiremeyecek kadar mükemmel biriydi Tahir Elçi.
Faili meçhuller davasında Türkiye’nin ciddi cezalar alması başarısını kolaylıkla elde etmemişti.
İlmek ilmek dokumuştu dava dosyalarını.
Memleketin alışkın olmadığı kadar dikkatli, akıllı ve sabırlıydı.
Bu olağanüstü çalışkan, vicdanlı ve müstakil adama, bir de can borcumuz var şimdi.
Arkasından yazılan kompozisyon ödevlerini, yakılan köşe ağıtlarını,ekranlardaki Konuşan Kafaların hiçbir bilgi, fikir, ufuk açma kırıntısı ihtiva etmeyen mütemadi konuşmalarını kolaycılık / ezbercilik/ tembellik telakki edecek kadar üzgün ve öfkeliyim.
Yazacaksanız YENİ BİR ŞEYLER YAZIN.
Ekranlarda konuşacaksanız YENİ BİR ŞEYLER SÖYLEYİN! diye bas bas bağırasım var yani.
Büyük bir laf kalabalığının altına – faili meçhullüğe- gömülüyor/ gömecekler Tahir Elçi’yi de!
Suikasti gerçekleştirenlerin tam da arzu ettiği gibi: Ağzı olan konuşuyor buralarda.
Onlar konuştukça, hakikatler görünmezleşiyor: Boş Söz Sislerinin arkasında.
Üstelik bu defa elimizde bol bol görüntü de var.
Mecburen, onca görüntüyle verilmek istenen ‘intibaya’ bakalım:
Polisin durdurduğu taksiden fırlayan iki militan iki polisi öldürüp Tahir Elçi’nin basın toplantısı yaptığı sokağa dalar.
Bu sokakta militanlar polise kurşun sıkmaz. Hatta birisi silahını namlu ucundan tutmaktadır.
Polisin sıktığı onca kurşun da, ilginçtir, militanları devirmez. Yaralamaz. Durduramaz.
(Anlaşılan taksiyi durduran iki polisin aksine, iki militan çelik yelekli. Doğuştan kurşun geçirmez değillerse.)
Öle öle bir tek Tahir Elçi ölür.
Yani: basın toplantısı yaptığı esnada TESADÜFEN silahlı bir çartışmanın ortasında kalan Tahir Elçi, handiyse kim vurduya gitmiştir.
Böyle bir ‘intiba’ mı yaratılmak isteniyor bu sirk çadırında?
Danimarkalı olsaydık, bu suikastler ülkesinde yetişmemiş olsaydık; bu Gölge Oyununu yerdik belki de.
Bu suikast, beraberindekilerle birlikte bir helikopter ”kazasında” ölen/öldürülen Muhsin Yazıcıoğlu vakasını da, Hrant Dink suikastini de fena halde hatırlatıyor.
KAZA SÜSÜ ve (bu uğurda) BAŞKA KURBANLAR mevzusunun, Muhsin Yazıcıoğlu vakasına benzerliği ilginç tabii de; Hrant Dink suikastiyle benzerlikleri öyle böyle değil.
Hrant’ın hedef tahtasına oturtulmasına vesile edilen ”Türk’ten boşalacak o zehirli kanın yerini dolduracak temiz kan” lafını ve MAHSUS tersinden anlamlandırarak o lafın etrafında kopartılan SUNİ FIRTINAYI hatırlayalım.
Peki 14 EKİMde katıldığı, hedef tahtasına oturtulmasına vesile edilen CNN Türk’teki Ahmet Hakan’ın programında NE diyor Tahir Elçi?
”Bazı eylemleri terör niteliğinde olsa bile, PKK silahlı siyasal bir harekettir. Siyasal talepleri olan, çok ciddi desteği olan bir siyasal harekettir,” diyor.
Son derece normal, akıllıca edilmiş laflar.
Etrafında fırtınalar kopartılan (SUNNİ FIRTINA) bu lafın benzerlerini daha önce Emre Aköz’den Orhan Miroğlu’na, bir sürü insan söylemiş ayrıca. Kimselerin gıkı çıkmamış.
Ama nasıl MİT TIRLARI haberi 21 Ocak 2014de Aydınlık gazetesinde haber yapıldığında çıt çıkartılmayıp Can Dündar’lı Cumhuriyet gazetesinde çıkmasından 5 AY SONRA suni bir fırtınaya vesile yapılacaksa-
Tahir Elçi’nin CNN Türk ekranlarında ettiği laflar da aynen öyle: Konjonktür Mühendisliği. Zamanlama Üstadları.
Hedef tahtasına oturtmak için bir vesile yaratacaksın- BİR.
O kişinin hedefte olduğunu cümle aleme duyurabilmek için bir gösteri sahneye koyacaksın- İKİ.
Tahir Elçi (her ne hikmetse!) günlerce beklediği halde ifadesi alınmak üzere mahkemeye çağrılmıyor.
19 EKİMde gecenin ikisinde zırhlı araçlar, çevik kuvvet ekipler eşliğinde Diyarbakır Barosu’nda gözaltına alınıp, sabah uçakla Bakırköy Sulh Ceza Hakimliği’ne getiriliyor.
Haklı olarak ”Yargı, bir kısım medya ve sosyal medya üzerinden sürdürülen linç kampanyasının yanında yer almıştır,” diyor Elçi. Sahnelenen oyunun son derece farkında tabii ki.
Diyarbakır’da ifadesi alınamaz mıydı? Vakitlice?
Ama Veli Küçük ve Ekibinin mahkeme basmalarının, yumurta ve yumruk atmalarının yeni modeli devreye sokulmuş işte.
Handiyse tanklar ve tüfeklerle Baro’dan alınıp havaalanına götürülen bir Tahir Elçi HEDEF TAHTASINDA! Gösterisi.
Hrant Dink nasıl Ermeni Vakıflarına, Patrikhane’ye dahi eleştiriler getirmekten çekinmemiş fikri hür, vicdanı hür bir müstakil adamsa- Tahir Elçi de aynen öyle!
Müstakil bir adam: hakiki vicdanın korkusuz, müdanasız sesi Tahir Elçi.
Bu yüzden de -aynı Hrant gibi- çok seviliyor: Kapsayıcı, kavrayıcı bir kimlik, kişilik.
Ama yalnız biri. Yapayalnız da. Aynı Hrant gibi.
Son röportajında ”Türkler ve Kürtler birlikte yaşayacaklardır ve bu kaçınılmazdır. Yapılması gereken olumsuzlukları, ayrışma girişimlerini ortadan kaldırmak ve bir an önce silahları devreden çıkarmaktır,” demiş Tahir Elçi.
Hendeklerin kapatılması ve şehirlerin çatışmalardan arındırılması için bir kampanya başlatmak üzere. Tam da.
Hrant Dink de, Tahir Elçi de ne İsa’ya yaranan adamlar, ne Musa’ya kısacası.
Böyle bakınca da; sahipsizler esasında.
Onların derdi mecazi olarak İsa, ya da Musa değil; hakikatler yalnızca.
Adalet peşindeler. Herkes için adalet.
Müstakiliyet ve hakikat tutkusu, bu memlekette en kabul görmeyen, cezalandırılması farz özellikler aslında.
Onları katlettiğinde, hakikat severliğe de kast etmiş oluyorsun ki; mühim bu da.
Sevilen, gönülden sevilip hakikaten sayılan bir adamı öldürmekle kalmıyor, sürüden ayrılanı Derin Kurt kapar! mesajını da vermiş oluyorsun.
UZAK DURUN HAKİKATLERDEN! GEBERTİRİM ULAN! mesajını.
Sürü lazım. Hangi sürüden olduğun o kadar mühim değil; TEK BAŞINA, fikri hür, vicdanı hür biri olmaman lazım.
Adalet peşinde durmadan, deli başına koşmaman lazım!
6 KASIMda 93-95 yılları arasında görev yaptığı Cizre’de 21 insanın faili meçhulle öldürülmesine yönelik davada, emekli Albay Cemil Temizöz ve korucubaşı Kamil Atağ beraat ettiler.
Geride adalet duygumuzla alay eden ”Ben Jitem’i bilmem, Jötem’i bilirim” lafı kaldı.
Adalet yerine, alay!
Eren Keskin 1 KASIM’da Nokta’ya verdiği röportajda inanılmaz ehemmiyette laflar etmişti.
Fatih Vural’ın röportajından alıntılayarak bitiriyorum:
Çözüm sürecinde de bir karamsarlık payı var mıydı içinizde?
Her zaman! Ama kötümserliğimin en somutlaştığı gün, Ergenekon sanıklarının bırakıldığı gündü. Ben o gün bütün çevreme, “Erdoğan, Özel Harp Dairesi, Kotrgerilla’yla uzlaşmaya gitti. Artık çok kötü şeyler olacak” dedim. Yanılmadığımı da gördüm.
Özellikle hangi tahliyelerden sonra söylediniz bunu?
Veli Küçük’lerin, Levent Ersöz’lerin bırakıldığı zaman… Ergenekon davalarında haksızlıklar olabilir; ama o davada gerçekten katiller, insanlık suçluları da yargılanıyordu. Ama onlara “Size karşı yanlış yaptık” denilerek özür dilendi. Cemaat’le araları bozuldu diye, her suçu ona yıkarak, kendilerini temize çıkarmak istediler. Bence burada temize çıkan Erdoğan değil, gerçek devlet oldu!
Erdoğan, devletin kullanacağı bir aktördür sadece. Devlet kullanır ve bir gün biter. Bu devletin çok kemikleşmiş bir yapısı var. Ancak gerçek devletle uzlaşırsanız iktidar olabilirsiniz. Erdoğan bu uzlaşmaya vardı. Daha önce belki bu uzlaşma yoktu. Kendileri de bu kadar rahat değillerdi o yüzden. Cemaat’le araları bozulunca, devletle tam bir uzlaşmaya gittiler.
Bu yazı Nokta dergisinde yayımlanmıştır