Gündem

PEN'in eski başkanı Saul:Yüksek Mahkeme ile kavga tehlikeli, Türkiye'de işler daha kötüye gidecek gibi

"Kendini demokrasi olarak tarifleyenin görevi belli; şiddet göstermemek ve mümkün olduğunca az mahkeme davası açmak"

12 Mart 2016 11:13

PEN Uluslararası Yazarlar Derneği’nin 2009-2015 arası başkanlığını üstlenen Kanadalı felsefeci ve yazar John Ralston Saul, İstanbul ziyaretinde Cumhuriyet Gazetesi'ni ziyaret ederek gazetenin genel yayın yönetmeni Can Dündar ile de görüştü. Saul, Dündar ile olan görüşmesinde Türkiye'deki siyasi davaları yakından takip ettiğini ifade ederek "PEN bünyesinde, ülkeniz Türkiye’yi yakından izliyor; davaları takip ediyor, raporlar hazırlıyorum. Buradaki koşullar iyiye gitmiyor. Görüştüğüm kaynaklar durumun daha da kötüye gideceğini vurguluyor" dedi.

Cumhuriyet'ten Evrim Altuğ'un haberine göre, Ralston Saul, PEN Uluslararası Yazarlar Derneği’nin elde ettiği yıllık verilere dayandırdığı açıklamasında, bugün dünya üzerinde gazeteden sosyal medya ve edebiyata uzanan geniş bir kapsamda düşüncelerini ifade ettikleri için cezaevine konulan veya yargılanan kişilerin sayısının yılda ortalama 850’yi bulabildiğini vurgulayarak, yine yılda ortalama 200 kalemin de hayatına kastedildiğinin altını çizdi.

Kanadalı yazar ve düşünür Ralston Saul, buluşmada ülkesinde geçen yıl yaşanan Kanada Yüksek Mahkemesi Başkanı vakasına da atıfta bulundu. ‘Yüksek Mahkeme krizi hükümetin sonunu getirdi’ diyen Saul’un aktardığı olayda, 2014 yılı Mayıs ayında, Kanada’da iktidardan düşen ve yerini Liberal Parti Başkanı Justin Trudeau’ya bırakan Muhafazakâr Parti Başkanı Stephen Harper ile Kanada Yüksek Mahkemesi Başkanı Beverley McLachlin arasında önemli bir kriz patlak vermişti. Buna göre, Başbakanlık Ofisi McLachlin’i, Yüksek Mahkeme’ye atanmak üzere aday gösterilen, ancak bunda başarılı olamayan Yargıç Marc Nadon hakkındaki kararından ötürü ‘uygunsuz’ davranmakla itham etmişti. Bunun üzerine, Uluslararası Jüriler Komisyonu (ICJ) de kabinedeki Adalet Bakanı Peter McKay’ın ‘meseleyi çözüme kavuşturmada adilane davranmadığı’ kanaatine varmıştı. Bu süre zarfında hükümete bağlı sınırsız kaynak da, McLachlin’i Nadon’ın 2013’teki atamasına karşıt olarak ‘lobi’ yapmakla ilişkili bir çok beyanda bulunup yayımlamıştı.

Üyesi olup beş yıl başkanlığını yaptığım PEN bünyesinde, ülkeniz Türkiye’yi yakından izliyor; davaları takip ediyor, delege heyetleri ile randevular tertipliyor, raporlar hazırlıyorum. Buradaki koşullar iyiye gitmiyor. Görüştüğüm kaynaklar durumun daha da kötüye gideceğini vurguluyor.

Aslında çözüm basit. Kendini bir demokrasi olarak tarifleyen, sorumlu, adil ve kaliteli bir hükümetin yurttaşlarına yönelik görevi belli: Mümkün olduğunca az insanı cezaevine sokmak, az şiddet uygulamak ve mümkün olduğunca az mahkeme davası açmak.

Kanunu, özel kişileri dava edebilmek uğruna suistimal etmemeli. İster bakan, ister başbakan veya başka bir mertebede olun, hakkınızda söylenenleri beğenmediniz diye tutup da insanları dava etmemelisiniz, bunun adı ifade özgürlüğü olamaz.

Ben yazarlık kariyerim boyunca sürekli bu tür otoriter liderlerle oturup görüştüm. Ve tüm bürokratlara aynını söyledim; bakın, enseyi kalın tutun; ifade özgürlüğünün özü burada. Eğer yazdıklarımızdan hoşlanıyor ve ilham alıyorsanuz, elbette bunu bizler sizlere öğretebiliriz. Bu anlamda kendilerinin eleştiriye açık ve tahammüllü olmaları gerekiyor. Tabii bazen bu dediklerimi gülerek veya endişeyle karşılayanlar da olabiliyor...

 

Cumhuriyet Türkiyesi ‘Başkanlık’ modellerini de tartışmaya başladı, gözleminiz?

Kendi ülkem Kanada cephesinden yanıtlarsam; gücü ne kadar paylaşırsanız, o kadar iyidir diyebilirim. Eğer yönetim sisteminizde üç veya dört güç mekanizması mevcutsa ve güç mefhumu bu mekanizmalar aracılığıyla kendi kendini sınayıp sorgular pozisyonda ise, bu adil oluş, şeffaflık ve demokrasi için de bir nevî garantiye dönüşür. Bu yönüyle mevcut yönetim biçimlerinin en etkisiz olanı piramidal, merkeziyetçi yapıya sahip olanlarıdır da diyebiliriz. Kaldı ki demokrasilerin 250 yıllık geçmişinde birbirinden farklı bir çok olumlu olumsuz tecrübeye de tarihe baktığımızda sahip olduğumuzu görebiliriz. Bu meyanda demokrasinin beşiği sayılan Fransa bile bu yapıyı geç 1960’larda sorgular ve dönüştürür hale gelmiştir. Şu anda yönetimi Paris’ten eşitlikçi biçimde ülke geneline yaymaya teşebbüs ediyorlar; en azından bunu deniyorlar.

Bir yazar ve felsefeci olarak şu aralar kişisel gündeminizin ilk sırasında ne var?

Yunanistan’daki felakete bakın: Orada da tıpkı Afrika’ya vakti uygulanmış yanlış ahlâki ilkelerin neticelerini bulursunuz. Tüm bu çizgiyi bir arada görünce, Batı’nın kendini bu şekilde davranmaktan alıkoyamadığını görüyorum. Berbat bir yönetim bozukluğu söz konusu. Kimi istisnalar dışında, demokrasilerin yönetiminde tüyler ürpertici bir vasatlıkla karşı karşıyayız. İnsanlar ve fikirler, bu vasatlıkla beraber kutuplaşıyorlar. Bu da yönlerini değiştirememelerine sebep oluyor.

Son birkaç ay içinde ikinci kez ziyaret ettiğim Atina’da gözlemlediğim, insanlardaki siniklik ve inanç eksikliği oldu. İnsanların mevcut tehlikeler karşısında kendilerini onarabilmek konusundaki yetersizliklerine şahit oldum. Ama mevcut kriz karşısında ellerinden geleni de yaptıklarını teslim etmemiz gerek. Yine de bu koşullarda, göç alan bu topraklara Iraklıların, Suriyelilerin alınıp, Afganların alınmamasını neyle açıklayacaksınız ki ? Bunun anlamı ne olabilir ki ? Hiç bir fikrim yok! Bu tıpkı bir toplama kampında kızıl saçlıları tutalım; esmerleri alalım demek gibi bir şey!

 

Türk medyasının özgürlük düzeyinden endişeniz var mı?

İfade özgürlüğünün kazanılması uğrunda kullanılan en önemli silahların başında mizah duygusu gelir. Bunu tarihte de görebilirsiniz; durum ne denli kötüleşirse, yazarlar, gazeteciler, blog yazarları, TV çalışanları vb.’de mizah duygusuna o denli başvururlar.

Eğer durum vahim hale gelirse, bu kez de ‘kara mizah’ yolu kullanılır. Gerçek diktatörlüklerde, kara mizahın rolü büyüktür. Otorite sahipleri, mizah duygusundan nefret eder. Bu onların kendilik hissi için yıkıcı bir etki taşır. Edebiyat tarihi mizah duygusu ile iç içedir: Gülliver’in Gezileri’yle Jonathen Swift, Voltaire örneklerine bakın. Otorite sahibi olan, insanları işlerinden eden, onları kodese atan, mahkemelere sevk edenlere baktığınızda, aslında ne kadar gülünç olduklarını da bilirsiniz. Böylece gerçek bir mesele ile karşı karşıya olduğunuzu görürsünüz. Kendini kontrol etmekte güçlük çeken bir otorite ile muhatap olduğunuzu bilirsiniz. İfade özgürlüğü ve Demokrasinin özü, işte böylesi kişiliklerin kendilerini sınırlayabilmelerini sağlamada yatar. Bu da hukukun sınırlarıyla mümkün kılınabilir. Ancak bu insanlar güce bir kez sahip olduklarında kendilerini kanunun da üzerinde görmeye başlarlar. Oysa ki tam da, kendilerini nasıl sınırlayabileceklerini, kendilerine nasıl gülebileceklerini öğrenmeleri gerekir. Yoksa insanları dava edip, işten attırarak veya gazete kapattırarak değil.

 

Sizce İslâm dünyası, Türkiye veya Avrupa, Suriye’deki sığınmacı krizini iyi yönetebiliyor mu, ya da bir suistimal var mı?

Yani kim, konsolosluklarda böylesi uygar bir muamele görme olanağı dururken, onca yolu ailesi ve akrabalarından kopuk, soğuğa, açlığa, dolandırıcılara, deniz tehlikesi ve güvenliksiz botlara yönelip de seçer ki ?