PEN Uluslararası Yönetim Kurulu eski Başkanı Kanadalı yazar John Ralston Saul "Bu koşullarda meşru bir referandumun dünyada örneği yok” diye konuştu. Cumhuriyet'ten Pınar Öğünç'e konuşan Saul, “Siyasi bir pozisyon aldığımız için değil, PEN olarak yüz yıldır aynı yerde durduğumuz için söylüyoruz bunu" dedi.
Uluslararası yazarlar birliği PEN, tarihindeki en kalabalık heyetiyle önceki gün Silivri Kapalı Cezaevi’nin önünde basın açıklaması yapmak istemiş, heyetin etrafı cezaevinin önünde, jandarmalarla çevrilmişti.
Pınar Öğünç'ün Cumhuriyet'te yayımlanan yazısı şöyle:
Uluslararası PEN Başkanı Jennifer Clement, cezaevindeki yazar ve gazetecilere destek için gittikleri Silivri Cezaevi yolunu, inceden karın yağışını roman cümleleriyle anlatıyor. Norveçli Eugene Schoulgin, 90’larda Türkiye’ye gelip işkence mağdurlarıyla görüşmüş, dünyanın her yanına dağılmış cezaevindeki yazarları dert edinerek, başkan yardımcılığı yaptığı Uluslararası PEN’de bu konuda görev almış bir yazar. Schoulgin, “Bir lokma mizah duygunuz varsa, bu absürtlüğe gülersiniz. Çok tehlikeli kişilermişiz gibi muamele gördük, kendimizi mühim hissettik” diyor. Ağır silahlı jandarmalar üç kez durdurup pasaportları kontrol etti evvelsi gün, saatlerce beklemek zorunda kaldılar. O günden geriye kalansa, uçsuz bucaksız bir boşluğun önünde karlı bir grup fotoğrafı; fona cezaevini almak yasak çünkü.
Eski başkanlar, başkan yardımcıları, ülke başkanları ve yönetim kurulu üyeleri ile Uluslararası PEN, neredeyse yüz yıllık tarihinin en güçlü temsiliyetiyle Türkiye’deydi. Bunu sevinmemiz mi gerekli, üzülmemiz mi, karışık. 12 ülkeden gelen 23 kişilik heyetin, iki günü Ankara’da olmak üzere bu beş günlük ziyaretinin temel konusu sayısı 150’yi geçen tutuklu yazar ve gazeteciler, OHAL koşullarında iyice ufalanmış ifade özgürlüğü meselesiydi. Bu güçlü katılım bir yandan PEN tarihi için olağan ama bir yandan da Türkiye’deki durumun vahametini gösteriyor. Hakikaten tarihi bir ziyaret. İlk PEN seferiyse 1985’te Harold Pinter’ın sıkıyönetim gölgesinde yaptığı olmuştu.
Hakikatin tekeli
Kanadalı yazar, felsefeci John Ralston Saul, 1974’te daha 20’lerindeyken ve Türkiye hakkında pek de bir şey bilmezken bir grup arkadaşıyla gelmiş ilk kez buralara. Büyük Batı kentleri dışında o zamanın Diyarbakır’ı, gölünde yüzdüğü Van, Ahtamar aklından çıkmamış. Bu da unutulacak hikâye değil, Alanya’da kaldıkları sahil otelinde Kıbrıs’ta görevli pilotların da kalışını, harekât yüzünden Alanya’yı bir hafta terk edemeyişlerini anlatıyor. PEN başkanı olduğu dönemde de Türkiye’ye geldi ama bu beş günün yeri ayrı. Hafızasına kaydettiği en mühim anı soruyorum; Türkân Elçi’nin konuşmasını anıyor. Şaibeli ölümü hakkıyla soruşturulmayan Diyarbakır Baro Başkanı Tahir Elçi’nin kol saatinden söz etti konuşmasının bir yerinde Türkân Elçi. Ölümünden dört saat sonra duran, camında katillerin yüzünü aradığı saat... Bu konuşma, Can Dündar’ın eşi Dilek Dündar’ın kendisini ülkesinde neden “rehine” gibi hisettiğini, özgürlüğüne yeni kavuşan yazar Aslı Erdoğan’ın her şeyin devletin “hakikatin tekelini” elinde bulundurmak arzusundan kaynaklandığını söylediği, tutuklu Cumhuriyet çalışanlarının eşlerinin de bulunduğu toplantı aynı zamanda.
OHAL’de referandum
PEN’in hem Türkiye hem bir dönem yaşadığı İngiltere şubelerinde aktif görev yapan Kürt yazar, avukat Burhan Sönmez, bu büyük ziyaretten kısa süre önce de Uluslarası PEN’in yönetim kuruluna seçildi. Sönmez, yazarlar, gazeteciler, tutuklu yakınları, yayıncılarla birlikte siyasileri, muhalefet temsilcilerini, uluslararası yargıçları içeren bir dizi yoğun görüşmeyi anlatıyor. Hem sorumlular nezdinde mesajlarının doğru yere gittiğini, hem de mağdurlara dayanışma dileklerinin ulaştığını düşünüyor; “Onları yalnız bırakmayacağız” diyor.
Referandum, ifade özgürlüğü çerçevesinde kendiliğinden meseleleri olmuş. 15 Temmuz sonrası PEN olarak demokratik yolla seçilmiş hükümete desteklerini iletmişlerdi ama darbe girişimi sonrası ifade özgürlüğüne dair kaygılarını da hiç gizlemediler. John Ralston Saul, siyasilerle görüşmelerinde ısrarla şunu vurguladıklarını söylüyor: Olağanüstü hal koşullarında muhaliflerin hapsedilerek, medyaları kapatılarak söz haklarının, özgür tartışmanın kısıtlandığı bir ortamda adil bir referandum mümkün değil. “Bu koşullarda meşru bir referandumun dünyada örneği yok” diyor Ralston Saul, “Siyasi bir pozisyon aldığımız için değil, PEN olarak yüz yıldır aynı yerde durduğumuz için söylüyoruz bunu."
Kendini ‘piyanist’ sanan hükümet yetkilisi
Uluslarası PEN delegasyonu açık konuşabilmek için görüştükleri hükümet temsilcilerinin isimlerini açıklamama sözü vermiş. Ama muhteviyata dair hissiyatları manidar.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın birkaç danışmanıyla yaptıkları görüşmeler, kendi tercihleriyle “sarayda” değil bir yabancı elçilikte gerçekleşmiş. Kültür Bakanı Nabi Avcı’ya buluşmada tansiyonun yükseldiği, toplantının kesilebileceği bir an yaşandıysa da durum toparlanmış. Eski bir cumhurbaşkanın Kanadalı yazara “Buradaki sıkıntılar dolayısıyla Kanada’ya yerleşmek mecburiyetinde kalan çok yurttaşımız var” diyerek girizgâh yapması manâlı. Aylar öncesinden söz aldıkları Adalet Bakanı’nın randevuyu iptal etmesi üzerine onlara önerilen “sekreter yardımcısı” düzeyindeki görüşmeyi ise bir tür önemsizleştirme, aşağılama sayarak kendileri reddetmiş.
Heyet, hükümet yetkilileriyle yaptıkları her görüşmede önce parti çizgisinde bir “her şey referandumda evet çıktıktan sonra iyi olacak” konuşması dinlediklerini, sıkıştırmaları sonrasındaysa “Aslında haklısınız” noktasına gelindiğini anlatıyor. “Her şey bize bağlı değil”, “Ben zaten birkaç yıldır bu görevdeyim, beni suçlamayın” nevi açıklamalar işitmek şaşırtmış onları. Gerçekten “tek kişinin sözünün geçtiğine” dair kanılarını güçlendirmiş.
Galiba en çarpıcısı da “hükümeti yetkililerinden biri” diye tarif edilen kişinin üzerine çok gidilince anlattığı hikâye... Hani kovboy filmlerinde bir anda herkes birbirine girer, silahlar konuşur, şişeler, sandalyeler havada uçuşur. Bu esnada her şeyin ortasında müziğine devam eden bir piyanist vardır ve tepesinde “Piyanisti vurmayın” yazıyordur.
Hükümette temsil görevi bulunan birinin uluslararası bir heyete kendisini bu Türkiye sahnesinde piyanist sandığını anlatması başlı başına bir hikâye olmuş. Rolünün başka olduğu aşikâr çünkü.