Ekonomi

Özgüven ve kibir arasındaki ince çizgi: Merkez Bankası’nın işçi dövizi hesaplarını kapatışı

'Türkiye ekonomisinin, son on yılda inşaat ve turizm ile kısa süreli bir büyüme yaşadı diye işçi dövizine ihtiyacı kalmadığını ve bir daha da hiç ihtiyacı olmayacağını kim iddia edebilir?'

07 Mart 2014 22:03

Dr. Seçil Paçacı Elitok
İstanbul Politikalar Merkezi Araştırmacısı / Sabancı Üniversitesi

 

Ekim ayında Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası (TCMB) işçi döviz hesaplarını 2014 başından itibaren kapatacağını açıkladı. Bu politikanın sayısız gerekçesi olmakla beraber; işçi dövizlerinin bankanın döviz rezervine oranının yıllar içinde belirgin bir şekilde azalması ve 2013 Eylül’ünde %5,2 seviyesine kadar düşmüş olması gerekçeler içinde en öne çıkanı.

 

İşçi Dövizleri Neden Azaldı?

 

Türk işçilerin anavatana gönderdikleri dövizlerde bir düşüş olduğu ve bu gerilemenin özellikle 1998 sonrası dönemde belirgin bir eğilime dönüştüğü doğru. Türk göçmenlerin tasarruflarının 1990 sonlarından itibaren Türkiye’ye yönelmemeye başlamasının kuşkusuz tek bir nedeni yok. En çok öne çıkan etken, Türkiye’ye kesin dönüş fikrinin özelikle ikinci ve üçüncü kuşaklar için neredeyse ortadan kalkmış olması. 1960’larda misafir işçi olarak Batı Avrupa’ya giden ilk kuşak Türklerin çocukları ve torunları ya daimi ikametgâh sahibi, ya misafir ülkenin vatandaşı ya da her iki ülkede de dönem dönem yaşadıkları bir yaşama sahipler. Ortada “bir gün dönülecek bir vatan” fikri olmayınca da doğal olarak birikimler de oraya ya da orada bırakılmış aile fertlerine akmıyor.

İkinci en önemli faktör, Türk göçmenlerin sosyo-ekonomik statülerindeki değişim. 2000’lerin başında sadece Almanya’da, 50.000’den çok Türk kökenli işadamı olduğunu göz önünde bulunduracak olursak, Türklerin -en azından bir kısmının- son elli senelik Avrupa’ya göç tarihleri içinde işçilerden işverenlere dönüştüklerini söyleyebiliriz. Türk işverenler de misafir işçi mantığından farklı olarak, sermayelerini Türkiye’de yatırıma dönüştürmek yerine misafir ülkede değerlendirmeyi seçiyor.

Üçüncü en önemli faktör 1999’da AB (Avrupa Birliği) ülkelerinin ortak para birimi avroya geçişleri. Avroya geçişin alım gücü üzerinde son derece olumsuz bir etkisi oldu. Özellikle avronun dolaşıma çıktığı 2001 senesine kadarki geçiş döneminde en kırılgan gruplardan biri olan Türk göçmenlerin geçim maliyetleri oldukça yükseldi. Artan hayat pahalılığı hem göçmenlerin tasarruflarını eritti hem de anavatana para gönderme güçlerini azalttı.

 

Para akışının yönü mü değişti?

 

Öyle görünüyor ki Türkiye’nin işçi gelirleri son 20 yılda azalmakla kalmadı, aynı zamanda para transferleri göç yollarının tersine doğru akmaya başladı. Özellikle Almanya-Türkiye koridorunda, beklide altmışlardan bu yana ilk kez para akışı - genel trendin tam tersine- Türkiye’den Almanya’ya gerçekleşmeye başladı. Uluslararası Göç Örgütü’nün (IOM) 2013 Dünya Göç Raporu’na göre 2010 yılındaki en önemli beş koridor içinde Türkiye-Almanya 994 milyon $ ile
kuzey-güney rotasında birinci sırada. Global anlamda para transferi sağlayan en önemli kurumlardan biri olan Western Union’ın CEO’su Hikmet Ersek; Financial Times’dan Gillian Tett’e 2013’te verdiği röportajında bu konunun altını çizdi. Ersek röportajında Türkiye’den Almanya’ya yapılan para transferlerin her ay arttığını ve 2013 yılında Almanya’nın toplam işçi gelirleri içinde %30’luk bir paya ulaştığını belirtti. Altmışlı yıllarda biri bize şimdi Alman markının gittiği yollardan 2000’lerde Türk lirası gelecek dese inanmakta zorlanırdık. Bugün bile bize şaşırtıcı gelen bu tersine eğilim, göçsel akımlar açısından kuşkusuz birçok başka olgunun işareti. Bu olgular içinde Almanya’dan Türkiye’ye son 4-5 yıldır yaşanan hareketliliği ve Türkiye ekonomisinin son on yılda yaşadığı büyümeyi ele alabiliriz. Almanya’dan Türkiye’ye yaşanan akışın geri göç mü olduğu, geçiciliği kalıcılığı, nedenleri ve büyüklüğü tartışıla dursun; Ersek’in sözünü ettiğini %30’luk artışta Türkiye’ye gelen son kuşak gurbetçilerin Almanya’da kalan ailelerine yaptıkları para transferinin açıklayıcı bir payı olduğu aşikâr. Öte yandan, Türkiye’nin 2000 sonrası ekonomide yakaladığı ivmelenme onu işçi dövizi alan bir ülke olmanın yanı sıra işçi dövizi gönderen bir ülke konumuna da getirdi.

 

Ne bekliyorduk ne bulduk?

 

Türkiye’nin Batı Avrupa ülkeleri ile imzaladığı misafir işçi anlaşmalarından iki temel beklentisi vardı. Hem kendi işsizlik sorununu başka ülkelere ihraç etmek hem de emek göçünün yaratacağı işçi dövizlerini kendi kalkınma hedefinin ekonomik kaynağı olarak kullanmak. Bu beklentilere paralel olarak Türkiye işçi dövizi çeken gelişmekte olan ilk on ülkeden biri olma konumunu on yıllarca korudu ve göçmen gelirleri Türk ekonomisinin en temel dış kaynaklarından biri oldu. Örneğin 1960-1981 arasında; işçi dövizleri dış ticaret açığının %80’ini, cari açığın ise %60’ını karşıladı. Tabii bu istatistikleri sadece Merkez Bankası verilerine (Türkiye’ye resmi kanallarla gelen işçi dövizleri) dayanarak bulduğumuzu da belirtelim. Dünya üzerindeki işçi dövizi akışının oldukça büyük bir kısmının gayri resmi yollarla gerçekleştiğini düşünecek olursak; rakamların resmin sadece bir kısmına ışık tuttuğunu söylememiz gerekir. (Kaldı ki Merkez Bankası datası da toplulaştırılmış; menşe ülkeye göre ayrıştırılmamış ve 2003 sonrası işçi dövizi hesabının son iki kalemi de Turizm Gelirleri altında yeniden sınıflandırılmıştır.)

 

Bir kuru teşekkür

 

Merkez Bankası yaptığı basın açıklamasında yukarıda belirtilen ‘dış kaynak’ boyutunu kabul ediyor ve özellikle kriz dönemlerinde döviz finansmanın sağlanmasında işçi dövizlerinin katkısının önemini vurguluyor. Hatta metnin sonunda “Yurt dışında yaşayan vatandaşlarımıza, 1976 yılından bu yana Bankamız uygulamalarına gösterdikleri ilgi ve ülkemiz ekonomisine yaptıkları katkılar için teşekkür eder, katkılarının gelişen finansal sistemdeki diğer araçlarla devam edeceği beklentisiyle sağlık ve mutluluk dolu bir yaşam dileriz” ibaresi var.

Bu son madde birçok açıdan manidar ve adeta bir günah çıkartma gibi. Türkçe meali: “size ihtiyacımız kalmadı”. Dünyada eşi benzeri olmayan bu hesap kapatma politikasının ardındaki tarihsel ‘günahlara’ gelin beraber bakalım.

Öncelikle 60’ların ve 70’lerin başarısız işçi şirketleri deneyimini hatırlayalım. “İşçi dövizleri sadece kişisel tüketim amaçlı kullanılmasın aynı zamanda istihdam yaratan yatırımlara da dönüşsün” saikiyle kurulan Köy Kalkınma Kooperatifleri ve İşçi Yatırım Şirketleri; gerek siyasi ve idari eksiklikler ve bürokratik engeller gerekse finansal yetersizlikler nedeniyle başarısızlıkla sonuçlandı.

İkinci olarak;  göçmen birikimlerinin İslami derneklerde değerlendirilmesini ve bunların bir kısmında yaşanan yolsuzlukları sayabiliriz. Bugün Anadolu Kaplanları diye bilinen birçok firmanın kuruluş sermayelerinin özellikle Almanya’da yaşayan Türk göçmen işçilerin birikimlerinden geldiğini biliyoruz. Özellikle 2000’lerde Alman hükümetlerinin yaptığı denetimlerde ciddi mali yolsuzluklar tespit edildi ve Müslüman göçmenlerin yardım adı altında toplanan paralarının farklı amaçlarla kullanıldığı ortaya çıkarıldı. Müslüman topluluğun maddi birikimlerinin bir kısmının bazı vakıf ve derneklerce toplanıp toplanma amaçları dışında kullanıldıkları aşikâr iken; Türkiye tarafı sürecin ya takipçisi olmadı ya da üstünü örtme/görmezden gelme yaklaşımı içine girdi (bkz. Deniz Feneri davası).

Son olarak da Merkez Bankası’nın işçi dövizlerini teşvik etme(me)k için neler yaptığına bakalım. Yıllar içinde Merkez Bankası her iki döviz hesabına da (Kredi Mektuplu Döviz tevdiat Hesabı ve Süper Döviz Hesabı) uyguladığı faiz oranlarını düşürdü ve aldığı vergiyi de arttırdı. Örneğin 2001’de %9 olan faiz oranı, 2004’te %3’e gerilemiş ve 2013’te %0,25’e kadar düşmüştür. Bu anlamda teşvik etmek bir yana, uygulanan politikalar adeta finansal yatırımları nasıl daha az çekici kılarım gibi bir anlayışın ürünüdür.

Hal böyleyken, ortada işçi dövizlerini yatırımlara dönüştürme projesinin altından kalkamamış, derneklere gurbetçilerin birikimlerinin hortumlanmasının hesabını soramamış ve para transferini teşvik edici araçları geliştirememiş bir Türkiye görüntüsü vardır. Bütün bunların üstüne  “biz bu işi yönetemedik, işçi gelirlerinden faydalanmasını bilemedik” demek yerine “başka finansal araçlarım var zaten ihtiyacım da kalmadı” anlayışı ile işçi dövizleri hesabını tümden kapatmak Türkiye ekonomisinde kibre varan özgüven seviyesi olarak da okunabilir.

 

Sonuç:

 

Özgüvenli olmak için gerekli birçok sebep var iken “dış kaynak olarak işçi dövizlerine ihtiyacım kalmadı” noktasına gelmek için yeterli sebepler olmadığı kesin. 2002 senesinde 3.500 $ olan kişi başına milli gelirin on yılda üçe katlayıp 10.524 $ olduğu doğru. Yine son on yılda ortalama %6 büyüyerek Avrupa’nın altıncı ve dünyanın on yedinci ekonomisi haline geldiğimiz de doğru. Ama bütün bunlar 800 milyar dolarlık milli geliri olan Türkiye’nin işçi dövizlerinin önemini kavrayamamış olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Hem de dünyada yıllık 500 milyar doların üzerinde para transferi yapılırken ve istinasız bütün uluslararası raporlar bu transferlerin hedef ülkelerdeki kalkınmaya olumlu etkisini gösteriyor iken. Kaldı ki en ufak bir gündem değişikliğinde borsası tepetaklak olan, sosyal endekslerde son sıralarda yerini alan, istikrarsız, yüksek cari açığını sıcak para ile çeviren, kırılgan ve krizlere son derece duyarlı Türkiye ekonomisinin, son on yılda inşaat ve turizm ile kısa süreli bir büyüme yaşadı diye işçi dövizine ihtiyacı kalmadığını ve bir daha da hiç ihtiyacı olmayacağını kim iddia edebilir? Hem de on yıllık büyüme trendinin işsizlik rakamlarına yansımadığı herkesin malumuyken ve büyümenin sürdürülebilirliği de şüpheliyken.

Varsayalım ki gerçekten işçi dövizine ihtiyacımız kalmadı; işçi dövizleri kavramına yıllarca kurtarıcı rolü atfedip her krizden bu kaynak sayesinde çıkıp; işler biraz iyi gittiğinde gurbetçilere teşekkür edip ‘kusura bakmayın artık para gönderebileceğiniz bir hesabınız yok’ demek Türkiye ekonomisinin özgüven ile kibir arasındaki ince çizgide salındığının adeta bir sinyali. Rezervlerimizin temel kaynağının artık işçi dövizleri olamayacağı ortada ama hem her an yeniden ihtiyaç doğabilir, hem de doğmasa dahi işçi dövizleri başka finansal araçlarla bir arada var olabilir. Dahası, Türkiye hem işçi dövizi alan hem de gönderen bir ülke olarak hayatını sürdürebilir.

Üstelik, işçi dövizi sadece A ülkesinden B ülkesine basit bir para transferi değildir. Göçmenlerin yurtları ile kurdukları manevi bağın da adeta bir sembolü ve geri dönüş idealinin de bir sürekliliğidir. Bu anlamda işçi dövizi hesabını kapatmak göçün sosyal boyutunu görmemek ve kavramı sadece ihtiyaç ekseninde tanımlamak anlamına gelir. Gurbetçilerin yanlarında sadece avro getirmedikleri, yaşadıkları ülkelerin değerlerini, kültürünü, çalışma disiplinini, toplumsal rollerini ve parayla ölçülemeyen daha birçok sosyal birikimi de beraberlerinde taşıdıkları da gözden kaçan başka bir boyut.

1960’ların “Almancı”ların göndereceği marka muhtaç Türkiye’si elbette geride kaldı. İyi ki de geride kaldı Ancak, işçi dövizi hesabını kapatmanın hangi derdimize nasıl bir çare olacağını bilen varsa beri gelsin. Zira dünya onunculuğuna oynayan Türkiye ekonomisinin önündeki en büyük engel aşırı özgüven ve kibir olacak gibi duruyor.