Geçen hafta sonu, dünya ekonomisinin ve finans sisteminin gidişatıyla ilgili birçok yazı okudum ve iyimser olmanın iyice zorlaştığı bir dünyada yaşamakta olduğumuzu bir kez daha hatırladım. Son zamanlarda, dünya ekonomisinin yakın geleceğiyle ilgili olarak en sık kullanılan sözcük “resesyon”. Avrupa ve ABD’nin ne zaman resesyona gireceği tartışılıyor sürekli olarak. Almanya’nın ve Avrupa’nın ABD’den önce resesyona gireceğini düşünenler çoğunlukta. Bu yılın ikinci çeyreğinde küçülen Almanya ekonomisinin üçüncü çeyrekte de küçüldüğü görülürse Almanya teknik olarak resesyona girmiş olacak.
Avrupa ekonomisinin rakipsiz lideri olan Almanya’nın içine düştüğü durum aslında şu anda dünya ekonomisini sarsmakta olan sorunların kaçınılmaz bir sonucu. Bilindiği gibi Almanya sanayi sektöründeki öncülüğünden vaz geçmeyerek ekonomisini ayakta tutan ve özellikle otomotiv sanayinde dünya liderliğine oynayan, dünya pazarlarında öne çıkan ülkelerden biri. Dolayısıyla dünyada ticaret savaşlarının yaygınlaştığı ortamda Almanya’nın darbe yemesi kaçınılmaz. Ayrıca otomobil sanayiinde yaşanmakta olan teknolojik dönüşüm de Alman otomotiv sanayiini zorluyor. Dizel ve benzin motorlu araçlardan elektrikli aralara doğru geçişin hızlandığı ortamda Almanya’nın işi zorlaşıyor. Bu arada Avrupa ekonomisinin bir bütün olarak yavaşladığını ve 2019 yılı büyüme tahmininin yüzde 2’den yüzde 1’e çekildiğini de unutmamak gerekiyor.
Tarihindeki en uzun süreli kesintisiz büyüme dönemini yaşamakta olan ABD ekonomisinin ne zaman resesyona gireceği de yoğun biçimde tartışılıyor. Başkan Trump’ın attığı hatalı adımlar nedeniyle, ABD’nin başkanlık seçimi yılı olan 2020’de resesyona yakalanma olasılığı konusunda da farklı tahminler yapılıyor. Trump’ın ticaret savaşına zorladığı Çin’de de ekonominin ciddi yavaşlama sinyalleri verdiği görülüyor.
2020 kırılma yılı olabilir mi?
Küreselleşmenin öncülüğünü yapmış olan ABD ve İngiltere başta olmak üzere Batı ülkelerinde yükselen küreselleşme düşmanlığının dünya imalat sanayinin ciddi biçimde yavaşlamasına neden olduğunu OECD’nin son verileri de gösteriyor. Dünya imalat sanayiinde son altı yılın en keskin yavaşlamasının yaşanmakta olduğunu belirten OECD, dünyanın en büyük ekonomilerinin “düşük büyüme tuzağı”na düşme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğunu vurguluyor.
Küresel ekonomideki bu olumsuz gelişmeleri trilyon dolarlık fonları yöneten finans sektörü de yakından izliyor ve 2020 yılının bir kırılma yılı olabileceği kaygısının yatırımcıları da kaygılandırdığı görülüyor. Absolute Strategy Research(ASR) adlı araştırma kuruluşu, 4.1 trilyon dolarlık bir yatırım havuzunu yöneten 200 kurumun yöneticileriyle yaptığı ankete katılanların %52’sinin dünya ekonomisinin 2020 yılında resesyona girebileceğini tahmin ettiğini açıkladı. Bu anketi 2014 yılından beri yapmakta olan ASR’nin yöneticisi David Bowers, ankete katılan finans yöneticilerinin çoğunluğunun ilk kez küresel resesyon tahmini yaptığına dikkat çekerek, “bu sonuç finans yöneticilerinin çoğunluğunun 2020 yılı için ‘ayı pazarı’ senaryosunu satın aldığını ve bir kırılma noktasına gelindiğini kabul ettiğini gösteriyor” dedi.
Türkiye’nin Lego ekonomisi
Ben hafta sonunu bu karamsar yorumları okuyarak geçirdikten sonra “ne olacak bu dünyanın hali” diye kara kara düşünerek haftaya başlarken Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’ın Pazartesi günü ‘Yeni Ekonomik Programı’(YEP) açıklayacağını bilmiyordum. Programın içeriğini öğrendikten sonra da ne yazık ki üzerimdeki karamsarlığı atamadım.
Dünya ekonomisinin nereye gittiği belliyken, Türkiye’nin en büyük pazarı olan Almanya ve Avrupa resesyon tehdidi altındayken, küresel finans sisteminde patlamaya hazır bombalar çoğalırken ve temel sorunlarının hiç birini henüz çözmemiş olan Türkiye ekonomisinin dış dünyadaki görünümü hâlâ hiç de parlak değilken, Türkiye ekonomisi için ortaya konan hayli iyimser hedeflerin, özellikle dış dünyada ne kadar inandırıcı olabileceğini bilmiyorum.
Bir Lego hastası olan torunum sayesinde, Lego parçalarıyla çok yaratıcı şeyler yapılabildiğini biliyorum. Ancak bir ülkenin ekonomik programını hazırlarken ülkenin içinde bulunduğu koşulların gerçekçi bir değerlendirmesinin yapılması, dünyadaki koşulların dikkate alınması ve programın dış dünyada nasıl algılanacağının da mutlaka hesaba katılması gerekiyor.
*Bu yazı Dünya gazetesinde yayımlanmıştır.