12 Nisan 2012 23:39
Hazal Özvarış
“Başbakan Erdoğan yazdırdı bu kitabı bana.”
Osman Ulagay, “Türkiye Kime Kalacak?” başlıklı son kitabına bu cümleyle başlıyor.
Sebebi, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 26 Şubat 2010’da söylediği cümleler:
“Herkes fikrini söylemekte serbesttir. Gayet güzel de böyle belirlenmiş şeyler var. O insanlara o kalemleri teslim edenler de der ki ‘Kusura bakma kardeşim, bizim dükkânda sana yer yok.’ Çünkü herkes vitrinine layık olanını koyar…”
Ulagay’ın bir gün sonraki, “Başbakan’ın ‘dükkân’ında bana yer yok” başlıklı yazısı Milliyet’te yayımlandı. Ancak bu, Milliyet'teki son yazısı oldu. Bu yazıyı izleyen “Medya patronları Başbakan’a cevap vermeyecek mi?” yazısı Doğan Medya Grubu'nun “Başbakan’a cevap vermeme” kararı gerekçe gösterilerek yayımlanmadı. Bunun üzerine Ulagay, “sessiz bir protesto” ile Milliyet’ten ayrıldı.
Ardından geçen zamanda masanın başına oturan Ulagay, “Herkesi kızdıracak” dediği bu kitabı yazdı ve yaklaşık 35 yıldır ekonomiye odaklanan bir yazar olarak kendisinden duymaya alışık çok olmadığımız ifadeler kullandı: Tehlike, korku, ürküntü, kâbus…
Nedenini öğrenmek için Ulagay’a sorduk:
Gördüğü kâbus ne? Neden korkuyor? Erdoğan’ın Türkiyesi’nde ne olacağını düşünüyor? AKP’nin nihai hedefi “1923 Cumhuriyeti’ni bitirmek” mi? Ona göre, demokrasi Erdoğan için hâlâ bir araç mı? Erdoğan'ı eleştirdiği konularda kitlesel bir tepki neden doğmuyor? Gülen hareketi, AKP'ye karşı siyasi bir alternatif mi? Laik kesime neden kızıyor?
İşte Ulagay’ın www.t24.com.tr’nin sorularına verdiği cevaplar:
- AKP Gerçeği ve Laik Darbe Fiyaskosu’nu “Sabrım taştığı için yazdım” demiştiniz. Bu kitabınızda da laiklerin tavrı için “Çıldırıyorum” diyorsunuz. Nedir sizi çıldırtan?
Temel nedeni şu: Laik kesim diye tanımlayabileceğimiz kesimin yıllardır savunduğu, kemikleşmiş bazı ilkeler var. Kendilerine göre tanımladıkları Atatürk ilkelerini savunuyorlar ve Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet'i devam ettirme kaygısı taşıyorlar. Fakat bunu yaparken Atatürk'ü bir isim olarak yaşatmanın ve her yıl 10 Kasım gibi vesilelerle ona bağlılıklarını belirtmenin Atatürk'ün düşüncesini canlı tutmaya yeterli olacağını düşünüyorlar. Hâlbuki yaşadığımız deneyim gösteriyor ki bu yeterli değil!
Böyle yaparak, laik kesim sadece sınırlı bir çevrede etkileşim sağlamış oluyor. Ancak, Atatürk Türkiye’de sadece yüzde 20'lik bir kesim için değil, çok daha büyük bir kesim için önemli. Onları kazanabilmek ve Türkiye siyasetinde etkili olabilmek için 60 senedir değişmeyen ilkelerle Atatürk'ü savunmak artık geçerli bir yöntem değil. Bunun da hâlâ anlaşılamamış olması beni çıldırtıyor. Atatürk'ü gerçekten yaşatmak istiyorsak ve Cumhuriyet ilkelerinin günümüze uyarlanmasını istiyorsak bunu aşmamız lazım.
- “Sabah kalkıp Yılmaz Özdil ve Bekir Çoşkun okuyarak güne başlayan” bir laik kesimden bahsediyorsunuz. Laik kesimin portresini nasıl çiziyorsunuz?
Laik kesim, uzun yıllar kendisini Türkiye'nin, bir anlamda, yol göstericisi olarak görmüş ve bunun verdiği bir özgüven var. Eninde sonunda Türkiye'nin Atatürk'ün öngördüğü tarzda bir ülke olabileceği inancı taşıyorlardı. Fakat değişen dünya ve Türkiye'nin gerçekleri bu inancı çok sarstı. Onlar da bu güvencelerini terk etmeye başladılar. Nihaî güvence olarak görülen asker faktörünün devre dışı kalması bunu daha da arttırdı. Dolayısıyla bu kesimin içerisinde dayanışma ihtiyacı büyük ölçüde arttı. Bu dayanışma ortamını sağlayan bu yazarlar da onlar için önemli.
Sabah kalkıp da, bir gün önce duyduklarının moral bozukluğuyla kalkıp, onların duygularını paylaşan bir yazarın yazısıyla karşılaşmak onlara iyi geliyor. Bunu daha önce İlhan Selçuk için de çok düşündüm. Bu test de edildi. İlhan Selçuk'un Cumhuriyet'ten ayrıldığı dönemlerde Cumhuriyet'in okur sayısı birdenbire 40-50 bin azaldı. Şimdi o fonksiyonu ifade eden Yılmaz Özdil, Bekir Çoşkun var.
- Kitapta “Bu yazarları okuyarak avunma kültürünün gidişatı değiştirmek için başka şeyler yapmak gerektiğini idrak etmeyi önlediğini” öne sürüyorsunuz. Yani bu yazarlar, içe dönük laik kesimin bir nevi “gazını alarak” son kertede AKP yararına bir işlev mi sergilemiş oluyor?
Maalesef, bu içine kapanma tavrı, bu kesimin giderek daralmasına yol açıyor. Ben buna “avunma ve avutma kültürü” diyorum. O yazarlar da bu fonksiyonu sağladıkları için, o insanları farklı düşünmeye, başka çözümler aramaya çalışmaktan alıkoyuyor belki. "Biz bu şekilde kendi çevremizde yaşayabiliriz" diyorlar ve bu, onların zayıflamalarına yol açıyor.
- Erdoğan’ın Türkiye’sine dair bir kâbustan bahsediyorsunuz. Nedir gördüğünüz bu kâbus?
İktidardaki otoriterleşme eğilimi ve Türkiye'nin tek parti rejimiyle yönetilir hale gelmesi bir kâbus bence. İfade özgürlüğünün sınırlandığı bir ortamdan, AK Parti iktidarının hedeflerini ve ilkelerini beğenmiyorsanız bunu ifade etme hakkınızın sınırlandığı bir ortamdan söz ediyorum. Bu ortam bizi yavaş yavaş tek sesli bir ülke olmaya doğru götürür. İktidarın karşısında sizin görüşlerinizi temsil eden bir siyasi alternatif yoksa ve ufukta da görünmüyorsa, bu da bir kâbustur.
Düşünün bir kere, her konuda iktidarın ya da Sayın Başbakan’ın kendi ölçülerine göre belirlediği tercihlerin sonuçlarına mahkûmsunuz. Bir gün “Taksim Meydanı şöyle olacak, bütün ağaçlar kesilecek” deniyor, ertesi gün “Eğitim sistemi şöyle olacak” deniyor ya da “Şu heykeli beğenmedim, kaldırın” deniyor. Bunlar ancak otoriter tek parti rejimlerinde rastlanan şeyler…
- Başbakan'ın “Herkes vitrinine layık olanı koyar” sözleri üzerine kaleme aldığınız “Medya patronları Başbakan’a cevap vermeyecek mi” yazınızın Milliyet’te yayımlanmaması nedeniyle köşenizi bıraktınız. Siz bugün bu kâbusu mu yaşıyorsunuz?
Şimdi ben kâbus dediğim noktaya doğru bir gidiş olduğunu söylüyorum. Muhalefete tahammülsüzlük giderek artıyor. Medya üzerindeki baskı artıyor. Ben Milliyet’teki köşemi bıraktıktan sonra geçen süre içinde, birçok gazeteci ve yazarın yazı yazma veya televizyonda görünme olanağı kalmadı. Birçok isim sayabilirim...
- Kâbusu 7 maddeyle özetliyorsunuz: 1-Hızlı ekonomik kalkınmaya odaklanmış yönetim anlayışı, 2- Başkanlık sistemi, 3- İnsan hakları ve özgürlüklerine önem vermeyen bir demokrasi anlayışı, 4- Batı etkilerinden arındırılmış toplumsal yaşam tarzı, 5- Cemaat ilişkilerini iş hayatında kullanan kendine özgü sermaye birikimi, 6- Dini kontrol aracı olarak kullanan bir anlayış, 7- Cumhuriyet’i kuranların izlerini yok edecek bir ülke. Kâbusunuz bu kadar mı yoksa kaleminizi mi tuttunuz?
Ben bu 7 madde ile AK Parti’nin ve ona destek verenlerin kurmak istediği Türkiye’nin nasıl bir ülke olabileceğini göstermek istedim. Kâbus, derken vurgulamak istediğim şey ise, tekrar söylüyorum, Türkiye'nin tek parti rejimiyle yönetilir hale gelmesi. Ayrıca şöyle bir endişe de taşıyorum: Türkiye, AKP kadar dışlayıcı ve ötekileştirici olmayan bir yönetimle dünyada çok iyi bir yere gelebilir, ama Türkiye’nin potansiyeli ile AKP'nin Türkiye’yi getirebileceği yer arasında büyük bir boşluk oluşmaya başladı. Bu da beni rahatsız ediyor.
- Kitaptan bir alıntı: "Aşırı özgüven ve eleştiriye tahammülsüzlüğün nice ünlü siyasetçinin sonunu getirdiğini unutmamak gerekiyor." Bu durumda aşırı özgüven ve tahammülsüzlükle eleştirdiğiniz Erdoğan da kendi sonunu hazırlıyorsa, siz neden korkuyorsunuz?
Beni en çok korkutan şey, değer ölçülerini benimsemediğim bir iktidarın her şeye hâkim olması ve kendi normlarını herkese empoze etmeye kalkışması. Bu noktaya gelindiğinde benim için ve benim gibi düşünenler için bu ülkede yaşamanın bir anlamı kalacak mı, kalmayacak mı, bunu düşünüyorum.
- Ülkeyi terk etmeyi mi düşünüyorsunuz?
Hayır, o noktaya gelmeden bir şeyler yapmak gerektiğini söylüyorum.
- Tehlike, ürküntü, korku gibi sıklıkla kullandığınız kelimeler karşı çıktığınız laik kesimin "Tehlikenin farkında mısınız" sözlerini çağrıştırıyor. Fark nerede?
“Tehlikenin farkında mısınız?” sorusunu soran laik kesim kendi açısından tehlikenin farkında ama buna karşı çare üretemiyor, çünkü çareyi geçmişte arıyor. Ben onların dışında kalan bir kesime, "Canım bunlar da iyi kötü yönetiyor ülkeyi. Şikâyet edecek neyimiz var” diyenlere, AK Parti’nin görüşlerini tam olarak benimsemedikleri halde onu kötülerin iyisi olarak görüp, daha iyiyi aramayan kesime mesaj vermek istiyorum. AKP'yi demokratikleşme umudu ile uzun süre desteklemiş olanların bir kısmı yavaş yavaş bu umudun sınırına gelindiğini görüyor zaten.
- Liberalleri mi kast ediyorsunuz?
Liberalleri, Kürt sorununda AKP'nin çözüm getireceğine inananları, AKP'nin askeri vesayeti kaldırarak Türkiye'yi özgürlükçü demokrasiye götüreceği umudunu taşıyanları kastediyorum.
- Kitabınızda da "AKP, liberalleri mükemmel bir şekilde kullandı" diyorsunuz. Peki, liberaller neden kendilerini kullandırdı? Sebep, bir yerde telaffuz ettiğiniz astronomik ücretler mi?
Astronomik ücretler, her dönemde olmuştur. Bugün de AKP'nin kendine yakın gördüğü kimseler, AKP’nin üzerinde sörf yaptığı dalganın içinde yer alanlar var. Onlar da bu durumdan yararlanıyor. Dolayısıyla onların AKP'yi savunmaya devam etmeleri anlaşılır bir şey. Ben daha çok o kesim içinde yer almayan, AKP'yi bir demokratik dönüşümün partisi olarak görenler açısından bunu söylüyorum.
Bu bizim entelektüellerimizin bir bölümünde uzun zamandır görülen bir zafiyet. Toplumun geniş kesimiyle güçlü bağ kuramayan ve bu bağı kurmadan iktidar ve nüfuz sahibi olma hevesine kapılmaktan kaynaklanan bir durum var. İktidar ve nüfuz sahiplerine, sizin görüşünüze çok yakın olmasalar da, yakın durduğunuz zaman, o iktidarın pozisyonunu desteklemiş oluyorsunuz. Ayrıca askeri vesayetin yükünü üzerinde hisseden insanlar da, AKP'de bunu ortadan kaldıracak bir potansiyel gördükleri için ona destek verdiler. AKP ve yandaşları, askeri vesayeti onların desteğiyle etkisiz hale getirirken bunun sonuçlarını tam olarak kestiremediler. Bu yüzden şimdi eğer AKP kendi hegemonyasını, tek parti rejimini kurarsa onlar gene umduklarını bulamayan kesimde yer alacaklar…
- Yani aydınlar AKP’ye bol kepçeden mi destek attı?
O desteği verirken, daha rezervli davranmak lazımdı. AKP'ye sınırsız destek vermek yerine bunun sınırlı olduğunu hissettirerek vermek gerekirdi. Öyle olsaydı, AKP bu kadar şımarmayabilirdi.
- AKP sizce ne zaman şımardı?
Bilhassa 2007 sonrasında. İlk beş yılda bu konular çok fazla tartışılmıyordu. Cumhurbaşkanlığı seçimleri, referandum kırılma noktaları oldu.
- Erdoğan'ın “sessiz devrim yaptık” ve “normalleşme” ifadelerine dikkat çekiyor, "sinsi devrim"e işaret ediyorsunuz. Neden devrim? Neden sinsi?
Devrim, sol literatürde ağırlık kazanan bir sözcük. İktidarın bütün uzantılarıyla birlikte el değiştirmesini ifade ediyor bu sözcük. AKP iktidarının, özellikle son 3-4 yıldaki uygulamalarında böylesine büyük bir iktidar değişikliğini hedefleyen bir taraf var. Fakat buna “devrim” deyimi yerine “normalleşme” deyimini tercih ediyorlar. Bu çok önemli, çünkü onun altında yatan bir mantık var: Onlara göre Türkiye'de yaşayan insanların, Anadolu toplumunun normal bir hayat çizgisi vardı. Bu çizgi 1923’te Cumhuriyet rejiminin kurulmasıyla kırıldı ve başka bir model zorla empoze edildi halka. Bu mantığa göre 1923 – 2002 arasındaki dönem “anormal”di, şimdi ise AK Parti ile birlikte bir “normalleşme” yaşanıyor. Şimdi yaşanmakta olan değişim ve dönüşüm kapsamlı ama bu büyük sokak hareketleri veya kırılmalarla gerçekleşen bir dönüşüm değil. Toplumu test ederek kademeli adımlarla ilerliyorlar. Aşamalı değişim, olaya farklı bir nitelik kazandırıyor.
- AKP'nin nihai hedefinden bahsediyorsunuz. Gizli bir ajanda mı olduğunu düşünüyorsunuz?
Onların benim “büyük rüya” diye tanımladığım bir hedefi var: 1923 ile hesaplaşma ve onu aşıp farklı bir Türkiye oluşturma. Bunun ardında da şu argüman var: “1923'ten 2002'ye kadar Türkiye bir yerden bir yere geldi, ama kendi dokusunu kavrayamayan, dıştan gelmiş olan bir seçkinler grubunun yönettiği bir Türkiye olduğu için kendi potansiyelini tam kullanamadı. Şimdi biz düzeni 'normalleştirerek', kendi bünyesine daha uygun bir anlayışla, dini değerlerini de dikkate alan bir anlayışla toplumun önünü açtık. Dolayısıyla Türkiye bundan sonra çok daha hızlı gelişecek.”
Ben bu argüman kazanırsa, AK Parti ve yandaşları kendi “büyük rüyaları”nı gerçekleştirirse “Türkiye’ye şeriat gelecek" gibi bakmıyorum. Bence şeriat düzeni Türk toplumunun dokusuna uymuyor, bu 90 yılda ne olmuşsa olmuş ama Türk toplumu da bir yere gelmiş. Bugün Başbakan Erdoğan Arap ülkelerine “laik Türkiye”yi örnek gösteriyor.
- Mehmet Şevket Eygi, geçtiğimiz günlerde "Demokrasinin İslami düzene geçiş için daha kolay bir rejim" olduğunu söyledi. Türkiye'de demokrasinin kendini koruma reflekslerinin zayıf olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Bu önemli bir soru, çünkü Türkiye'de demokrasinin kendini koruma reflekslerinde bir zafiyet var. Asıl problem de burada. Mevcut iktidarın beni en çok endişelendiren yanı da bu zaten, yani ilkel bir demokrasi anlayışına sahip olması. “Ben seçimde yüzde 50 oy alıp iktidar oldumsa ve Meclis'te çoğunluk bendeyse her istediğimi yapabilirim, toplumun geri kalanının tepkisi beni ilgilendirmez” anlayışı bu. AK Parti eğer, anayasa yapacak çoğunluğa sahip olsaydı hiç kuşkunuz olmasın ki kendi istediği gibi bir anayasa yapma yoluna gidecekti.
- Yani sizce istenen “cumhuriyet'i bitirmek” mi?
“AKP, Cumhuriyet'i bitirmek istiyor” şeklinde koymayalım, ama farklı ilkelerle tanımlanmış bir cumhuriyet tasarımı var.
- Bu Cumhuriyet’in, 2. Cumhuriyet’ten farkı ne?
2. Cumhuriyet deyimi bazı entelektüellerin AKP doğmadan önce kullandığı bir deyimdi. Bu nedenle aynı deyimi kullanmak doğru olmayabilir. Bugünkü duruma dönecek olursak şunu söyleyebiliriz. 1923 Cumhuriyeti daha çok Batı’nın değerlerini referans alan ve Batı toplum yapısına benzemeyi hedefleyen bir çerçeveye sahipti. Batı’nın küresel hâkimiyetini, tekelci üstünlüğünü kaybetmekte olduğu bugünün dünyasında ise Batı’nın değerleri tartışmalı hale gelmiş durumda, Batı’nın değerleri ve kurumlarıyla başka değerleri birleştirerek yeni modeller üretmek mümkün belki. Bunları düşünmek mümkün ama bugünkü iktidarın ve Sayın Başbakan'ın demokrasi kültürüyle hiç bağdaşmayan, kendisiyle uyum sağlamayan herkesi dışlayan ve ötekileştiren bir yaklaşım var. Bütün muhalefet odakları üzerinde caydırıcı bir baskı uygulamaya başladığınız zaman demokrasi büyük ölçüde yara almış oluyor. Bu çok tehlikeli bir şey. Onların kafasındaki farklı Türkiye modelini oturup tartışalım diyorum, fakat ben bunun özgürce tartışılabileceğinden büyük şüphe duyuyorum. Çünkü onlar bunları daha fazla tartıştırmak istemiyor. Kendi kafalarındakini empoze etmek istiyorlar.
- Bir parantez: Ahmet Altan, Milliyet'ten kovulmasına yol açan “Atakürt” yazısını bugün yazsa, işinden olur muydu?
Hayır. O zaman duyarlılıklar çok farklıydı. Bu elbette ki iyi bir gelişme. O işte büyük bir yanlışlık vardı.
- Empoze etmek, dışlamak gibi Kemalizme atfedilen özelliklerin bugün AKP tarafından yapıldığını söylüyorsunuz. Öyleyse AKP kendi Kemalizmini mi yaratıyor?
AKP, şu anda demokratik yöntemlerle elde ettiği yetkiyi kullanırken tek parti rejimi gibi davranıyor. Bir batı ülkesi demokrasisine baktığınız zaman, iktidar da muhalefet de aynı yolun yolcusudurlar ve bunu kabul etmişlerdir. Demokrasi oyunu eşit şansa sahip olan takımlar, aynı statüde bulunan takımlar arasında oynanır. Ama bugün Türkiye’de bütün muhalefet partilerini adeta aşağılayan, onların meşruiyetini sarsmaya çalışan ve bütün doğruları gösteren, kuralları koyan tek parti hâkimiyetini özleyen bir anlayış var. Bu yetkinin oy ile elde edilmiş olması onun kötü olmasını engellemiyor.
- Erdoğan yaklaşık 17 sene önce "Demokrasi bir araçtır" demişti. Sizce Başbakan bugün bu sözün ne kadar yakınında, ne kadar uzağında?
AKP, demokrasiyi tek parti iktidarı olmak için bir araç olarak kullandı. Seçimle iktidara gelmek, demokrasi denmesi için yetmiyor. Zaten uluslararası tasnife göre Türkiye hâlâ bir “kusurlu demokrasi” sayılıyor.
- Siz haklıysanız neden kitlesel bir tepki doğmuyor?
Üzerinde sörf yapılan büyük dalgaları düşünün. Dalganın üzerindeyken kendinizi başka bir dünyada hissediyorsunuz. AKP'nin şimdiye kadar yaptığı icraatla ve uluslararası alanda gördüğü kabulle, bir dalganın üzerinde sörf yaptığını söyleyebiliriz. Bunun da toplumsal bir etkisi de var tabii. AKP’ye muhalif olanların sinirine dokunsa da bu bir gerçeklik. Buna karşı çıktığınız zaman da "Sen değişimi görmüyorsun, geri kafalısın" gibi ithamlarla karşılaşmanız mümkün. Bir de ekonomik şartların genelde iyiye gitmesi önemli bir faktör. AKP’nin kabul edilebilir bir ekonomik performansının olması bu ortamı sağlıyor.
Ama ben bu konuda bir eşik noktasına yaklaştığımızı düşünüyorum. İki soru önemli burada: (1) Bu kabul edilebilir icraat nereye kadar devam edecek? (2) Bu kadar zaman sonra iktidarın olgun bir tavır gösterememesi ve muhalefeti aşağılayarak tahrik etmesi. Ben bunun er geç bir karşı dalga yaratabileceğini düşünüyorum. Ancak bu muhalif dalganın etkili olması için AKP’ye alternatif oluşturacak bir temelinin olması lazım. İnsanlara yön verip ufuk açacak, “Biz şu bakımdan AKP'den daha farklı bir iktidar olabiliriz” dedirtecek bir yönlendirici boyutu olması lazım.
- Mevcut muhalefetten de çok umudunuz yok, sizce “karşı dalga” bir hayal mi yoksa gerçekçi bir ihtimal mi?
Böyle bir şeyin toparlanması kolay olmayacak bence. AKP'yi bir yerde, Fethullah Gülen hareketinden aldığı destekle birlikte düşünmek lazım. Gülen hareketinin azımsanmayacak bir gücü var. Bu güç hem iş dünyasında, hem uluslararası alanda, hem de değişik devlet organlarındaki kadrolaşma açısından ihmal edilmeyecek bir güç. Şimdi AKP ve Gülen hareketinin kendi dışlarındaki muhalefetin fazla etkili olamadığını gördükleri bir ortam var. Bu ortamda onlar artık önlerinin açık olduğunu ve kendi yönlendirecekleri bir Türkiye’de bulunduğumuzu düşünerek kendi aralarında bir ayrışmaya gidebilirler mi sorusu akla gelebiliyor…
- Gülen hareketi, AKP'ye karşı siyasi bir alternatif mi?
Bunu söylemek zor, kendi içlerinde bugüne kadar dayanışma gösteren, referandumda ve son seçimde bunu kanıtlayan AKP ve Gülen hareketinin bundan sonra ne yapacağını kestirmek kolay değil. Bir yerde siyaseti ete kemiğe büründürdüğünüzde, önümüzde anayasa süreci var, yerel seçimler var, Cumhurbaşkanlığı seçimi var, başkanlık sistemi özlemleri var, AKP'nin üç dönem sınırlaması var... Ayrıca, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün bazı konularda hükümetle tam örtüşmeyen beyanları var. MİT olayından sonra ortaya çıkan tartışmalarda, “Bizim aramızda ayrışma olamaz” çıkışlarına rağmen arka plana baktığınızda bir farklılaşmanın olduğunu görüyorsunuz.
- Gülen hareketi ile AKP'nin ortaklaştığı noktalardan da bahsediyorsunuz ve bu kesim için söz konusu ettiğiniz “100 yıllık fırsattan” bahsederken "Atatürk'ü tarihe gömmek" gibi keskin bir ifade kullanıyorsunuz. Sizce vesayete karşı çıkarken Gülen hareketi ile AKP Atatürk'ü de tarihe mi gömmek istiyor?
Fethullah Gülen’e çok yakın olduğu bilinen Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce, 12 Haziran seçimi öncesinde “100 yıllık vesayet rejiminin sonu geliyor" dedi ve bunun mutluluğunu yaşadı. Burada 1923 ile Mustafa Kemal’in damgasını taşıyan Cumhuriyet'in kuruluş ilkeleriyle bir hesaplaşma söz konusu. Atatürk’ü tarihe gömmeyi amaçlayan yolu açmak için sondaj çalışmaları yapılıyor şimdi. Referandum sürecinde, “cemaat devlete sızdı” suçlamasına karşı kendi hareketine savunurken Fethullah Gülen'in söylediği önemli bir söz var: "Asıl sızmayı yapanlar, Anadolu'ya dışardan gelip ülkenin kaderi üzerine söz sahip olanlardır” anlamına gelen bir söz. Bu tanım kimleri kapsıyor acaba?
- Selanik’ten gelenleri mi?
Öyle alırsanız içlerinde Mustafa Kemal de var. Fethullah Hoca’ya "Atatürk'ü nasıl değerlendiriyorsunuz" dediğiniz zaman belki bu ifadeyi kullanmaz ama kendi yandaşlarını savunma pozisyonuna gelince bunu söyleyebiliyor. AK Parti ve Gülen hareketi, eğer farklı bir Cumhuriyet, farklı bir Türkiye oluşturma hedefini sonuna kadar götürürlerse bence Atatürk'ü de dışlamaları gerekiyor.
- Dışlanınca ne olacak? Yerine biri mi konulacak?
Orada ne kadar başarılı olurlar bilmiyorum. Bir yandan da çok pragmatik ve her şeyi test ederek ilerleme metotları var. Büyük tepki olursa belki vazgeçerler, ama niyet böyle.
- Başbakan’ın Dersim özrü ertesinde yapılan anketlerde Atatürk’ün ayrı tutulduğu görüldü. Siz, 10 yıllık iktidara rağmen oy kaybetme riski nedeniyle mi “Atatürk’ü dışlama”nın açıktan yürütülemediğini düşünüyorsunuz?
Atatürk’ü cepheden karşıya almak hâlâ biraz riskli. AKP'ye destek veren kesimde bile Atatürk duyarlılığının olduğunu düşünüyorum. Ama CHP'nin bütün geçmişini, tek parti dönemini, Dersim'i, Atatürk'ün sorumluluk sahibi olduğu dönemde yaşananları bu mantıkla ele aldığımız zaman süreç ister istemez oraya doğru gidecek.
© Tüm hakları saklıdır.