T24 - ABD Dışişleri Bakanlığı'nın Türkiye yazışmaları için WikiLeaks ile anlaşan Taraf gazetesi, Hrant Dink ve Orhan Pamuk ile ilgili belgelerle yayınını sürdürmeye devam ediyor. Belgelerde, katledilen eski Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in ABD'li yetkililere; Türkiye'de gerçek laikliği AKP'nin temsil ettiğini, Türkiye'de yaşanan olumsuzlukların kaynağının din değil milliyetçilik olduğunu söylediği yazıyor.
ABD’nin kriptolarında, Avrupa Birliği yetkilisi Rehn’in Orhan Pamuk aleyhindeki davaya karşı çıkmaları için Erdoğan ve Gül’e talepte bulunması da var.
Taraf gazetesinde yayımlanan (22 Mart 2011) Wikileaks belgelerinin aynen tercümesi şöyle:
19 Ocak 2007’de öldürülen Dink, 14 Kasım 2006’da bir grup ABD’li yetkiliye şunları söyledi: Türkiye’de gerçek laikliği AKP temsil ediyor. Olumsuzlukların kaynağı din değil, milliyetçiliktir
“WikiLeaks Türkiye Belgeleri”ni okumak Türkiye’nin yakın geçmişine geri dönmek için de bir fırsat. Bu belgeler arasındaki 11 bin resmî Amerikan yazışması, sadece ABD’li diplomatların Türkiye’ye nasıl baktıklarını göstermiyor zira. Bu belgeleri okurken, Amerikalı muhataplarla konuşan, onlara görüş açıklayan, sorularını cevaplayan birçok gözlemcinin merceğinden olaylara bakma fırsatı da ediniyorsunuz. Bu fırsatla birlikte, insanın boğazına bir düğüm bırakan belgeler de var... Onlardan biri 30 Ocak 2007 tarihini taşıyor.
ABD’nin o dönemki İstanbul Başkonsolosu Deborah K. Jones, Hrant Dink’in Amerikalı yetkililerle yaptığı son konuşmada söylediklerini, o korkunç cinayetten on bir gün sonra, Washington’a rapor etmiş. İşte o telgrafın tam metni:
(1) Ermeni Türk insan hakları savunucusu Hrant Dink’in 19 ocakta trajik bir cinayete kurban gitmesi, Türkiye için muazzam bir kayıptı. Büyükelçilik ve Konsolosluk personeli yıllardır sık sık Dink’le irtibat kurmaktaydı; bu temasların sonuncusu 14 Kasım 2006’da Dink, ABD Uluslararası Din Özgürlüğü Komisyonu ile İstanbul’da buluştuğunda gerçekleşti. İlişikteki sözler, Dink’in Komisyon üyelerine verdiği cevaplardan alınmıştır. Dink suikastıyla ilgili olaylar düşünüldüğünde, özellikle son cümlesi yankı yapıyor: “Tarihsel olarak olumsuz anlar, dinden değil, daha ziyade milliyetçilikten kaynaklanmaktadır.”
Türkiye'den dini özgürlüğün durumu ve azınlıklar üzerine(2) “Görünürde, dinî özgürlük var –kiliseler, okullar ve ibadet kısıtlanmış değil; ama bu yanıltıcı bir özgürlük türü. Teoride uçmakta özgür olan bir kuş gibi, lâkin kanatları kırık.”
(3) “Ben azınlık cemaatlerine dinî azınlık olarak bakılmasına biraz karşıyım. Ermeniler bu topraklarda 4 bin yıldır yaşıyor; şimdi, ne yazık ki, dinî bir cemaate ‘indirgenmiş’ durumdalar– bu kabul edilemez. Türkiye laik ve kendi Türk çoğunluğunu bir dinî cemaat olarak tanımıyor ama azınlık gruplarını dinî birer azınlık olarak görüyor; bu, problemler yaratmaktadır. Cumhuriyet’in başlangıcından beri, Lozan Antlaşması’na ve Anayasa’nın vatandaşların eşitliğini koruma altına almasına rağmen, Türkiye, azınlıkları hiçbir zaman kendi vatandaşları gibi görmedi. Altmış bin Ermeni ikinci sınıf vatandaş olmayı sürdürüyor. Devlet onlara hep bir güvenlik tehdidi gibi yaklaştı ama bugün sayıları o kadar az ki, artık bir tehdit olarak değil, bir kalıntı gibi görünebiliyorlar. Türkiye bu durumu kendi yararı için kullanmaya çalışıyor. Bugün bile cemaat gerçek haklardan yoksun.”
Yeni vakıflar yasası ve AB'ye katılım konusunda(4) “Devletin, (azınlık vakıflarına) mallarını iade etmesi yönünde bir tartışma var. Muhalefet, bunun Sevr’e (Sevres Antlaşması’na) geri dönmekle aynı şey olacağını söyledi. Devlet, geçimimizi bağladığımız malları elimizden alarak, kuşlarımızın kanatlarını kırdı. Yeni yasada azınlık gruplarına yabancı muamelesi yapılıyor. Türkiye’de sorun, yasaların niteliği değil ama daha ziyade bu yasaların nasıl uygulandığı. AB’ye katılım sürecinin temelinde isteklilik yok, korku var; bu da niye bu kadar yavaş ilerlendiğini açıklıyor.”
İslami aşırıcılık, İslam yönelimli demokrasi ve kemalizm(5) “Aşırıcılığın her çeşidi ‘derin devlet’ tarafından kontrol edilebilir. Otuz yıl öncesinin Türkiyesi ile şimdinin Türkiyesi arasında büyük fark var. Otuz yıl önce, (eski Başbakan) Erbakan, Hıristiyanlığı düşman, Batılıları kâfir olarak tanımlayan baş aktördü ama bugün kökleri İslam’da olan bir parti var ve Batı’yla bağlarımızı güçlendiriyor. Bununla birlikte, bazı aşırıcılar da var ama küçük bir rol oynuyorlar.”
(6) “Tarih boyunca, laikliğin dini kendi çıkarları için kullanmasına tanık olduk. İslam yönelimli özgürlüğün/demokrasinin yükselmesi dinî azınlıklar için bir fırsattır. Türkiye’de gerçek laiklik, muhtelif dinlerin özgürlüklüklerini kullanmalarıyla sağlanabilir. Biz, demokratikleşme yoluyla gerçek laikliğe doğru ilerliyoruz. Kemalistler hâlâ korkuyor. Türkiye komşuları için iyi bir model olabilir.”
(7) “Türkiye’de hangi siyasi partinin ‘gerçek laikliği’ temsil ettiği sorulduğunda, Dink “AKP” cevabını verdi. Bir dinî azınlık mensubu olarak, İslam eğilimli bir partinin gücünü artırmasından korkup korkmadığı sorulduğunda ise “Hayır” dedi.
(8) Kemalizmden vazgeçmenin Şeriat düzenine yol açmayacağından neden bu kadar emin olduğu sorulunca, Dink’in cevabı, “Bunun bizi Şeriat düzenine değil ama demokrasiye götüreceğine inanıyorum” oldu. Buna niye inandığı sorulduğunda ise, Dink, “Kemalistler demokratik değil. Ben Ermeni olduğumu söylediğim için Kemalist bir devlet tarafından yargılandım. İslamî bir yönetimle böyle bir tecrübem hiç olmadı” dedi.
(9) Siyasi İslam’ın dünyanın diğer yerlerinde olduğu gibi Türkiye’yi de Şeriat Düzeni’ne götüreceğine neden inanmadığı sorulunca, Dink şu cevabı verdi: “Batı dünyası çok-kültürlü birarada yaşamı daha yeni anlamaya başlıyor. Farklı kültürlerin birarada varolması, Batı için yeni bir gelişme. ABD’de 80 yıl önce başladı bu; AB’de 40 yıl önce başladı. Batı dünyası bunun zorluğunu yaşıyor. Ben dürüstlükle şunu söyleyebilirim ki, Müslüman dünyada yaşayan bir Hıristiyan olarak nispeten çok şanslıyım. Tarihsel olarak, olumsuz anların temelinde, din değil, milliyetçilik var.”
(10) YORUM: Türk dinî azınlıklarının karmaşık ve değişken yapısını teyid eden bir şekilde, Ermeni Patrikhanesi yetkililerinden öğrendik ki, Dink ve cenaze kortejinin başında, dokunaklı bir barışma çağrısı yapan karısı Rakel, Ermeni Ortodoks değil, Protestan mezhebine mensup Hıristiyanlarmış –Patrikhane’deki cenaze töreni buna rağmen yapılmış. Patrikhane yetkilileri, Rakel’in belagatini de, ruhani sınıftan olmaksızın “evinde vaizlik” yapmasına bağladılar ve kadın yandaşlardan müteşekkil geniş bir cemaati olduğunu da eklediler.
ABD’nin kriptolarında, Avrupa Birliği yetkilisi Rehn’in Orhan Pamuk aleyhindeki davaya karşı çıkmaları için Erdoğan ve Gül’e talepte bulunması da var.
ABD Büyükelçisi Francis J. Ricciardone, Jr.’ın Ergenekon operasyonunda tutuklanan gazetecilerin durumunu “anlamaya çalıştıklarını” söyleyip, basın özgürlüğü vurgusu yapması, tutuklama kararlarının “ifade özgürlüğü ihlali” değil, yasadışı örgüt suçu kapsamında olduğunu savunanları kızdırdı. O sırada, İçişleri Bakanlığı şapkasını henüz çıkarmamış olan Beşir Atalay’ın “Türkiye’de, Amerika’dakinden daha çok basın özgürlüğü var” şeklindeki, başlı başına bir kara mizah örneği sayılabilecek açıklaması, Ricciardone’nin bu eleştirisini takip etti. “WikiLeaks Belgeleri”ni tarayınca, Türkiye’de ifade özgürlüğü konusunun, ABD için yıllardır hep ön planda olduğunu gördük. Özellikle tanınmış yazar ve gazetecilerle ilgili davalar, istisnasız bir şekilde, hem ABD’li diplomatlar tarafından bire bir takip edilmiş, hem de Washington’ın bu davalarla ilgili serzeniş, eleştiri ve uyarıları Türk- Amerikan diyalogunda sürekli olarak gündeme gelmiş. Bu yakın alakanın merkezinde, Türk Ceza Kanunu’nun 301. maddesinin mağdur ettiği isimler, o isimlerin ön planında da Türkiye’nin Nobel ödüllü yazarı Orhan Pamuk var. ABD’li diplomatların 2005-2007 döneminde Türkiye’den yazdığı telgraflardan on kadarı doğrudan Pamuk aleyhindeki davaları ve siyasi kampanyaları ele alıyor. Pamuk, Şubat 2005’te bir İsviçre gazetesindeki mülakatında, Türkiye’de 30 bin Kürdün, bir milyon Ermeni’nin öldürüldüğünü söylediği için, geçen hafta altı kişiye toplam 6 bin TL manevi tazminat cezası ödemeye mahkûm edildi. Şimdi Pamuk’un avukatlarının temyize gitmesi bekleniyor. Biz de bugün “Wikileaks Belgeleri” üzerinden bu davanın geçmişine uzanalım dedik...
Türk hükümeti ‘Dava kötü’ desePamuk aleyhindeki dava, ilk andan itibaren Türkiye’deki ABD diplomatlarının gizli telgraflarına konu olmuş. Örneğin, 8 Eylül 2005 tarihinde, Ankara Büyükelçiliği Müsteşar Vekili James R. Moore’un kaleme aldığı telgrafın başlığı: “Orhan Pamuk Davasındaki Suçlama ABD’nin İfade Özgürlüğü Konusundaki Kaygılarını Özetliyor...” 7 Eylül 2005’te Büyükelçilik Maslahatgüzarı Nancy McEldowney’nin, Pamuk aleyhindeki davayı konuşmak üzere, Dışişleri Müsteşarı Ali Tuygan’ı ziyaret ettiğini öğreniyoruz. Amerikan tarafının görüşmede verdiği mesaj, telgrafa şöyle yansımış:
“Maslahatgüzar, özellikle de Dışişleri Bakanı’nın (Abdullah Gül) Ermeni meselesine ilişkin bir tarih konferansının açılış konuşmasını yapmayı prensip olarak kabul ettiği bir zamanda, Pamuk’u, Ermeni soykırımıyla ilgili görüşünü açıkladığı için mahkemeye taşımanın saçmalığını, Müsteşar Tuygan’a dikkatine getirdi. (McEldowney, burada Boğaziçi Üniversitesi’nde 23-25 Eylül 2005’te düzenlenen Ermeni konferansını kastediyor. Gül, Rektör Prof . Dr. Ayşe Soysal’ın açılış konuşması yapma davetini önce kabul etmiş, ardından katılmamış ancak bir mesajla konferansa destek bildirmişti.) Maslahatgüzar, ifade özgürlüğünün desteklenmesi için, Türk hükümetinin resmî bir açıklama yapması ve Pamuk hakkındaki davanın basbayağı kötü bir dava olduğunu bildirmesi gerektiğini vurguladı.”
Gül: Pamuk’a benden selamAmerikan resmî yazışmaları, Washington’ın, ifade özgürlüğü konusunu, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyelik hedefiyle ilişkili algıladığını da gösteriyor. 13 Ekim 2005’te Ankara Büyükelçiliği Siyasi Müsteşar Vekili Charles O. Blaha’nın kaleme aldığı telgraf, AB’nin o dönemki Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn’in Türkiye ziyaretini ayrıntılarıyla anlatırken, Pamuk davasına yer ayırmış:
“Rehn, ifade özgürlüğüne bağlılığını vurgulamak için, kişisel dostu olan romancı Orhan Pamuk’la İstanbul’da kamuoyuna da geniş biçimde yansıyan bir görüşme yaptı. Rehn, Pamuk aleyhine açılan davayı Erdoğan ve Gül’le de konuştu. Gül destek verdi ve Rehn’den Pamuk’a en iyi dileklerini iletmesini istedi. Ama Erdoğan daha muğlak davrandı ve Rehn’e ‘Pamuk romanlarını yazmaya konsantre olsun’ dedi. Dawson (Türkiye’deki Avrupa Komisyonu Temsilciliği Siyasi Bölüm Şefi Martin Dawson), Rehn’in Başbakan’ın bu konudaki tepkisizliğinden hayalkırıklığı duyduğunu söyledi – Rehn, Erdoğan’ın kovuşturmaya karşı, kamuoyuna kuvvetli bir açıklama yapmasını istemişti.”
301. maddede reform talebiABD’nin 16 Aralık 2005’te ilk duruşması yapılan Pamuk davası öncesinde ve esnasında, Türk hükümeti nezdindeki girişimlerini aralıksız devam ettirdiği de resmî yazışmalarda görülüyor.
Büyükelçi Ross Wilson, Ankara’daki görevine başlar başlamaz mesaisinin önemli bölümünü Pamuk davasına ayırmış. Wilson’ın onayıyla, 9 Aralık 2005’te Washington’a gönderilen telgrafta, Büyükelçiliğin iki numarası Nancy McEldowney’nin Dışişleri Müsteşar Yardımcısı Nabi Şensoy’u ziyaret ederek, bir kez daha Pamuk aleyhindeki davanın hükümet tarafından eleştirilmesini ve 301. maddede reform sözü verilmesini istediği aktarılıyor: “Üst düzey bir hükümet yöneticisinin, demokrasiye ve ifade özgürlüğüne bağlılık belirten bir açıklama yapması, bu davanın kışkırtacağı tartışmaları etkisizleştirmeye yardımcı olabilir. Ama Türk hükümeti, sözlerin ötesine geçmeli ve 301. Maddede reform niyetini de ortaya koymalıdır.” Şensoy ise, Pamuk davası konusunda yapılacak bir açıklamanın, hükümetin yargıya müdahalesi olarak anlaşılabileceğini söyleyerek bu talebi geri çevirmiş.
O da şiir okudu diye hapse girdi“WikiLeaks Belgeleri”nden bugün Orhan Pamuk konusunda yapacağımız son alıntı ise, Büyükelçi Ross Wilson’ın bizzat kaleme aldığı 12 Aralık 2005 tarihli telgrafın “YORUM” bölümünden. Tek başına başlığı bile, yorumun özünü anlatıyor: “Voltaire’i amuda kaldırmak.” Wilson şöyle yazmış: “Voltaire, Batı’nın ifade özgürlüğü kavramını tanımlarken, başka birisinin kendisiyle farklı fikirde olma hakkını ‘ölümü pahasına’ savunacağını söylemişti. Biz (Türkiye’de) bireysel davalarla, hatta en yüksek profilli olanlarla tek tek uğraşabiliriz ve yargı da, belki giderek evine çekidüzen verecektir. Ama asıl sorun hâlâ, yakın geçmişteki reformlara rağmen, Türkiye’nin, sadece kendileriyle hemfikir olanların haklarını savunmaya hazır olan liderleridir. Başbakan Erdoğan da bir zamanlar İslamî bir şiir okuduğu için cezaevine gönderilmişti. Bu tecrübe onu, benzer düşüncedeki Türkleri, mesela üniversitelerdeki resmî başörtüsü yasağını eleştirmek isteyenleri desteklemeye yöneltti. Ama Erdoğan, kendisini ve hükümetini eleştirenlere ya da İslam’la ilgili olmayan hassas konularda konuşanlara hiç hoşgörü göstermedi. Türkiye’de geniş bir ifade özgürlüğü var ama Türkleri, bu özgürlüğün, eleştirme hakkını ve bu hakkı koruma altına alacak açık garantileri de kapsaması gerektiğine ikna etmek daha çok çalışmayı gerektirecek.”