Ahmet Davutoğlu'nun Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'la görüşmesinin ardından AKP genel başkanlığı ve başbakanlık görevlerini bırakma kararı almasını değerlendiren Cumhuriyet yazarı Nuray Mert, "Davutoğlu’nun bile önünde engel olduğu düşünülen değişim, tam manasıyla bir keyfi idareye geçiş, “Allahüekber, Erdoğan rehber”den öteye gitmeyen bir tam teslimiyet çağrısı. Anlaşılmaz olan, neden hâlâ “Meclis’i, anayasayı, Yargıtay’ı Danıştay’ı, Sayıştay’ı vs. feshedelim; ne gerek var, en doğrusunu Reis bilir, kimse ona ayak bağı olmasın” demedikleri" dedi. Nuray Mert, yazısında "Ortada birtakım kurum ve kuruluşlar olacak ki, mevkiler, arpalıklar olsun, ikbal hevesleri canlı kalsın. Canlı kalsın ki, 'Reis’e kim en sadık' ispat yarışı, 'dava' adı altında yürüsün; yürüsün ki, tek adam bu hevesli omuzların üzerinde taşınsın" ifadelerine yer verdi. Türkiye'nin Kürt meselesi ve Suriye politikasında daha sert politikalar izlemeye başlayacağını öne süren Nuray Mert, "Göreceğiniz Türkiye filmini, şiddet içerdiği için 18 yaşın altındakilere seyrettirmeyin" dedi.
Nuray Mert'in Cumhuriyet gazetesinin bugünkü (9 Mayıs 2016) nüshasında yayımlanan yazısı şöyle:
İyi ki susmuş Davutoğlu, biraz daha zorlasalar, Davutoğlu’na “darbeci” diyecekler, “Almanya’nın, Amerika’nın adamı” demeye getirdikten sonra, ne yapacakları belli olmaz. Böyledir bu işler; bir kere yol açıldı mı, gerisi de öyle gelir; kimi çarpacağı belli olmaz, yani olur da, olmaz. Kendi partisi, kendi misyonları açısından “Davutoğlu’nun suçu ne” sorusuna verilen cevaplardan, aslında bildiğimizi teyit ediyoruz. Suçu, hatası, günahı şu Davutoğlu’nun: İtaat düzeyi yeterli olmamış,“sistem değişikliğini anlamamış”.
Doğrusu biz de “sistem değişikliği”ni anlamakta zorlanıyoruz; ortada önemli bir değişim var da onun herhangi bir “sistem” ile alakası yok. Zira tarif ettikleri herhangi bir sistem değil, “sistemsizlik”. Tarif edilen, tek adamın önderliğini hiçbir şeyin gölgelemediği bir keyfiyet ve mutlakiyet düzeni. Sayın Erdoğan bu “sistem”i, yıllar önce başbakanken 23 Nisan’da koltuğuna oturtulan 23 Nisan “çocuk başbakan”a bakın nasıl izah etmişti: “Artık başbakan sensin, ister asarsın, ister kesersin’! Zaman içinde anlaşıldı ki, başbakanlıkla ve hatta cumhurbaşkanlığı ile olmuyor, dahası başkanlık sistemi bile kafasına göre asmaya, kesmeye yetmiyor; “Türk tipi başkanlık” modeli işte böyle doğdu.
‘Doğu despotizmi’
Bu arada, bu “Türk tipi başkanlık”ın “Türklük”le ne alakası var, bilemiyorum. En çok Batılı oryantalistlerin, kafalarındaki muhayyel Doğu’ya uygun buldukları “Doğu despotizmi”ni çağrıştırıyor. Oysa, yıllarca oryantalizme karşı, “Bilmediğiniz Doğu’ya despotizmi yakıştırıyorsunuz” diye itiraz ettik, hâlâ ediyoruz; zira ne despotizm Doğu’ya mahsus, ne de tarif edilen despotluk düzeni ile herhangi bir yönetim uzun süre ayakta kalabilirdi. Doğu’nun temsilcisi sayılan Osmanlı devleti, “Doğu despotizmi” veya “Sultanizm” dedikleri şahsi ve keyfi yönetimle yönetilmiyordu, yönetilemezdi, o denli geniş bir coğrafyada, o denli uzun süre yönetimi mümkün kılan karmaşık bir siyasal-kurumsal yapıya dayalı bir siyasal düzen vardı. Ama belli ki, bizim İslamcılar da, “tarihsel miras”ı Batılı oryantalistler gibi, şahsi ve keyfi düzen sanıyorlar. Türk tipi başkanlık dedikleri oryantalistlerin kafasındaki, Doğulu toplumlara yakıştırılan keyfi idare. Tabii sadece o değil, aynı zamanda, yerli faşizmin özgün ismi Necip Fazıl başta olmak üzere, İslamcıların fikir babalarının “bize özgü”, bize lazım sandıkları ilkel siyasal tasavvurunun devamı.
Tam teslimiyet..
Kısacası, Davutoğlu’nun bile önünde engel olduğu düşünülen değişim, tam manasıyla bir keyfi idareye geçiş, “Allahüekber, Erdoğan rehber”den öteye gitmeyen bir tam teslimiyet çağrısı. Anlaşılmaz olan, neden hâlâ “Meclis’i, anayasayı, Yargıtay’ı Danıştay’ı, Sayıştay’ı vs. feshedelim; ne gerek var, en doğrusunu Reis bilir, kimse ona ayak bağı olmasın” demedikleri. Akıllarına gelmediyse ben hatırlatmış olayım, seslendirdikleri fikirler itibarıyla, yukarıda adı geçen ayak bağlarına hiç gerek yok, lüzumsuz vakit kaybı diyeceğim ama kimsenin ekmeğine mani olmak istemem. Ortada birtakım kurum ve kuruluşlar olacak ki, mevkiler, arpalıklar olsun, ikbal hevesleri canlı kalsın. Canlı kalsın ki, “Reis’e kim en sadık” ispat yarışı, “dava” adı altında yürüsün; yürüsün ki, tek adam bu hevesli omuzların üzerinde taşınsın.
Bilemiyorum, kendi anladığım kadarıyla durumu özetleyebildim mi? Siz buna bir de dış politikadaki son fren mekanizması sayılabilecek Davutoğlu da gittikten sonra, heveslenilen cengâver dış politika hayallerinin gerçekleştirilme çabasını da ekleyin (Bu arada, bakar mısınız, ne günlere kaldık, Suriye’de en cengâver politikaların öncüsünü bile fren sayar olduk). Özel Kuvvetler’in Suriye içine sızma müjdesini de aldık, bakalım devamı nasıl gelir. Siz buna bir de, Davutoğlu’nun bile pasif sayıldığı Kürt politikasının ne ölçüde sertleşeceği konusunu ekleyin. Göreceğiniz Türkiye filmini, şiddet içerdiği için 18 yaşın altındakilere seyrettirmeyin.