T24 – Ergenekon davası kapsamında ODA TV’ye yapılan baskının ardından tutuklanan gazeteci Nedim Şener, Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı ve kamuoyuna mektupla seslendi.
Şener, Adalet Bakanı Ergin’in “Sadece gazetecilikten alınırsa basına darbe olurdu” sözlerini eleştirerek, “hakkımdaki suçlama - haksız ve yersiz olmasına rağmen - iki kitabını yazımına katkı sağlamaksa bu durum ‘basına darbe olmuş mudur, olmamış mıdır?’” diye sordu.
Şener, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’ya yazdığı mektubunda hazırlanan iddianameyle suçsuz olduklarının ortaya çıktığını söyleyerek, “hakkımızı teslim edebilir misiniz? Söyleyin Sayın Bakan ben derdimi, dağlara, taşlara, kurtlara, kuşlara mı anlatayım. Söyleyin ne yapayım." diye seslendi.
“Ben yazmadığım kitapları yazmadığımı nasıl ispatlayacağım” diye soran Şener, kamuoyuna ithafen, “ben kendimden ve Ahmet'ten eminim. Bir an bile endişeye kapılmadım. Ömrümün son anına kadar bu kitaplara katkım olmadığını söyleyeceğim. Elinde kanıt olan varsa ortaya çıksın” dedi.
İşte Nedim Şener’in Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e, Devlet Bakanı Hayati Yazıcı’ya ve kamuoyuna tutukluluğunun 200’üncü gününde kaleme aldığı mektuplar:
Sayın Bakan Ergin'e adalet talebiyle;"Silahlı terör örgütü üyesi iddiası ile tutuklanıp Silivri Cezaevi’ne gönderildiğimiz gün Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Savcı Zekeriya Öz'ün yaptığı yazılı açıklamaya dikkat çekerek "davayı yürüten savcı bir açıklama yaptı ve 'bu gözaltılar gazetecilikten değil' dedi. Sadece gazetecilikten alınırsa basına darbe olurdu" şeklinde konuşmuştu.
Zekeriya Öz, 6 Mart tarihli basın açıklamasında aynen şunları söyledi. "Yürütülmekte olan soruşturma bir kısım basın mensubunun gazetecilik görevleri, yazdıkları yazacakları yazılar, kitaplar ve ileri sürdükleri görüşleriyle ilgili olmayıp şu aşamada açıklanması mümkün olmayan bir kısım delillerin değerlendirilmesi sonucu yapılması zorunla hale gelen hukuksal bir işlemdir.
Hem Zekeriya Öz hem de onun basın açıklamasına bağlı olarak yorum yapan Adalet Bakanı Ergin’in açıklamaların üzerinden tam 6 ay geçti. 6 ay sabırla bekledim ama Sayın Ergin’in sözlerini hiç unutmadım; "Sadece gazetecilikten alınırsa basına darbe olurdu"
Evet, sabrın sonu selamet ve iddianame çıktı. Özün "açıklanamayacak gizli delil" dediği hiçbir şey ortaya konmadı. Çok doğal, olmayan bir şey ortaya konamaz zaten.
İddianamenin benim ile ilgili bölümünü okuduğunuzda tamamen soyut bir biçimde Hanefi Avcı’nın kitabının ve Ahmet Şık’ın kitabının yazımına katkı yapmakla suçlanıyorum. Ne Avcı ne de Şık böyle bir iddiayı kabul etmiyor zaten. Benim onların çalışmalarına katkı yaptığımı gösteren tek bir belge, telefon görüşmesi yani delil de yok. Ben de böyle bir suçlamayı kabul etmediğim gibi bir başka yazarın arkasında yer almayı ya da bir başkasının adını kullanarak kitap ya da haber ve yazı yazmayı alçaklık sayarım.
Bugüne kadar 10 kitap ve binlerce haber yazmış bir muhabir olarak Avcı ve Şık'ın kitabına katkı yapmayı hele hele talimatla onların isminin arkasına saklanmayı düşünecek kadar zavallılaşmadım. Yazdığım haber ve kitaplarla yurt içinde ve yurtdışında ödüller almış bir muhabir olarak beni o iddianameye koymak hukuk, adalet, akıl ve vicdanla bağdaşır şeyler değildir.
Yazdığım kitaplar ve haberlere bakıldığında Avcı ve Şık'ın kaleme aldıkları konularda yıllardan beri çalıştığım görülecektir. Kendi adımla bunları zaten yazıyorum bir başkasının adına neden gerek olsun. İddianame ile ilgili savunmaya burada yer vermek zor ve uzun olur. Ama benim Sayın Adalete Bakanı’na bir sorum var. Zekeriya Öz'ün açıklamasında yer verdiği "açıklanması mümkün olmayan" deliller olmadığına sizin de bu açıklamaya dayanarak "Gazetecilikten alınırlarsa basına darbe olurdu" dediğinize göre hakkımdaki suçlama - haksız ve yersiz olmasına rağmen - iki kitabını yazımına katkı sağlamaksa bu durum "basına darbe olmuş mudur, olmamış mıdır?"
Saygılarımla…
Sayın Bakan Yazıcı’nın vicdanına sesleniyorum;Dürüstlüğü ile bilinen Devlet Bakanı Sayın Hayati Yazıcı, tutuklanmamızın ardından Hürriyet gazetesi Ankara bürosunu ziyaretinde aynen şunları söyledi: "Sadece isimsiz-imzasız ihbarla insanların gözaltına alınıp tutuklanması… Böyle bir şey olmaz. Eğer öyleyse bu vicdansızlık. Ben de hâkimlik yaptım, bu konularda karar verirken adamın vicdanının rahat etmesi lazım. Eğer sadece isimsiz imzasız ihbarla oluyorsa bunlar sonuçta göreceğiz, kıyameti koparırız, o zaman. O adamları biz atarız içeriye..."
-Bir insanın kitap yazmasından ötürü gözaltına alınması gibi bir şey olmaz, oluyorsa doğru olmaz"
- Gizli delil diye bir şey olmaz, hukuk devletinde kişi ne ile suçlanıyorsa bilmek zorunda.' (25 Mart 2001 Hürriyet gazetesi)
Sayın Yazıcı, 3 Mart 2011’de gözaltına alınmamız ve 6 Mart’ta tutuklanmamız ve 6 aydır tutuklu kalmamız sürecinde, hukuka adalete, akla ve vicdana aykırı olan tüm unsurları 25 Mart 2011 tarihli Hürriyet gazetesinde sıralamış.
Yani sahte bir isim (M.Yılmaz) ile polise gönderilen bir e-mail ile 2009 yılının Mayıs ayından beri polisin takibinde yaşamışım meğer.
Yani haksız ve yersiz biçimde Hanefi Avcı ve Ahmet Şık’ın kitaplarının yazımına katkı yaptığım iddiasıyla 6 aydır tutukluyum. İddianamede bu kitaplar dışında suçlama da yok zaten.
Yani Zekeriya Öz’ün "açıklanması mümkün olmayan çok gizli deliller var" diyerek aslında hiç olmayan delillerle gözaltı ve tutuklama işlemini yaptığı ortaya çıktı. İddianamenin çıkmasıyla esas olarak Sayın Bakan Yazıcı'nın dikkat çektiği usulsüzlüklerin tamamı gerçekleşmiş oldu. Şimdi Sayın Bakan’a sorum şu: "Bu durum karşısında bir şey yapabilir misiniz? Kimseyi içeri atmayın ama hakkımızı teslim edebilir misiniz? Söyleyin Sayın Bakan ben derdimi, dağlara, taşlara, kurtlara, kuşlara mı anlatayım. Söyleyin ne yapayım."
Kamuoyuna mektup;Komplocular utansınAltı ay, fazlası var, azı yok. Tam 6 ay beton bir mezarın içinde canlı ama ölü gibi iddianamemin çıkmasını bekledim. Yer beton, gök beton, kendini savunacak imkânın olmadığı bir yerde meslektaşım değilmiş adamlar/kadınlar sesimiz çıkmasın iyice duyulmaz olalım diye köşelerinden üzerimize mürekkep görümünde çimento döküyorlardı.
Benim nasıl bir "silahlı terör örgütü üyesi" olduğumu, Ahmet Şık’ın ve diğer gazetecilerin nasıl kötü adam olduklarını kendi meşreplerince çimentolamaya betonlamaya çalışıyorlardı.
Bütün bu 6 ay boyunca bizi destekleyenlere, sevenlere hep şunu söyledim: "Siz bizi tanıyor ve destek oluyorsunuz ama bu bize olan güveninizden kaynaklanıyor. Ama ben ya da başkanı sizin de onaylamayacağınız bir durumda olabilir. Elbette ben kendimi biliyorum beni destekleyenlerin yüzünü yere baktıracak hiçbir şeyin içinde olmam ve olmadım. Ama bundan öte benim durumum hakkında desteğiniz beni tanıyor olmanızdan geliyor. Ancak bizim Ergenekon ya da başka bir yapı ile ilişkimiz olmadığını beni Silivri’ye diri diri gömmeye çalışan meslektaşlarımız, bizi takip eden polis, savcı, mahkeme biliyor.
Sizler Ergenekon ile irtibatlı olup olmadığımı/zı bilemezsiniz ama bu düşmanlığı yapan ve bu komplonun parçaları olanlar Ergenekon vb ile ilgimiz olmadığını, en iyi bilenlerdir.
İşte 6 ay geçti ve iddianame çıktı. "Üyelik" iddiasıyla tutuklandık, üyelikten "yardım ve yataklığa" düşürüldük. "Kitap tutuklama nedeni değil, savcı 'gizli deliller var' diyor, beklemek lazım" diyenler dâhil, herkes iddianameyi okusun. Hanefi Avcı’nın kitabına katkı yaptığıma dair tek bir somut delil yok. Bırakın onu bu konuda kimse ile geçen bir konuşma dahi yok. ODA TV’de bir bilgisayarda bir dokuman ile 6 aydır "terörist diye hapis tutuluyorum/tutuluyoruz. Aynı şekilde Ahmet Şık'ın kitabına katkı yaptığıma dair de tek bir somut delil yok. Yine ODA TV’de bir bilgisayarda bulunan bir word dokumanı üzerine 6 aydır tutukluyum/tutukluyuz. İşte size adalet.
Ama ben kendimden ve Ahmet'ten eminim. Bir an bile endişeye kapılmadım. Ömrümün son anına kadar bu kitaplara katkım olmadığını söyleyeceğim. Elinde kanıt olan varsa ortaya çıksın.
Tutuklandığım andan beri kanundan, polisten savcıdan, mahkemeden hatta siyasetçilerin kırıcı yorumlarından hiç korkmadım. Tek endişem okurlardı. Türkiye’de ve dünyada destek olan meslek kuruluşları, gazeteciler, muhabirler, köşe yazarları ve Hosrof Dink başta Dink ailesi üyelerinin benden şüphe etmesiydi. Devletin koskoca savası "tutuklamanın nedeni kitap değil, açıklanması mümkün olamayan gizli deliller" deyince ister istemez insanlarda şüphe oluşması doğaldı. Ben de iddianameyi beklemek gerektiğini söyledim hep. Ve işte iddianamemi asılsız, yalan ve iftira ile benim katkım olduğu söylenen iki kitap dışında suçlama yok. Zaten bu kitaplara katkı yaptığıma dair tek bir delil de yok. O yüzden bu kitapları "nasıl yazmadığımı" anlatmam da beklenmemeli diye düşünüyorum.
İddianame bu yönüyle bana "suçsuzluğumu ispatlama yükümlülüğü" getiriyor. Bu da modern hukuk sistemlerinde olan bir durum değil. İnsan fiilinden dolayı suçlanır. Ben yazmadığım kitapları yazmadığımı nasıl ispatlayacağım...
Öyle ya da böyle altı ay. Gazeteci miyim terörist mi bunu da gördüm. Ben biliyordum da herkes gördü. Yani gazeteciliğin tam 6 ay bedeli çok ağır “check-up”tan geçti. Her şeyimiz ortaya döküldü.
Devletin tüm kurumları elindeki avucundakini ortaya koydu.
Eldeki tüm bulgular terörist değil, gazetecilik diyor. İki kitap meselesi mi. O iddianameyi yazanların hatalı tahlili…
Ahmet ve Nedim’in arkadaşları:
Sevgili halkımız ve kıymetli basın emekçisi dostlarımız,
Bugün bizim için sıradan bir gündü. Sabah kalktık. Eşimize,sevgilimize, çocuğumuza bir günaydın öpücüğü verdik. Kahvaltımızı yaptık, özgürce sokağa çıktık. İşimize gittik ya da gönlümüze göre bir sinemaya girdik veya bir kitap satın aldık.Dünden bir farkı yoktu
bizim için. Misal, uzun zamandır görmediğimiz bir arkadaşımızla rastlaştık, köprü altında balık ekmek yedik, dostlarımızla kahkahalar attık belki de. 200 gündür yaptığımız gibi.
Ancak aynı 200 gün boyunca Ahmet Şık ve Nedim Şener demir parmaklıkların arkasındaydılar. Çocuklarına hasret, sevdiklerinden uzak, özgürlükleri askıda, mahpus.
Ve tabii aynı iki yüz gün boyunca adaletin iki yüzünü gördük. Deniz Feneri davasını sorgulayan savcılar değiştirilirken mahkeme başkanının itirazına rağmen Ahmet Şık ve Nedim Şener'in tutukluk hallerinin devamına karar verildi.
"Türkiye vehimler ve korkular ülkesi değil özgürlükler ve idealler ülkesi olmalı" diye yola çıkanlar, maalesef 50'den fazla gazetecinin tutuklu olduğu, dört binden fazla gazeteci davasının görüldüğü, kitapların daha basılmadan toplatıldığı ve tüm bunların ötesinde
insanların düşündüğünü değil yazmaktan, ifade etmekten korktuğu bir ülke yaratmışlardır.
Hiç öteye gitmeye gerek yok. Arkadaşlar sözümüz size hangi muhabir hangi editör bir haberi yazarken kalemine sansür uygulamıyor?
Belki de tüm bunlardan daha vahimi adalete olan güven duygusu ciddi biçimde yaralanmıştır.
Geçen hafta yayınlanan 134 sayfalık iddianame maalesef bu inancı pekiştirir niteliktedir.
Tutuklamaların ilk yapıldığı günlerde, Ahmet ve Nedim'i peşinen "Ergenekoncu" ilan edenlerin, bizleri "muhalif ayağına yatıp Ergenekon korosuna katılmakla" itham edenlerin vicdanları hiç mi sızlamıyor?
"İddianameyi bekleyin, çok vahim deliller var" diyenlerin, iddianame açıklandıktan sonra neden sustuğunu merak ediyoruz. Bu kişilerin 134 sayfalık iddianame içinde ithamlarını destekleyen hangi yeni delillerin sergilendiğini kamuoyuna anlatma borçları olduğunu
düşünüyoruz.
Delil diye iddianameye konan bilgi, belge ve notlar gazetecilik faaliyetleridir.
Gazeteci, haber kaynağı ilişkisi, kitap yazma, bir köşe yazısında bir kitaptan yapılan alıntı, hatta bir gazetecinin diğer gazeteciye selam söylemesi terör örgütü talimatı ve yönlendirmesi olarak değerlendiriliyor.
Üstelik bunları terörle ilişkilendiren tek belge, bir bilgisayarda bulunduğu iddia edilen ve içinde "Nedim, Ahmet Şık'la bu konuda görüşsün. Ahmet'i çalıştırsın" yazılı not! Maalesef insan bu iddianameyi okuyunca kendisini George Orwell'ın 1984'ünün hüküm
sürdüğü topraklarda hissediyor.
Sanıklar lehine hiç bir delilin konmadığı iddianame, maalesef, Odatv bilgisayarında bulunduğu iddia edilen dokümanların oraya nasıl konduğunu ortaya çıkaracak bilirkişi
incelemesini de içermiyor. Sanık avukatlarına gönderilen imajlar üzerinden yapılan tek bilirkişi incelemesinin, savcıların imajları geri istemesi üzerine yarım kaldığını kamuoyuna hatırlatmak isteriz.
Bu iddianamede Ahmet ve Nedim değil. Gazetecilik yargılanıyor. Sanık sandalyesinde basın ve ifade özgürlüğü var.
Unutulmamalı ki tarih, yalnız bugün iddianameyi yazanları değil Ahmet ve Nedim 200 gün cezaevinde kalırken biz gazetecilerin, biz demokrasiden, özgürlüklerden, adaletten yana olan yurttaşların tutumunu da yargılayacak.
Unutmadan hukuksuz iddialarla yapılan bu tutuklamalar onarılmaz hasarlara da yol açıyor. hatırlatmak isteriz ki, haklarında kesinleşmiş hüküm olmayan herkes masumdur... gazeteci doğan yurdakul 200 gündür cezaevinde tutulduğu için kanser hastası eşiyle vedalaşamamış, eşi güngör yurdakul perşembe günü hayata gözlerini yummuştur. isnatsız suçlamalarla cezaevinde tutulan sanıklar yarın beraat ettiğinde yaşanan acıların hesabını kim verecek?
Biz siyasi bir kavganın tarafı değiliz, olmadık. Ama gazetecilikten, gazetecilerden ve arkadaşlarımızdan tarafız. Silahtan, bombadan, cinayetten söz edilmeyen, mesleği gazetecilik olan kişilerin bazılarının aralarındaki gazetecilik ilişkilerinin, Ahmet ve Nedim
gibi bazılarının ise diğer sanıklarla var olmayan ilişkilerinin bir terör suçu gibi gösterilmeye çalışıldığı bu dava, hiç açılmamalıydı.
Arkadaşlarımız hiç tutuklanmamalıydı. Geçerli hiç bir kanıt içermeyen iddianame mahkeme tarafından hiç kabul edilmemeliydi.
Tutuklu gazetecilerin derhal serbest bırakılmasını talep ediyoruz.
Dün olduğu gibi bugün de biz burada gazetecilik mesleğini, halkımızın haber alma hakkını savunuyoruz.
Dün olduğu gibi bugün de çetelerle savaşılmasını, derin devletin temizlenmesini, Türkiye'de hala gücünü koruyan 12 Eylül ideolojisiyle hesaplaşmayı savunuyoruz.
Dün olduğu gibi bugün de eşit, özgür, demokratik müreffeh bir toplumun, ancak prangalarından kurtulmuş bir basınla mümkün olduğunu savunuyoruz.
Dün olduğu gibi bugün de gerçeklerin karartılmasını değil bilakis aydınlatılmasını ve evrensel hukuk ilkelerin uygulanmasını istiyoruz.
Dün olduğu gibi bugün de adalet istiyoruz.
Yeter artık. Vicdanlar daha fazla kanamasın.
Yansak da Dokunacağız