01 Ekim 2010 03:00
T24 - Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi (YİK) Başkanı Mustafa Koç, "Ülkemiz, ne ekonomide, ne siyasette kutuplaşmaların ve bölünmelerin ağırlığını kaldırabilecek durumda değildir. Bu yeni dönemde, toplumsal barış, yapıcı siyaset ortamı ve huzur içinde, daha kalkınmış, daha adil paylaşılmış, daha müreffeh bir ülke olma yolunda hız kazanmayı umuyoruz" diyerek "Ekonomide son dönemde gündeme gelen “Anadolu sermayesi - İstanbul sermayesi” ayrımı da hiç bir faydası olmayan bir başka yapay saflaşmadır. Gerek TÜSİAD gerekse de işadamı şapkamla söyleyebilirim ki, Türkiye’de böyle bir ayrım yoktur" dedi.
TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 12 Eylül referandumu öncesi "Taraf olmayan bertaraf olur" sözlerini anımsatarak, "TÜSİAD olarak ülkemizin gündemiyle ilgilenmeye, sorunların çözümü için fikir üretmeye, laik, demokratik hukuk devleti yapısının sağlamlaşması için çalışmaya devam edeceğiz. Ülkemizde barışın tesisiyle ekonomik refah arasındaki ilişkiyi vurgulamaktan vazgeçmeyeceğiz. Güçler ayrılığı ve dengesini savunup, Parlamento’nun bugünkünden daha etkin hale gelmesi için çalışacağız. Tüm bu konularda tarafız. Taraf olmaya da devam edeceğiz" dedi.
TÜSİAD'ın 2010 yılının ikinci Yüksek İstişare Konseyi Toplantısı Sabancı Center'da gerçekleştirildi.
Toplantıda açılış konuşmasını TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç ve TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner yaptı. Toplantıya onur konuğu olarak Fransız akademisyen, yazar ve Devlet Onursal Danışmanı Prof. Jacques Attali de katıldı.
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Mustafa Koç, toplantıda şunları söyledi:
Koç: Anadolu sermayesi - İstanbul sermayesi ayrımı diye birşey yoktur
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanlık Divanı adına hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Sözlerime başlamadan önce, Fransa’nın önde gelen düşünürlerinden ve siyaset uzmanlarından biri olan, görüş ve düşüncelerini yakından izlediğimiz Sayın Jacques Attali’ye toplantımıza katılımından dolayı teşekkür etmek istiyorum. Sayın Attali, aramızda olduğunuz için mutluyuz, hoş geldiniz.
Değerli Üyeler,
İçinden geçtiğimiz dönem, gerek dünyada gerekse de ülkemizde, var olan sistemlerin ve anlayışların tekrar masaya yatırılıp değerlendirildiği bir dönem. Küresel krizin geride bırakılma sürecinde olmamız nedeniyle dünyada da bu böyle; sert tartışmalar ve kutuplaşmalardan sonra 12 Eylül referandumun ardından Türkiye’de de böyle…
Bize göre bu dönem, kısa vadeli kısmi ve pragmatik çözüm arayışlarına uzun vadeli ideallerin feda edilmediği, siyasette ve ekonomide temel değerlere bağlılığın teyit edildiği ve ulusal birliğin sağlandığı bir dönem olmalı.
Küresel planda baktığımızda, krizin hemen arkasından yükselen devletçilik ideolojisinin ve küreselleşmeyi keskin biçimde reddetme eğilimlerinin yavaş yavaş yerini daha serinkanlı yaklaşımlara bıraktığını görebiliyoruz.
Ancak yeterli ölçüde denetlenmeyen piyasalar döneminin ve “Piyasa sorunlarını kendi halleder” anlayışının da geri gelmemek üzere terk edildiğini söyleyebiliriz. Bu anlayışın reel ekonomi ve finans sektörü üzerindeki risklerini dünya çok büyük bir fatura karşılığında tecrübe etti. Bugün büyümeyi tekrar konuşabiliyorsak, bunun nedeni genişlemeci mali politikalar, finans sektörüne aktarılan büyük kaynaklar, yani devlet müdahaleleri olmuştur.
2008 küresel ekonomik krizinden iki önemli ders çıkardığımızı söyleyebiliriz. Birincisi, küresel ve ulusal planda, daha güçlü, daha iyi donanmış bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumların önemi ve işlevselliğidir. İkincisi ise, artık iyice küreselleşmiş ve ortak mekanizmalarla işleyen dünya ekonomisinin sorunlarının ancak yine uluslararası dayanışma ve danışma yoluyla çözülebileceği gerçeğidir.
Yani artık bir ülke sadece kendi tedbirlerini alıp, rezervlerini, cari açığını kontrol ederek ekonomisini düzlüğe çıkartamıyor. Güçlü ve rekabetçi bir ekonomiye ve cari fazlaya sahip olan Almanya, dünyada yaşanan krizde sorumluluk almak zorunda kalabiliyor. Tüketimini, ücretlerini ve ithalatını artırması ve ihracatını kısması yönünde telkin alabiliyor.
Özet olarak, hep birlikte yaşayarak gördük ki, uluslararası ekonomide sağlıklı bir dengenin sürebilmesi için ülkelerin artık sadece kendi ekonomilerini düzeltmeleri yetmiyor, ülkeler arası koordinasyonun sağlanması gerekiyor.
Bu küresel ortamda Türkiye’ye baktığımızda ise umutlu olmak için önemli nedenlerimiz olduğunu düşünüyor, doğru politikalarla dünyadaki yerimizi daha da güçlendirebileceğimize inanıyoruz.
Değerli üyeler,
Ülkemizde yeni ve heyecan verici bir dönemin başındayız. Bulunduğumuz zemin gerek ekonomik gerekse de demokratik atılımlarımız için bir sıçrama tahtası olmaya uygundur. Ekonomimize baktığımız zaman, ikinci çeyrekten itibaren bir toparlanma eğilimine girildiğini söyleyebiliriz.
Özel kesim tüketim ve yatırım harcamaları ve sanayi üretimi artış eğilimindedir. İşsizlik hala en büyük problem olmakla birlikte düşüş göstermiştir. Ekonomimiz 3 çeyrek üst üste büyüyerek 2. çeyrekte % 10.3 ile beklentileri de aşmıştır.
Bununla birlikte dış talebe, özellikle de Avrupa’ya ilişkin belirsizlikler risk faktörü olmaya devam etmektedir. Önümüzdeki dönem ekonomi yönetimimizle ilgili 3 önemli konuya dikkat çekmek istiyorum. Birincisi, mali disiplin.
Türkiye’deki büyüme ağırlıklı olarak dış borçla, yani sıcak parayla finanse edilmeye devam ettiği sürece, hepimiz biliyoruz ki hükümetin ekonomi ve yapısal politikalarda hata yapma lüksü yoktur. Bir başka deyişle, yerli ve yabancı yatırımcıya öngörülebilir ve ciddi bir yatırım ortamı sunmadığınız zaman bu para aynı hızla geri çıkabilir.
Bizler bu nedenle, hükümet tarafından çok isabetli biçimde başlatılan Mali Kural ile ilgili çalışmalara katıldık, destek verdik, alkışladık. Mali Kural’ın, ekonominin geleceğine ilişkin daha açık bir görünüm sunacağına ve kriz sonrası dönemde, tüm ülkeler yabancı sermaye çekmeye çalışırken, bizi bir adım öne çıkaracağına inandık.
Mali Kural’ın ertelenmiş olması, haklı olarak, yaklaşan genel seçimlerde mali disiplinin sürdürülmeyeceği endişesini yaratmıştır. Hükümetin bu konudaki güven verici açıklamalarını olumlu buluyor, uygulamada da aynı kararlılığı göstereceğini düşünüyoruz.
İkinci önemli konu, bağımsız düzenleyici ve denetleyici kurumlardır. Piyasa ekonomisinin zayıf noktalarını telafi ederek yatırım ortamını istikrarlı kılan bu yapıların ne kadar önemli olduğu son 10 yılda iyice anlaşılmıştır.
Küresel krizden yumuşak bir biçimde çıkabilmişsek bunu ekonomi yönetimimizin, Merkez Bankası gibi, özerk kurum ve kurulların performansına da borçlu olduğumuzu gayet iyi biliyoruz. Son yıllarda ekonomi yönetimimizde ve bağımsız kurumlardaki ciddiyet ve profesyonel yaklaşımı takdirle izliyoruz.
Üçüncü önemli konu ise, ekonomide uzun vadeli yapısal reformlara odaklanılması gereğidir.
Değerli üyelerimiz,
Türkiye, 90’lı yıllardan bu yana, küresel ekonomi içinde güçlü bir oyuncu olabilmek için kökten bir değişime kapılarını açtı. Ekonomisini büyük ölçüde yeniden yapılandırdı, AB üyelik normlarını kendine rehber edinerek sektör sektör değişim sürecini başlattı.
Güçlü ekonominin dört temel unsuru olduğuna inanıyoruz:
• Vizyoner ekonomi politikaları,
• İyi düzenlenmiş bir piyasa ekonomisi,
• Mali disiplin ve uygun yatırım iklim geçmişe baktığımızda görüyoruz ki, Rekabet gücü, verimlilik ve yeni pazar arayışları açısından atılım yaptığımız dönemler,
• Ekonomi yönetiminin vizyoner kararlar ve destekleyici uygulamalar ile özel sektörün önünü açtığı dönemler olmuş.
Bugün dünyada, özellikle yabancı sermayeyi cezbetme konusundaki rekabette gözle görülür bir artış oldu. Ülkemiz ekonomisinde öteden beri yaşanan en önemli sıkıntılardan biri doğrudan yatırımın istenen düzeyde gerçekleşmiyor oluşudur.
Makroekonomik istikrarsızlık ve geleceğe dair öngörülerin yapılamaması, ortamı uygun olmaktan çıkaran en önemli faktörlerden biri olmuştur. İşte sırf bu açıdan bile AB müzakerelerinin devamı önemini korumalıdır.
Avrupa’da bazı lider ve ülkelerin Türkiye’ye karşı takındığı üslup ülkemizde AB üyeliği hevesini azaltmış olsa da, bu Türkiye'nin nihai hedefini hiç bir zaman değiştirmemektedir.
İçinden geçmekte olduğumuz değişim ve demokratikleşme sürecimizde yoğun bir reform gündemimiz vardır. AB üyelik münazaraları, sırf yapısal reformlarımız konusunda bize destek ve pusula olabilececek yönleri ve mekanizmaları için bile önemlidir.
Kaldı ki Avrupa'da yükselen başka bir inanç daha vardır. Eğer Avrupa, küresel rekabet ortamında güçlü bir ticaret bloğu olarak varlığını sürdürecek, komşu coğrafyalarda daha etkin bir rol oynayacaksa, bunu, ekonomide ve diplomaside ideal partner konumundaki Türkiye olmaksızın başaramayacaktır.
Ülkemiz güçlü bir ekonominin, istikrarlı ve yüksek standartlı bir demokrasinin gereklerini yerine getirmeye devam ettikçe bu görüşün daha da egemen olacağı kesindir. Dolayısıyla AB sürecimizde amacımız üzüm yemektir, Avrupa'daki bazı siyasilerin söylediklerine kitlenerek kendi yolculuğumuzu yavaşlatmak akıllı bir strateji olmayacaktır.
Uzun vadeli yapısal reformlarımıza odaklanmanın doğrudan yatırımın önünü açacağına, bu sayede daha sürdürülebilir bir büyüme ve istihdam artışı sağlanacağına ayrıca inanıyoruz.
Devletin eğitim ve sağlık gibi sosyal hizmetlerinde kalıcı ve sürekli bir iyileşme sağlayabilmesi daha çok ve sürekli kaynak yaratabilmesiyle mümkün olabilecektir. Gelişmiş ülkelerde devletin eğitime, araştırmaya ve yeni teknolojilere daha çok kaynak ayırabilmesi doğrudan yatırımla büyüyen ekonomileri ve adil ve geniş bir zeminden toplanan vergi kaynakları sayesinde olabilmektedir.
Değerli üyeler,
Zaman zaman gereksiz ve sert tartışmalara sahne olmakla birlikte, referandum süreci başarıyla geçirilmiştir. Referandum gerçekleşmeden önce yaptığımız açıklamada, “evet” de çıksa, “hayır” da çıksa Türkiye’nin yeni bir Anayasa yapmayı önüne koyması gerektiğini dile getirmiştik. Bugün görünen odur ki yeni bir Anayasa herkesin talebidir.
Bu talebi dile getiren siyasi ve sivil aktörler şimdi sürece olumlu ve yapıcı bir uslupta katkıda bulunma sorumluluğu ile karşı karşıyadırlar. İnanıyoruz ki, herkesin ortak hedefi ülkemizde refahı, huzuru ve kalkınmayı temin etmektir. Bu asgari müşterek, önümüzdeki dönemin ortak konularına yapıcı bir gözle bakmaya yetmelidir. Yeni Anayasa bu ortak konulardan sadece biridir.
TÜSİAD olarak, yeni Anayasa çalışmaları için her zaman toplumsal-siyasal uzlaşma prensibini benimsedik ve Anayasa yapma biçiminin Anayasa’nın içeriği kadar önemli olduğunu her fırsatta vurguladık. Gelecekte dönüp bugünlere baktığımızda, yeni bir Anayasa geçişin yaşandığı bu dönemin önemini daha açık görebileceğiz.
Önümüzdeki aylarda sürekli gündemde olacak yeni Anayasa çalışmalarının aceleye getirilmeden, demokratik, serinkanlı ve geniş bazlı müzakerelerle yapılacağını umuyoruz. Yeni Anayasamız ancak bu şekilde bir “Toplumsal Sözleşme” niteliği taşıyacak, çekişme kaynağı değil birlik kaynağı olabilecektir.
Son olarak da, bu süreçte sivil toplumun önemine değinmek istiyorum. 21. yüzyılda halkın yalnızca seçimlerde değil, tüm yaşamı boyunca kendini ifade edebilmesi, sivil toplum kuruluşları sayesinde ancak mümkün olabilmektedir.
Demokrasinin sürdürülebilirliğini sağlayan sivil toplum kuruluşlarıdır. Türkiye’de de sivil toplumun, örgütlü toplumun Anayasa yapımına katılmasını sağlamak, bunun kanallarını açık tutmak, demokrasi konusunda bir samimiyet sınavı olduğunu rahatça söyleyebiliriz.
Değerli üyelerimiz,
Elbette ki toplum olarak, arzu ettiği her türlü desteğe sahip olan hükümetimizden, bu desteğin sorumluluklarını da yerine getirmesini bekliyoruz. Ancak her birimize toplumsal barış ve çözüm odaklı tartışma konusunda büyük sorumlulukların düştüğü, bugüne kadar yaşanmamış hızda bir değişim sürecinden geçiyoruz.
Referandum döneminde siyasetin genel uslubu dışında, daha da büyük ve derin kutuplaşmalar ve mücadelelere tanık olduk. Son 3 aydaki gündemimiz, kendilerini ya da birbirlerini belli kategoriler altında tanımlayan kesimlerin, birleştiren değil sürekli ayrıştıran ve uzaklaştıran söylemleri ve suçlamalarıyla geçti.
Toplumdaki bu saflaşma ve bu safların birbirleriyle dialog biçimi siyasette zaman zaman eleştirdiğimiz sert ve kavgacı usluptan daha mı az yıkıcıdır?
Ülkemizdeki sorunları ve çözümlerini konuştuğumuzu sandığımız ortamlarda bile aslında birbirimizle ve karşı tarafla kavga ederek zamanımızı ve enerjimizi harcıyoruz. Yüzlerce yıllık geçmişi olan ve Türkiye’nin bugününü şekillendiren sınıf, din, dil, etnik, siyasi farklılıkları ve yanlışları tartışmayacak mıyız? Tabii ki tartışacağız.
Ama yarının fırsatlarını geçmişe ve geçmişten gelen önyargılarımıza, korkularımıza feda etmemeliyiz. Yarınlarımızı kurmaya talip olan lider kadroların buna ehil olduklarını kanıtlamaları için düne saplanmayı bırakıp yarına odaklanmaları gerekiyor diyoruz.
Birbirimizi ve kurumları eleştirdiğimiz pek çok konu aslında ülke olarak hepimizde var olan sorunlardır. Bir örnek vermek gerekirse; Türkiye’de devlet otoriter olmakla eleştiriliyor…Olabilir!
Peki, ya özel sektör tamamıyla kurumsallaşmış ve demokratik midir? Ya okullarımız, ya aile yapılarımız?
Demek istediğim, suçlamalarımızda kurum ve kişilere yüklendiğimiz kadar sorunun kendisine ve çözümüne odaklanmamız lazım. Türkiye’de otorite sorunu sadece devlette değil her alanda vardır. Belki yeni kuşakların bu ortamda daha katılımcı, daha yaratıcı, daha üretken olmaları mümkün olamayacaktır. Bunun gibi onlarca örnek verebiliriz.
Ekonomide son dönemde gündeme gelen “Anadolu sermayesi - İstanbul sermayesi” ayrımı da hiç bir faydası olmayan bir başka yapay saflaşmadır. Gerek TÜSİAD gerekse de işadamı şapkamla söyleyebilirim ki, Türkiye’de böyle bir ayrım yoktur!
Sermayemiz birdir ve bu ülkede sermayesini yatırıma dönüştüren büyük-küçük, İstanbullu ya da Çorumlu her iş adamının tek ve ortak bir amacı vardır. O da daha müreffeh ve daha kalkınmış bir Türkiye’dir.
Ülkemiz, ne ekonomide, ne siyasette kutuplaşmaların ve bölünmelerin ağırlığını kaldırabilecek durumda değildir. Bu yeni dönemde, toplumsal barış, yapıcı siyaset ortamı ve huzur içinde, daha kalkınmış, daha adil paylaşılmış, daha müreffeh bir ülke olma yolunda hız kazanmayı umuyoruz.
Bu süreçte bireyler olarak da kurumlar olarak da üzerimize düşeni yapmaya hazırız. İdealimiz ekonomide de, siyasette de tek Türkiye’dir.
Teşekkür ederim.
Boyner: Tarafız taraf olmaya devam edeceğiz
TÜSİAD Başkanı Ümit Boyner, Mustafa Koç'un ardından söz aldı. Boyner, Başbakan Tayyip Erdoğan'ın 12 Eylül referandumu öncesi "Taraf olmayan bertaraf olur" sözlerini anımsatarak, "TÜSİAD olarak ülkemizin gündemiyle ilgilenmeye, sorunların çözümü için fikir üretmeye, laik, demokratik hukuk devleti yapısının sağlamlaşması için çalışmaya devam edeceğiz. Ülkemizde barışın tesisiyle ekonomik refah arasındaki ilişkiyi vurgulamaktan vazgeçmeyeceğiz. Güçler ayrılığı ve dengesini savunup, Parlamento’nun bugünkünden daha etkin hale gelmesi için çalışacağız. Tüm bu konularda tarafız. Taraf olmaya da devam edeceğiz" dedi.
Ümit Boyner'in TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi'ndeki konuşması şöyle:
Sayın Başkan, Değerli üyeler,
Belki de içine çok sıradışı gelişmeler sığdığı için normalden uzun gelen bir aralığın ardından sizlerle tekrar birlikte olmaktan engin bir mutluluk duyuyorum. Gerçekten de konuşacağımız, paylaşacağımız, tartışacağımız çok konu birikti.
Tespit etmek gerekir ki 12 Eylül referandumundan sonra artık yeni Anayasa yapmaya ziyadesiyle hazır bir Türkiye’de yaşıyoruz.
Bu Türkiye, askeri ve sivil bürokrasinin siyasi sistemimiz içindeki yeri, ağırlığı ve işleviyle ilgili eski tanımlama ve alışkanlıklarla bağını koparmış bir Türkiye’dir.
Bu Türkiye, aynı zamanda üzerindeki her yönden gelen şiddet şantajına başkaldırmış bir Türkiye’dir. Türk toplumu en yakıcı sorununun sivil siyaset zemininde ve artık mutlak surette şiddeti reddederek çözme talebini de iletmiştir.
Bunların yanı sıra bu Türkiye, hukukun üstünlüğüne dayalı, güçler ayrımını kurumsallaştırmış, temsil adaletinin sağlandığı, birey haklarına saygılı demokratik bir devlet, toplum ve rejim hedefine ulaşmak için harekete geçmek isteyen ve Avrupa Birliği değerlerinin yerleşmesi hedefine yönelmiş bir Türkiye’dir.
Bu konuya birazdan tekrar döneceğim.
Değerli üyeler,
Çok konumuz birikti derken yalnızca Türkiye’nin yüklü siyasi gündeminden, önümüzdeki dönemin karşımıza getirdiği risklerden, fırsatlardan ve bu dönemdeki mücadelelerin niteliğiyle ilgili tartışmalardan söz etmiyorum.
Çok anlaşılır nedenlerle Türkiye’nin kendi içine döndüğü bu zaman diliminde dünya da boş durmadı.
21. yüzyılın ilk on yılında dünyadaki yerleşik güç dağılımını, var olan düzenin temel kurallarını ve dengelerini sarsan gelişmeler yaşandı. Hızlandırılmış bir tarih akışı içinde Batı dünyası, özellikle ABD uluslararası sistem içindeki siyaseten mutlak üstünlüğünü yitirdi.
2008 krizi gelişmiş ekonomileri büyük ve altından kalkması çok uzun sürecek borç yükleri altında bırakırken, zamanında Batı’nın baskısıyla mali politikalarında disiplin kurmuş, finansal balonların cazibesine kapılmamış ekonomileri ön plana çıkardı.
Bu on yılın sonunda siyaseten, ideolojik olarak ve ekonomik gelişmeler açısından herkes bir bilanço çıkarmaya başladı. Uluslararası rekabetin ekonomik boyutunun önemi herkesçe gayet iyi algılandığından ekonomi yönetimi, teknoloji kullanımı ve yaratıcılık stratejik düşüncenin de odağına oturdu.
Bu sayede 2010 yılıyla başlayan yeni on yıllık dönemde ve ötesinde nasıl bir dünya düzeninin şekilleneceği konusunda yeterince ipucu toplanıyor.
Görünen o ki, krizle birlikte başlayan geçiş döneminde devletin piyasalarla ilişkisinin ne olacağı konusunda ciddi bir tartışma ve mücadele yaşanacak. Küresel boyutları olan sorunları ulus-devletin egemenlik anlayışı ve çerçevesi içinde çözme gayretleri sürecek.
Ancak bu konudaki diretmeler küreselleşmenin mantığını engelleyemeyecek. Küresel yönetişim gereksinimi giderek daha ağır basacak. Bu bağlamda mevcut uluslararası kuruluşların yeni dönemin gerçeklerini, güç dağılımını yansıtacak şekilde yeniden yapılanmaları da gerekecektir.
Bu yeniden yapılanmada ekonomi yönetiminde doğru tercihleri yapmış bir Türkiye’nin ön plana çıkabileceğine de inanıyoruz.
Öte yandan dünya siyasetinin önde gelen oyuncuları geleceklerini kurmak üzere gündelik yönetim sorunlarının ötesine giden planlar yapmaya, stratejiler üretmeye başladılar. Bizim de artık bu tartışmalara katılma zamanımız geldi ve hatta geçiyor bile.
Geçtiğimiz yazın cehennem sıcakları iklim değişikliği, küresel ısınma konularında en inatçı kafalarda bile soru işaretlerini çoğalttı. Ekonomik yapının farklı enerji kaynaklarına dayanması gerekliliği giderek daha yaygın kabul görüyor.
Dünya artan bir hızla fosil yakıt sonrası döneme hazırlanmaya başlıyor. O dönemin gerektirdiği teknolojileri üretenler, o teknolojinin kullanıldığı ürünleri icat edenler, üretenler ve pazarlayanlar ön plana çıkacak. Biyolojide, gen biliminde her gün insan tahayyülünü aşan ufuklar açılıyor.
Bu alanlardaki araştırmaların sonuçlarını, teknolojinin imkanlarını hayata geçirecek olanlar tabii ki ekonomik aktörler ve piyasa koşullarıdır. Ancak tarihten de biliyoruz ki bu tür büyük teknolojik sıçrama dönemlerinde devletlere de büyük görev düşer.
Nitekim bugünkü tartışmaların önemli bir bölümü piyasa ile devlet arasındaki işbölümünün nasıl tanımlanacağı üzerinde. Bir yandan devletin piyasanın işleyişini kolaylaştırıcı, yönetişime ağırlık veren, düzenleyici bir yapılanmaya geçmesi, diğer yandan teşvik unsurunun teknolojik ve ekonomik ufukları açmak üzere nasıl kullanılacağı gündemde.
Türkiye açısından bu tabloya baktığımızda acilen benzer tartışmaları en geniş katılımla yapmamız gerektiği sonucuna varıyoruz. Bu bağlamda özel teşebbüsün ve girişimciliğin önemi, konumu ve bu atılımlarda oynayacağı rol meselesine de değinmek gerekiyor.
Değerli üyeler,
Bildiğiniz gibi, son dönemde bize hayli anlamsız gelen bir “Anadolu sermayesi” “İstanbul sermayesi” karşılaştırması yapılıyor.
Bize göre asıl büyük ayrışma kayıtlı iş yapan sermaye ile kayıt dışı sermaye arasındadır. Bunlardan birincisi kurallara ve çalışanın haklarına saygılıyken, vergisini öderken kayıt dışı sermaye hem bunları umursamaz hem de haksız rekabet yaratarak genel çıkara aykırı bir durumun da ortaya çıkmasına yol açar. Eğer bir mücadeleden söz edilecekse bu, tüm Türkiye sathında kayıtlı ve kayıt dışı sermaye arasındadır.
Bizim Anadolu sermayesiyle ilişkimize dönecek olursak da söylenecek çok söz var aslında. Bu noktada TÜSİAD’ın, “Anadolu”daki gönüllü sanayici ve işadamları örgütleri ile 1990’lı yıllardan beri süregelen ilişkilerinden ve bu ilişkilerin sürekli desteklediğimiz TÜRKONFED çatısı altında kurumsallaşmasından uzun uzadıya bahsetmeye gerek bile duymuyorum. Ayrıca yönetim merkezleri Anadolu’nun çeşitli şehirlerinde bulunan ve başarılarıyla temayüz etmiş üyelerimizin sayısını hatırlatmayı da anlamsız buluyorum.
Türkiye’deki en yerleşik kurumlardan olan TÜSİAD’ın daha bürokratik vesayetin sürdüğü 1990’larda, bugün ağızlarından bal damlayanlar demokrasinin ne olduğunu çözememişken, bu davanın bayraktarlığını yaptığını hatırlatmak da belki yersiz.
Sonuçta bu mücadeleler ülkenin ve toplumun genel çıkarları gözetilerek verilen, bizim yükümlülüğümüz sayılması gereken mücadelelerdi.
Bize bu sorumluluğu yükleyen toplum içindeki yerimiz idiyse, mücadeleye iten de dünyayı kavramamızdı. Soğuk Savaş sonrasında dünyanın itibarlı ülkeleri arasında yer almanın insan haklarına ve özgürlüklere saygıdan, kısaca Kopenhag kriterlerinden, geçtiğini kavramamızdı. Bu yeni dünyada piyasaların düzgün şekilde, yersiz ve faullü müdahalelerle engellenmeden çalışabilmeleri için iyi işleyen bir demokrasi ve hukuk sistemi vazgeçilemez şartlardı.
Bugün piyasa-demokrasi-hukuk arasındaki bu temel ilişkinin geçmiştekinden bile daha önemli olduğuna inanıyoruz.
O zamanlar, ve hatta şimdi, Türkiye’yi kurulmakta olan yeni küresel düzen içinde layık olduğu yere konumlandırmanın köklü değişimlerden geçtiğini kabullenip bunu kamuoyuna anlatmak bizim işimizdi. Tıpkı AB projesinin Türkiye’yi kanatlandıracağını, normalleştireceğini, dünyadaki profilini yükselteceğini savunmanın olduğu gibi.
Bunları görebilmemizi artık olgunlaşmış, kurumlaşmaya başlamış, çevreye, dünyaya daha çok dikkat etmenin önemini kavramış şirketleri yöneten iş insanları olmamız sağladı.
Bir gecede demokrat olunamıyor. Kişiler ve kurumlar ancak zaman içinde tecrübe kazandıkça ortak akıl üretebilecek kapasiteye kavuşuyorlar. Kısacası bir ülkenin kurumsal ve insan sermayesi kolay şekillenmiyor.
Zira yalnızca eğitim ve para insan sermayesini şekillendirmek için yeterli olmuyor. Tecrübenin, algıların, duyargaların açık olmasının, dünya ile etkileşim ve iletişim içinde olmanın değerinin maddi bir ölçüsü yok.
Değerli üyeler,
Önümüzdeki dönemde mali kaynaklar kadar, müteşebbislik ruhu, bu ruha yol açacak koşulların sağlanması ve insan sermayemizin geliştirilmesi kalkınma gündemimizin ön sıralarında yer alacak.
Türkiye’nin teknoloji üreten ülkeler arasına girip girmeyeceğini, rekabetin önünü açıcı politikaların katkısıyla sermayenin bu yönde mobilize edilip edilmeyeceği belirleyecektir.
Böyle bir durumda sermayenin el değiştirmesi gibi, kendi tarihimizde çok çarpıcı ve olumsuz yankıları olan sözleri kullanmanın ülke çıkarlarına aykırı düştüğünü kayda geçirmek istiyorum. Bizim beklentimiz ve desteklediğimiz yaklaşım sermayenin tabana yayılması ve bu şekilde bölgesel gelişmişlik farklarının azaltılması yönünde mesafe katedilmesidir. Üzerinde asıl mesai harcamamız gereken konular ise geleceği kuracak atılımlarla ilgilidir.
Devlet, teşebbüs ruhunu ezmeden düzenleyici rolü ve teşvik mekanizmalarıyla kök hücre araştırmalarına, genetik dalındaki uçsuz bucaksız çalışma alanlarına destek verecek. Geleceğin dünyası alternatif enerji üretebilen, elektrikli otomobil teknolojisini en hızlı geliştiren ve uygulamaya sokabilen ekonomilere, toplumlara ait olacak.
Özel teşebbüsün yaratıcılığını ortaya koyması için gerekli şartların oluşmasında devletin de harekete geçmesi gerekiyor. Eğitim sisteminin çağa uygun, çalışma hayatı ile uyumlu düzeye getirilmesinden, adalet mekanizmasının doğru işlemesine, teknoloji yatırımlarını desteklemekten, rekabetin önündeki engelleri kaldırmaya kadar yapabileceği, yapması gereken bir dizi iş var.
Sizce sermayenin coğrafyası, ideolojisi ya da samimiyeti tartışmalarına dalmış, sermayenin el değiştirmesinden bahseden bir Türkiye böyle bir vizyonu geliştirme, bu türden bir gelecek kurma projesinin neresindedir?
Değerli üyeler,
Bizim hedefimiz, daha doğrusu toplumun ezici çoğunluğunun hedefi, daha müreffeh, daha huzurlu, daha özgür bir toplum haline gelmemizdir.
Yalan yanlış tezler üzerinden TÜSİAD’a saldırmanın dayanılmaz hafifliğiyle başları dönenlere bu temel ilkeyi bir kez daha hatırlatmak istedim. Sonuçta kendi işlevini kapalı kapılar ardında iş takipçiliği olarak değil toplumsal farkındalık yaratmak diye tanımlamış ve bunu uygulamaya dökmüş bir derneğiz.
Anayasa paketi gündeme geldiği tarihten itibaren TÜSİAD olarak tek tek tüm maddeler üzerinden hem siz üyelerimize, hem kamuoyuna hem de hükümete görüş ve önerilerimizi sunduk. Demokratikleşme, hukuk, yargı sistemi ve anayasa konularında pek çok rapor yayınlamış bir kurum olarak sorumluluğumuzu yerine getirdiğimize inanıyoruz.
Pek çok bakımdan gerçekten de tarihsel anlamlarla yüklü referandumun ardından biz gene temel ilkelerimiz doğrultusunda konuşmayı, önerilerde bulunmayı, tartışmaya dahil olmayı ve kamuoyuyla görüşlerimizi paylaşmayı sürdüreceğiz.
Değerli üyeler,
Konuşmamın başında referandum sonrası ortamın Türkiye’nin bir an önce yeni anayasasına kavuşmaya hazır olduğunu da gösterdiğini vurgulamıştım.
Referandum sonrasında hem Sayın Başbakan’dan hem de Kılıçdaroğlu’ndan gelen işaretler yeni anayasa hazırlanması konusunda siyasi sistemimizin nihayet mutabakat içinde olduğunu gösteriyor.
Buna koşut olarak 12 Eylül oylamasından beri ülkeyi fena halde geren kutuplaşma atmosferinden ve söyleminden uzaklaşmak için de siyasi liderler bir gayret sarfediyorlar. Kısacası ülkenin temel meselelerinin çözümünde, önce ortak tanımlamalara varmak gerekliliğinin herkes tarafından anlaşılmaya başladığı izlenimini ediniyoruz.
Türkiye’yi geren ve seçim sonuçları coğrafyasının çarpıcı şekilde dikkatimize sunduğu kutuplaşma bizi yerimize mıhlayacak, geleceğimizi kurmamızı zorlaştıracak bir zincirdir. Mutlaka kırılması gerekir. Bu kutuplaşmadan beslenerek siyaset yapmanın Türkiye’ye kimisi görünür kimisi örtük hayli ağır bedeller ödettiğini asla göz ardı etmemeliyiz.
Buna yönelik olarak da yalnızca anayasa değil, demokratik bir cumhuriyetin kurumsallaşması için gerekli diğer yasal adımların da atılmasını talep ediyoruz.
TÜSİAD olarak seçimlere kadar geçecek dönemde şu beş konuda, o konunun uzmanları ve uygulayıcıları olan kişilerle yuvarlak masa toplantıları düzenleyerek, tartışmaları ve varılan sonuçları kamuoyu ile paylaşacağız.
Bu konular:
1. “Yeni anayasanın hazırlanma yöntemi”
2. “21. Yüzyıl anayasasının temel ilke ve kurumları”
3. “Din ve vicdan özgürlüğü”
4. “Kimlikler meselesi”
5. “Kuvvetler ayrılığı” dır.
Bizim anlayışımıza göre demokratik anayasa konusu siyasi partiler yasası, seçim yasası ve Türk Ceza Kanunu’ndaki ifade özgürlüğünü kısıtlayıcı maddelerin değiştirilmesi gerekliliğinden bağımsız olarak tartışılamaz. Daha doğrusu bunları kapsamadan süren bir tartışma eksik kalacaktır.
Sayın Cumhurbaşkanı’nın ABD ziyareti sırasında söyledikleri bu konuların seçimler öncesinde gündemimize girmesiyle bağlantılı iyimserliğimizi arttırıyor. Cumhurbaşkanı Gül bir yandan Meclis’teki temsil sorunu konusunda gayet hassas bir değerlendirmede bulunurken, Kürt açılımı, adalet mekanizmasının düzgün ve etkili işleyişi, yeni anayasa yapımı konularında da önemli işaretler verdi.
İktidar ve Ana muhalefet partisi liderlerinin referandum sonrası diyaloğa daha açık bir tutum benimsemeleri toplumun çoğunluğu gibi bizi de heyecanlandırıyor. Türkiye’de siyaset alanını daha da genişletecek her yaklaşım bizim önceki konuşmalarımızda da dile getirdiğimiz temel sorunların aşılması için paha biçilmez bir fırsat sunmaktadır.
Değerli üyeler,
Temel sorunlarımızın en başında Kürt meselesinin geldiği konusunda herhalde pek bir tereddüde mahal yoktur. Bu konuda önce şiddetin durması, terör eylemlerine son verilmesi yönündeki gelişmeleri merak ve ilgiyle izliyoruz. Bunun yanı sıra tarihimizin hiç bir döneminde olmadığı kadar açık şekilde sorunu tüm boyutlarıyla da tartışıyoruz.
Bu konuda gösterilen tüm iyi niyetli çabalara destek vermeyi de doğru buluyoruz. Önümüzdeki dönemde hem gelişmeler hakkında daha fazla değerlendirmede bulunmak imkanı hem de önerilerimizi dile getirme fırsatı bulacağımıza inanıyoruz.
Kürt meselesinin aynı zamanda ulus ötesi bir boyutu olduğunu da biliyoruz. Sonuçta güneyimizde Irak’a bağlı bir Kürdistan Bölgesel Yönetimi var. Onun denetimindeki topraklarda da PKK bulunuyor.
Gerek Barzani yönetimi gerekse ABD bu konuda Türkiye’den asker ve sivil yetkililerle işbirliği yapıyor. Bunun yeterli olmadığını daha ileri düzeyde tedbirlerin devreye girmesi gerektiğini Türkiye en üst düzeyden sürekli tekrarlıyor.
ABD Irak’tan çekilirken arkada en azından istikrarlı bir bölge bırakmak istiyor. Bunun için de Ankara ile birlikte çalışıyor. ABD ve bekası Türkiye ile iyi ilişkileri sürdürmeyi gerektiren Barzani yönetiminin PKK konusunda ellerinden geleni yapmalarını bekliyoruz.
PKK şiddetinin son bulmasının ülkemizde Kürt meselesinin çözümüne yönelik çabalara ivme kazandıracağına, bölünme kaygılarını da ciddi şekilde gündemden kaldıracağına inanıyoruz.
Kaldı ki, referanduma katılım oranları, boykota rağmen, Kürt kökenli vatandaşlarımızın da şiddetten kurtulmuş bir Türkiye’de, demokratik sistem içinde siyasete katılmak istediklerini, hür ve eşit vatandaşlar olarak yaşama iradesine sahip olduklarını gösterdi.
ABD ile ilişkilerimizin çok dallı ve önemli olduğunu burada tekrarlamaya herhalde gerek yok. Son dönemde ilişkilere egemen olan fırtına bulutlarının yavaş yavaş dağılmaya başladığını görmekten memnunuz. İran konusunda tarafların birbirilerini daha iyi anlamaya başladıklarını gördüğümüze de seviniyoruz.
Ancak ABD’nin Türkiye’deki imajının hayli sorunlu olması üzerinde de hem bizim hem de Amerikalı dostlarımızın daha ciddi şekilde düşünmeleri gerektiğine inanıyoruz. Bu bağlamda BM İnsan Hakları Konseyi’nin dokuz Türk vatandaşının hayatını kaybettiği Gazze yardım konvoyuna İsrail saldırısı hakkındaki raporuna ABD’nin red oyu vermesinin de bu imaja olumlu bir katkı yapmayacağı kanısındayız.
Değerli üyeler,
Son olarak da, gündemimizin hala en önemli maddelerinden birisini oluşturduğunu düşündüğüm AB üyelik sürecine değinmek istiyorum. Sayın Cumhurbaşkanı AB’nin Türkiye’yi dışlayıcı tavrından ve ekonomik gücüne koşut bir siyasi cevvaliyet içinde olmamasından şikayet etti.
Gerçekten de Türkiye dosyası gibi bir dosyanın AB üyelerinin bazılarında ele alınış şekline bakıldığında ülkemizde daha şunun şurasında altı yıl önce yüzde 70’lerde seyreden üyeliğe desteğin 38’lere düşmesine şaşmamak gerekir. Bu bizce sürdürülemez bir durumdur ve gereği yapılmalıdır.
Hükümetimizden AB sürecini canlandırmasını ve altı yıl önceki ruha dönülmesini istemek doğaldır. Ancak Kıbrıs meselesinde çözüme yönelik bir ışık ortaya çıkmadıkça da bunun gerçekleşemeyeceği bellidir.
Dünyadaki yeni yapılanmada Türkiye Avrasya’nın çengelli iğnesidir. Gücü, Batı sisteminin bir parçası olarak, çevresiyle yapıcı ekonomik, kültürel ve siyasi ilişkiler kurmasından kaynaklanmaktadır. AB’nin de gerek ekonomik gerek stratejik açılardan böyle bir üyeye ihtiyacı fazla açıklama gerektirmeyecek ölçüde aşikardır.
Önümüzdeki dönemde, ekonomik krizin etkisinin yarattığı olumsuz havaya rağmen, bu ilişkileri canlandırmak için yeni bir heves, yeni bir şevk ve hepsinden önemlisi karşılıklı olarak yeni bir dille harekete geçmek gerektiğine inanıyoruz.
Değerli üyeler,
TÜSİAD olarak ülkemizin gündemiyle ilgilenmeye, sorunların çözümü için fikir üretmeye, laik, demokratik hukuk devleti yapısının sağlamlaşması için çalışmaya devam edeceğiz. Ülkemizde barışın tesisiyle ekonomik refah arasındaki ilişkiyi vurgulamaktan vazgeçmeyeceğiz. Güçler ayrılığı ve dengesini savunup, Parlamento’nun bugünkünden daha etkin hale gelmesi için çalışacağız.
Tüm bu konularda tarafız. Taraf olmaya da devam edeceğiz.
Bu mücadeleyi verirken de sizden, desteğinizden, görüşlerinizden daha önemli ve değerli bir güç kaynağımız yoktur.
Bunu da belirterek hepinize şükranlarımı sunmak isterim.
Beni dinlediğiniz için teşekkür eder hepinizi saygıyla selamlarım.
© Tüm hakları saklıdır.