Yasemin Çongar, Taraf gazetesi (16 Kasım 2011)
"Silahlı kuvvetler” diyor Murat Belge, “Özal’ın, adaylık sürecini ciddileştirmesinden itibaren, Avrupa’ya yakınlaşma çabasını baltaladı, sabote etti” ve sonra bir anekdot aktarıyor: “Bir generalin bunu reddediş biçimini hatırlıyorum. ‘Ordu AB’yi baltalamıyor,’ yollu bir şey söylemiş ve eklemişti. ‘Öyle yaptığını söyleyeni Allah çarpmazsa biz çarparız!’ AB’ye girmeye de, herhangi bir medeniyete girmeye de bu ‘çarpma’ üslubunun engel olduğunu o generale anlatabilmek herhalde mümkün değildir.”
Bu satırları,Militarist Modernleşme ’nin girişinden aldım. İletişim’den çıkan yeni kitabına “Almanya, Japonya ve Türkiye” altbaşlığını koymuş Belge… Başlık ve altbaşlık kitabın iddiasını, kapsamını, ufkunu ima ediyor elbette ama işin aslı bu imanın çok ötesine geçiyor.
Belge Almanya’yı İtalya, Japonya’yı Hindistan, Türkiye’yi de Yunanistan’la kıyaslama fırsatı sunuyor kitabında; en başta Britanya’yı, Fransa’yı ve —Britanya’yla savaşarak ama tabii Britanya’nın içinden doğan— ABD’yi inceliyor; dahası dünyada milliyetçiliğin kurumsallaşmasına, askerliğin gelişimine, militarizmle ulus-devletin ilişkisine ve bir bütün olarak modernleşme tarihine bakıyor. Velhasıl, büyük bir iş, birmagnum opus var ortada.
Tabii, kitabın en muhteşem yönlerinden biri de, Belge’nin yazılarında hep yaptığı gibi, anlattığı şeyi okurla karşılıklı konuşurcasına anlatması, koca bir tarih ve coğrafyanın içinden sahici bir merakla ve sade cümlelerle geçmesi. Sonuçta, çoğumuzun okurken çok şey öğreneceği ve bizi daha fazla öğrenmeye, bütün bu konularda daha fazla okumaya kışkırtacak bir kitap yazmış Belge. Ama bunu salt bizi “bilgilendirmek” için yaptığı söylenemez. Onun belirleyici bir tezi, bir davası var; saklamıyor da zaten:
“Ordunun bu yerine karşı demokratik mücadeleye omuz vermek için yazdım bu kitabı. Türkiye’de ve dünyada militarizme karşı ‘nesnel’ olmaya çalıştım ama ‘tarafsız’ olmak gibi bir kaygım hiç olmadı. Açık bir şekilde, tarafım.”
Akşam yazıya başlamak için masama geçtiğimde, aklımda Başbakan Erdoğan’ın Meclis’teki grup konuşmasından söz etmek vardı. Erdoğan, kuşkusuz sadece Hasan Cemal’e değil, ama sanırım en fazla onun dünkü “Emrin olur Sayın Başbakan!” başlıklı yazısına cevaben şöyle dedi:
“KCK operasyonları için dediklerimden rahatsız olmuşlar. Ne diyecektim? İyi yaptınız mı diyecektim? Siz bu iktidarı devletin içinde bir devlet yapılanmasını öveceksiniz, alkışlayacaksınız. Niçin hükümet, niçin devlet çözüm üretmiyor diye bizleri eleştireceksiniz. Biz kalkıp da devletin içinde devlet yapılanmasını ortaya koyarsak rahatsız olacaksınız… İstediğiniz kadar medya mensubu olun. Özgürlüklerin de bir sınırı vardır. 25 kuruşa simit yok.”
En sondaki bu “susamlı” cümlenin meali her ne ise, Başbakan’ın KCK operasyonlarını eleştiren yazarlara reva gördüğü cevabın sığlığına uygun düştüğünü varsayıyorum. PKK’nın şiddetini savunmakla hükümetin Kürt politikasını eleştirmek arasında fark yokmuş gibi yapan, KCK’ya sahip çıkmakla KCK operasyonlarının yoluna, yordamına, kapsamına itiraz etmeyi aynı kefeye koyan bir başbakan, kendisine sığlıktan ve körleşmekten başka bir seçenek bırakmıyor zira. Dünkü konuşmasında KCK konusundaki eleştirilere tahammülsüzlüğünü ele veren öfkeli cümleler sarfetti ama polisiye ve askeriye yöntemlerin ötesinde, Kürt meselesinde demokratik adımlar da atacaklarını söylemedi. Hasan Cemal’e “özgürlüğünün sınırlarını” hatırlatmaya kalkıştı ama onun mesela şu hatırlatmasına makûl bir karşılık vermeye yanaşmadı: “Sayın Başbakan; barış, demokrasi ve insan hakları konusunda daha atılacak çok adım, başarılması gereken zihniyet değişimi var. İşin başında sayılırsınız. Örneğin ‘Kürtçe eğitim’i geçtik, daha Kürtçe seçimlik ders bile olamadı bu ülkede... Eğer gerçekten ‘Demokrasi PKK’yı yensin!’ diyorsanız ya da böyle bir düşünce varsa kafanızın bir yerinde, o zaman yapmanız gereken ve yapabileceğiniz çok şey var.”
Gazetedeki masamda Erdoğan’ın konuşmasının metnine bakarken, derste sırasının altında çizgiroman okuyan çocuklar misali Murat Belge’nin Militarist Modernleşme ’sini karıştırıyordum bir yandan da. Ne tuhaf, Belge’nin bizim vesayetçi ordunun tavrını tarif etmek için kullandığı söz, o vesayetten çok çekmiş ve geriletilmesi için de bence çok şey yapmış olan Erdoğan’ın dünkü “İstediğiniz kadar medya mensubu olun. Özgürlüklerin de bir sınırı vardır” cümlesine tıpatıp uyuyordu: “Çarpma üslubu.”
Belge’yi okurken, Türkiye’nin militarist düzeninin, hâkim şiddet kültürünün ve bunların arkasındaki başlıca dayanak ve kaynak olan Kemalizmin içinden yetişmenin nasıl sığlaştırıcı, körleştirici ve aynılaştırıcı olduğunu bir kez daha anlıyor insan. “Çarpma üslubu” diye özetlenebilecek otoriter tavır ve zihniyetin, başlıca mağdurlarına ve karşıtlarına bile böyle sirayet edebilmesinin tarihsel geriplanı üzerine daha çok düşünüyor. Gerçekten değişebilmek için, yani Türkiye’nin “militarist modernleşme”yi aşıp, demokratik bir toplum olma yolunda ilerleyebilmesi için, önce Erdoğan’ın bize giderek daha fazla örneğini sunduğu bu üslubu değiştirebilmemiz gerekiyor. Belge’nin de dediği gibi: “Şimdiye kadar koşullarımızı militarizm dikte etti. Ancak bu sevimsiz konumdan çıkmanın gerçek … yöntemi, yeni bir ‘dikte etme’ aktörü ya da mercii bulmak, ihdas etmek değil, ‘dikte etme’ yöntemini ortadan kaldırmaktır.”
Bu ülkede, Türk siyasetinin de, Kürt siyasetinin de en büyük zaafı bu değil mi zaten? Kürt meselesinin de, Türk meselesinin de hâlâ çözülmemiş olmasının en büyük nedeni, bu yöntemi ortadan kaldıramamış olmamız, kaldırılmasını isteyenlere de simitin fiyatını hatırlatmamız değilse nedir?