Prof. Murat Belge, 17 Aralık yolsuzluk ve rüşvet operasyonundan sonra Türkiye'de iki seçimin olduğunu ancak AKP'nin oylarında ciddi bir gerileme görülmeme nedeninin, halkın yolsuzluk olduğuna inanmamasından çok, "Olabilir ama bana ne!" Benim işim iyi gidiyor" tavrının ağır basması olduğunu dile getirdi.
Murat Belge, Taraf gazetesinde "17 Aralık hiç olmadı" başlığıyla yayımlanan yazısında (19 Ekim 2014), AKP iktidarının söylemlerinde sertlik dozunu artırdığını, bunu sadece söylemle değil, kendi değiştirdikleri yasaları değiştirip 12 Eylül’ün hukuk anlayışına döndüklerini belirtti.
17 Aralık hiç olmadı
Bugün 18 Ekim. Bulutlu bir sabah gibi, ama güneş de hiç parlamıyor değil. “Parçalı bulutlu” dediklerinden bir gün olacak galiba. İçimizde bir ferahlık! Savcılık “takipsizlik” kararı vermiş, “17 Aralık” adıyla anmaya alıştığımız bütün olay, “yok” hükmüne geçmiş.
Bundan sonra bir de yasal değişiklik yapılabilir; 17 Aralık tarihi takvimden silinir. 16’sından 18’ine zıplarız, olur biter. Ne de olsa bu ülkenin insanlarının zihninde uğursuz çağrışımları olan bir gün, kötü şeyler hatırlatıyor, olmayıversin. Zaten bunlardan 365 tane var, biri de eksik kalıversin. Geri kalan dünya ile aramızda uyumsuzluk çıkarmış. O da çıksın. Zaten şimdi uyum mu var ya da uyum oluyor da ne oluyor? Bu uyumdan bize bir şey var mı, bir fayda falan?
Daha kestirme çözüm gene yasayla adını değiştirmek, hani “15 Aralık, 16 Aralık” diye giderken, sözün gelişi “Selâh-ı kaza” falan gibi bir ad takarız, sonar da 18 Aralık gelir --zaten bu “Aralık” adı da bir tuhaf ya, şimdilik onu karıştırmayalım.
17 Aralık’la birlikte, Tayyip Erdoğan’ın cemaate açtığı savaş en kızışkın noktasına gelmişti. Bu olay, “Yargı” dediğimiz kurumu, “Kuvvetler Ayrılığı”nın üçüncü Kuvvet’ini süregiden kavganın merkezine oturttu. HSYK’ya kimin, kimlerin seçileceği, bu durumda “en belirleyici” sorun haline geldi. Öyle anlaşılıyor ki bu sorun Tayyip Erdoğan’ı mutlu edecek bir biçimde sonuçlandı. Bu yeni durumun ilk önemli icraatı da 17 Aralık soruşturmasının kapatılması oldu. Buna çeşitli adlar verebiliriz. Örneğin, “Kuvvetler Ayrılığı”nın sona erdirildiği gün, AKP iktidarının otokrasiye evrildiği gün vb. Aslında henüz bu zafer kesinleşmeden önce de Yargı’da AKP’nin etkilediği noktalarda bunun nasıl bir uygulama olacağının örneklerini görmeye başlamıştık. Şimdi kural haline gelecek. Tarihin “II. Karakuşî Devri” diyebiliriz herhalde.
Türkiye’de seçmen çoğunluğu bu gidişten çok da tedirgin olmuş gibi görünmüyor. 17 Aralık’tan bugüne iki seçim oldu ve AKP oylarında ciddi bir gerileme görülmedi. Bunu halkın yolsuzluk olduğuna inanmamasının sonucu olarak görmüyorum. “Olabilir ama bana ne! Benim işim iyi gidiyor!” tavrının ağır bastığını tahmin ediyorum.
Ama tabii çeşitli nedenlerle AKP yönetiminden mutsuz olanlar da var. Toplumun yarısı öyleyse öbür yarısı da böyle. İktidarın izlediği politikalar bu iki kesim arasında ciddi bir husumet yaratmaya yatkın politikalar. Gerilim yaratmaya yatkın politikalar. Nitekim şu yakınlarda Kobane üzerinden olanlar ne kadar “patlangaç” bir zeminde durduğumuzu gösterdi.
Bunlar olurken iktidar da durmadan söyleminin sertlik dozunu artırıyor. Bu tabii “söylem”le sınırlı bir şey de değil. Yeni yasa önergeleri vb. gene bugünlerin konusu. İlginç bir biçimde, Erdoğan ve AKP, kendi değiştirdikleri yasaları şimdi yeniden değiştirip 12 Eylül’ün hukuk anlayışına dönüyorlar. Bu, sanki rastlantıya falan bağlı bir şey de değil. Bu sabahın Sabah’ı, sevinçten ellerini oğuşturma tavrıyla, “Paralelcilerin Tümü Silivri’ye” diye bir manşet atmış. Simgesel jestler ülkesi Türkiye’de bunun da neleri simgelediği açık. Silivri’nin eski sakinlerinin böyle bir ittifaka ne derece hazır olduklarını bilemiyorum, ama iktidarın kimi kendine yeni müttefik seçtiği belli oluyor.
İktidarın “hukuk-içi” olduğunu söylemesi zor, şu son olaydaki gibi manevralarla, başına dert açacak sorunları ertelediğini söyleyebiliriz. Sorunları erteleyebiliyor ama sorunların yarattığı gerilimi erteleyemiyor. Bu nedenle, Türkiye, tarihinin çok kasvetli bir dönemine giriyor.