Habertürk yazarı Murat Bardakçı dün Amerikan Başkan Yardımcısı Mike Pence'in 'Pastör Andrew Brunson serbest kalana kadar Türkiye'ye yaptırım uygulamaya hazırız' açıklamasını değerlendirdi. Yazar, "Amerikan yönetimi başkan ile yardımcısının Türkiye’ye karşı ettikleri dangıl-dungul sözleri pek ciddîye almamış olacak ki, ânî ve sert bir karşılık vermemizi engellemek maksadıyla krizi yumuşatıcı ifadeler kullanıyor" diye yazdı.
"Devletin izzetinefsi, işte budur!"
Bardakçı yazısında Ankara'nın Rahip Brunson'a ilişkin izlediği polika, Donald Trump ve Mike Pence'in açıklamalarından hareketle Osmanlı Hükümeti, İngiltere örneğini vererek "Zamanın güçsüz vaziyetteki Osmanlı hükümeti, devletin bayrağı sulara kaza ile de batmış olsa zamanın en güçlü memleketi olan İngiltere’ye batan bayrak konusunda resmen özür diletebilmiştir…Devletin izzetinefsi, işte budur!" dedi.
Murat Bardakçı'nın "Amerika ve izzetinefis" başlığıyla (30 Temmuz 2018) yayımlanan yazısı şu şekilde:
"Amerikan Başkan Yardımcısı Mike Pence’de galiba alışkanlık oldu, adam Türkiye’ye lâf etmeden duramıyor. Mâlûm tehditlerini dün de tekrarlayıp “Birleşik Amerika’nın Rahip Brunson serbest kalana kadar Türkiye’ye yaptırım yapmaya hazırlandığını” söyledi.
Mike Pence ile patronu Donald Trump’ın geçen günkü tehditlerinin ardından “Washington’un hakettiği cevap, ‘F’ ile başlayan dört harfli bir kelimedir!” diye yazdım, destek veren çok sayıda yorum ve mesaj geldi ama tek tük “Olmaaaz! Dış politika bu şekilde gitmeeeez! Böyle şey söylenmeeeez!” diyen “ağırbaşlı” zevât da çıktı!
Ağırbaşlılık tavsiyelerinden bazılarını, meselâ “Sonra ya bedelini ödersiniz, ya bedelini ödetirsiniz. Bu iş gücünüze göredir” diye yazan Fatih Altaylı’nın ne demek istediğini, Amerika’ya âmiyâne tâbiri ile posta koymamızı mı yoksa alttan almamız gerektiğini mi söylediklerini açıkçası anlayamadım.
İzzetinefsiniz ile oynanıp millî gururunuzun hakarete uğradığı durumlarda “Şöyle bir karşılık vermeye gücüm yeter ama böyle yapacak olursam bedelini fena ödetirler” diye düşünülmez ve böyle düşünmek en azından ayıptır!
Biz en mükemmelini biliriz
Kaldı ki, Türkiye, bunun böyle olduğunu mükemmel şekilde ispat etmiş bir memlekettir! Birinci Dünya Harbi’nden büyük bir mağlûbiyetle ve perişan olarak çıkmış ve hattâ pâyitahtı, yani başkenti bile işgale uğramış, toprakları parsel parsel taksim edilmiş bu memleket bütün yokluklara rağmen başlatıp zaferle bitirmeye muvaffak olduğu İstiklâl Savaşı ile “izzetinefis” kavramının ne olduğunu ve muhafazası için ne zorluklara katlanılması gerektiğini bütün âleme göstermiştir.
Amerikan yönetimi başkan ile yardımcısının Türkiye’ye karşı ettikleri dangıl-dungul sözleri pek ciddîye almamış olacak ki, ânî ve sert bir karşılık vermemizi engellemek maksadıyla krizi yumuşatıcı ifadeler kullanıyor. Trump ile Pence’in tehdit vasıtası olan yaptırımların askerî alanları kapsamayacağından dem vurup ittifakın önemini vurguluyorlar ve Ankara da şimdilik temkinli bir politika götürüyor.
Ama iş izzetinefis ve millî gurur bahislerine gelip de eskilerin tâbiri ile “rahnedâr”, yani yaralayıcı bir hâl aldığı takdirde “Koy ulan ambargonu! Ecevit zamanında da haşhaş ekimini bahane edip ambargo koymuştun, yine koy” denmesi ve hemen ardından “F” ile başlayan dört harfli kelimenin sarfedilmesi kaçınılmaz olur.
Sulara gömülen bayrak
“İzzetinefis” bahsinde 19. asrın büyük âlimi Cevdet Paşa’nın anlattığı bir hadiseyi nakledeyim:
1860’lı senelerde, Sultan Abdülâziz’in tahtta bulunduğu günlerde, bir İngiliz savaş gemisi Çanakkale açıklarında bir Türk çatanasına çarpıp batırır ve çatanada ne kadar denizcimiz ve balıkçımız varsa, hepsi hayatını kaybeder...
Şimdinin “karasuları” kavramı o günlerde henüz tam olarak ortada yoktur ama deniz kazasının meydana geldiği sular Çanakkale’nin hemen açıklarıdır ve Türkiye’ye aittir.
O günlerde imparatorluk çatırdamaktadır, gücünü neredeyse tamamen kaybetmiştir ve Avrupalı elçiler İstanbul sarayı ile Bâbıâlî’ye canlarının istediği herşeyi kabul ettirmektedirler. Önemli tayinleri bile İngiliz, Fransız ve Rus elçileri yaptırmakta; saraydan fermanlar, hükümetten de kararnameler çıkartmakta, hâsılı koskoca imparatorluğu parmaklarının ucunda oynatmaktadırlar…
Kazadan hemen sonra İngiliz sefiri saraya gidip Sultan Aziz’in huzuruna çıkar, allem eder, kallem eder ve hükümdarı İngiliz hükümetinin ölen Türk denizcilerin ailelerine üçer kuruş tazminat ödemesi karşılığında kazanın örtbas edilip diplomatik mesele hâline getirilmemesi konusunda iknaya muvaffak olur.
Zamanın sadrazamı Keçecizâde Fuad Paşa, elçinin padişahla görüşmesini öğrenir öğrenmez hemen saraya gider ve Sultan Aziz’e “Bu teklifi kabul edemezsiniz” der...
Padişah “Amaaaan Paşa! Batan gemi dedikleri şey küçücük bir çatana imiş! Aramızı güç-belâ düzelttiğimiz koskoca İngiltere ile bu çatana yüzünden mesele çıkartmaya ne lüzum var? Hem aileler alacakları tazminatlarla hayatlarını hâle-yola koyarlar” diyecek olur…
Ama, sadrazam “Şu anda tazminat kabul edemezsiniz efendimiz!” diye ısrar eder: “Edemezsiniz, zira denizde bir Türk gemisi batmıştır ama asıl batan, geminin üzerindeki Türk bayrağıdır... İngilizler önce harp gemilerinin bize ait sularda ne aradıklarını izah edip özür dilesinler, tazminat meselesini ondan sonra konuşalım. Önce özür dilemek, tazminatı da bu özürden sonra ödemek zorundalar. Kabul buyurmadığınız takdirde, işte istifanamem!”.
Sultan Abdülaziz artık diyecek birşey bulamaz, İngiliz elçisine verdiği sözden dönmek zorunda kalır ve sadrazamın söylediklerini elçiye kendi talebi imiş gibi gibi nakleder. İngiltere, neticede savaş gemisi Türk karasularına izinsiz girdiği için Babıalî’den resmen özür diler ve hayatını kaybeden denizcilerimizin ailelerine de bir güzel tazminat verir...
Zamanın güçsüz vaziyetteki Osmanlı hükümeti, devletin bayrağı sulara kaza ile de batmış olsa zamanın en güçlü memleketi olan İngiltere’ye batan bayrak konusunda resmen özür diletebilmiştir…
Devletin izzetinefsi, işte budur! "