Dünya

Münih Güvenlik Konferansı: ABD ve Avrupa'nın ayrışmasını ortaya koyan zirve

"Belki de artık 'geride' dönülecek bir yer yok"

22 Şubat 2019 18:05

Eski İsveç Başbakanı ve Dışişleri Bakanı Carl Bildt'e göre, "Davos Dünya Ekonomik Forumu toplantıları küresel iç çevreleri için neyse, Münih Güvenlik Konferansı da jeopolitik için odur".

Gerçekten de Davos'ta küresel ekonominin seçkinleri bir araya geliyor, Münih'te savunma ve güvenlik kurumlarının seçkinleri…

Davos zirvesinde Batı merkezli küresel ekonomik düzenin sorunları tartışılırken, Munich zirvesinde ABD liderliğindeki küresel liberal düzenin sorunları gündeme geliyor.

Bu anlamda, Davos ve Münih bir madalyonun, kaderleri birbirinden ayrılamaz biçimde bağlı iki yüzü. Her ikisinin de artık geride kalmaya başlayan bir dünya düzeninin temsilcileri olduklarını düşünmek olanaklı.

Bu yıl 15-17 Şubat günlerinde yapılan 55. Münih Güvenlik Konferansı'nın teması "Parçalarını kim toplayacak?" idi. Çünkü konferansı düzenleyen örgütlenmenin başkanı Wolfgang Ischinger'in açılış konuşmasında vurguladığı gibi "liberal düzen dağılıyor".

Geçen yılın teması uçurumun "kıyısından geri dönmek" idi. Demek ki geride kalan bir yıl boyunca, "kıyısına" kadar gelenler geri dönmenin bir yolunu bulamamışlar.

Belki de artık "geride" dönülecek bir yer yok.

Bu yıl konferanstaki tartışmalar, "kıyısına gelenlerin", ilerisi ve gerisini tanımlamak söz konusu olduğunda nostalji ile fantezi arasında bir yerlerde kaldıklarını herhangi bir yere gidecek durumda olmadıklarını gösteriyordu.

ABD delegasyonu ve AB ülkeleri içindeki ayrılıklara bakınca "dağılmaya" başlamış olanın yalnızca liberal dünya düzeni olmadığı da söylenebilir.

Bu yılın teması…

Toplantıdaki tartışmaları irdelemeye başlamadan önce, Ischinger'in açılış konuşmasında vurguladığı konuların ve kaygıların en önemlilerinin altlarını çizmekte yarar var.

Ischinger'e göre, 2014'te uluslararası düzeni, Doğu Ukrayna'yı işgal eden Rusya'nın bozduğu düşünülüyordu.

Şimdi de ABD Başkanı serbest ticareti, Batı'nın değerlerini, NATO'yu, uluslararası düzenin kurallarını sorguluyor.

"Bir çağ kapanıyor, yeni bir dönem başlıyor. Yeni siyasi çağın ana hatları yavaş yavaş belirginleşiyor" dedikten sonra Ischinger bu ana hatları kısaca sergiliyor:

"Her yerde siyasi krizler"… "kalıcılaşmış çatışma noktaları"… "terörist saldırı tehlikeleri"… "Fukuşima, Ebola, iklim değişikliği gibi büyük felaketlere yol aşabilecek güvenlik sorunları" ve "ufukta yükselmeye başlayan yeni bir büyük güçler arası çatışma olasılığı"...

Ischinger'e göre liberal demokrasi ve serbest piyasa modeli artık rakipsiz değil. Çin ve Rusya bu modelin karşısına otoriter devlet kapitalizmi modelini koydular ve etkileri altındaki ülkelere bu modeli benimsetmeye çalışıyorlar. Kitleler arasında da "güçlü liderlere" ilgi giderek artıyor.

Bu ortamda, büyük güçler ve orta büyüklükte güçler arasında askeri çatışma olasılığı giderek artıyor.

Ischinger, bu ortamda "uluslararası düzenin çekirdek bileşenlerini nasıl koruyabileceğimizi düşünmemiz gerekiyor"diyor.

Ischinger'in bu kaygılarının bütünsel olarak değerlendirirsek sanırım "ABD liderliğindeki Batı merkezli uluslararası ekonomik siyasi ve askeri düzen çağı hızla kapanırken, Batı'nın liderleri Münih konferansında, 'Bundan neyi kurtarabiliriz?' sorusuna bir cevap bulmak için tartışmaya çalışıyorlardı" diyebiliriz.

Batı'nın sonu mu?

"Tartışmaya çalışıyorlardı" diyorum çünkü, Financial Times'ın baş yazısında vurguladığı gibi, "birbirleriyle konuşmuyor adeta birbirlerine bağırıyorlardı".

Konferansı değerlendiren yorumların başlıklarına bakınca, özellikle ABD kaynaklı yorumcuların ABD'nin küresel liderliğini restore etme olasılığından, Batı merkezli dünya düzeninin geleceğinden umutlu olmadıkları anlaşılıyordu.

Wall Street Journal, "Münih konferansında ortaya bölünmüş bir ABD görüntüsü çıktı" diyor, Demokratlarla Cumhuriyetçilerin birbirlerini küresel düzeni yıkmakla suçladığına dikkat çekiyordu. The National Interest'deki bir yoruma göre "Münih Konferansı Batı'nın gerilemekte olduğunu gösteriyor… Amerika ve Avrupa kendi yollarında gitmeye devam ediyor."

Le Monde'un yorumunun başlığı da "ABD ve Avrupa arasındaki çatlak derinleşiyor" diyordu.

Politico'ya göre bu aslında "Münih güvensizlik konferansıydı".

New York Times'a göre konferans ABD ve ittifakları arasındaki yarılmayı ortaya koydu. Rusya ve Çin bu durumu istismar edebilirdi.

The Times da aynı kanıdaydı. Brookings Enstitüsü'nden Thomes Wright The Atlantic'deki yorumuna "Transatlantik maskaralığının bittiği an" başlığını koymuştu.

Alman Dış İlişkiler Konseyi'nde toplantının ardından yapılan bir yorumda Münih Güvenlik Konferansı'nı "Tedirginler toplantısı" olarak niteleniyordu.

Alman iş çevrelerinin gazetesi Handelsblatt da "Büyük güçler dünya sorunları karşında iktidarsızlıklarını sergilediler" diyordu.

Bu yorumları okurken aklıma 2017 Münih toplantısından sonra Independent'da yayımlanmış "Bu Batı'nın sonudur ancak Batı liderliğinin kendisinden başka kimseyi suçlamaya hakkı yok" başlıklı yorum geldi. O zaman "biraz erken ve abartılı" diye düşünmüştüm. Şimdi o kadar emin değilim.

Fantezi ve Nostalji

Hanselsblatt'ın vurguladığı "iktidarsızlık" sorunu realiteden kaçma eğilimine, kendi kendini besleyen bir kısır döngüye açılma riskini de içinde taşıyor. Bu realiteden kaçma eğilimi Münih konferansında kendini iki biçimde ortaya koyuyordu: Fantezi ve nostalji.

ABD Başkan Yardımcısı Mike Pence'in konuşması bu fantezinin çok güzel bir örneğiydi. Varşova'daki fiyasko toplantıdan bir gün sonra yaptığı Münih konuşmasında 12 kez Trump'ı öven, "God Bless America" (Tanrı Amerika'yı Korusun) sloganıyla bitiren Pence'e göre "ABD her zamankinden daha güçlü, daha etkin bir dünya lideriydi."

Le Monde'un deyimiyle "uydu ülkelerin temsilcilerine konuşan bir SSCB lideri gibi davranan" Pence, NATO üyelerinin kendilerine düşeni yapmaları daha çok para harcamalarını, Almanya'nın Rusya ile arasındaki "Kuzey Akım -2" gaz boru hattı projesinden vazgeçmesini, Avrupalı müttefiklerinin İran'la yapılan nükleer anlaşmadan çıkmalarını, ABD'nin İran'a uyguladığı yaptırımlara katılmalarını, Huawei ürünlerini satın almaya son vermelerini, 5G piyasasına sokmamasını, Türkiye'nin Rusya'dan S-400 füzelerini almaktan vazgeçmesini istiyordu.

Amerika, Alman otomotiv ürünlerini ulusal güvenliğine bir tehdit olarak görüyordu. Ancak Pence'in konuşmasını yalnızca ABD grubunun alkışlamasından, bu fantezinin Avrupa'da pek bir alıcısı olmadığı anlaşılıyordu.

Obama'nın başkan yardımcısı Joe Biden'in konuşmasında çok farklı bir yol izlemesi, çok taraflılıktan, ittifakların öneminden söz etmesi, "bu dönem de geçer" yaklaşımı, "Başkan adaylığı kampanyasını başlattı" algısına yol açmış olsa da Pence'in fantezisini ABD'de herkesin benimsemediğini gösteriyordu.

Gerçekten de George W. Bush döneminde Savunma Stratejisi ve Gereksinimleri bölümünün direktörlüğün yapmış Kori Scake'nin "Burada iki gündür gördüğümüz veriler, bu iddiaların doğru olmadığını belirgin biçimde sergiliyor" sözleri, Cumhuriyetçi kesimden de kimi deneyimli politikacıların da Pence'in fantezisini paylaşmadıklarını gösteriyordu.

Avrupalı izleyiciler Pence'in konuşmasını alkışlamadılar, ileri sürdüğü taleplerin Avrupa tarafında bir karşılığı yoktu. Örneğin, medya, Almanya ve İngiltere'nin bir risk değerlendirmesi yaptıkları ve Huawei'yi 5G piyasasına sokmaya hazırlandıklarını aktarıyordu. Almanya Kuzey Akım-2'de kalmaya kararlıydı. Avrupalı ülkeler, çıkmak bir yana İran'la yapılmış nükleer anlaşmayı kurtarmaya çalışıyorlardı. Türkiye S-400'lerden vazgeçmeye niyetli değildi.

Münih'ten önce ABD'nin Pence, Savunma Bakanı Pompeo ve İsrail Başbakanı Netanyahu ile birlikte gerçekleştirdikleri başarısız İran-karşıtı Varşova zirvesine, Avrupa ülkelerinin üst düzey diplomat göndermemiş olması da anlamlıydı.

Tüm bu veriler, Trump yönetiminin realiteden ne kadar kopmuş olduğunu ama daha da önemlisi Transatlantik ittifakının çoktan belki de onarılmaz biçimde çatladığını gösteriyor: Trump öncesi, hatta 1990'lar dönemine benzer bir ABD liderliğine ve ABD'nin Avrupalı müttefiklerinin sözüne kulak verdiği, uluslararası kurumlara ve yasalara saygı gösterdiği çok taraflı bir devletler arası ilişkilere, ABD'nin kendi politikalarını dayattığı değil liderliğine rıza alabildiği bir küreselleşmeci liberal dünya sistemine geri dönelim.

Pence'den birkaç saat sonra kürsüye çıkan Demokrat Parti'den Obama'nın başkan yardımcısı Joe Biden, konuşmasında tam da bu arzuyu dile getiriyordu. Biden Trump yönetiminin aksine iklim değişikliği sorunuyla mücadele etmenin, uluslararası kurumları, anlaşmaları desteklemenin, diktatörlerden hesap sormanın, insan haklarını savunmanın önemini vurguladı. Biden Avrupalı dinleyicilerine "Bu da geçecek. Geri geleceğiz. Geri geleceğiz. Merak etmeyin" sözleriyle eski "güzel günlere" geri dönme sözü verdi.

Güzel günler, nostaljisi sanırım en açık biçimde Angela Merkel'in ayakta alkışlanan -Trump'ın kızı ayağa kalkmadı ve alkışlamadı- konuşmasında görülüyordu.

Pence'den önce konuşan Alman Şansölyesi Angela Merkel, ABD ile Avrupa arasındaki farkları açıkça ortaya koydu. Çok taraflı bir işbirliğini, kurala ve diplomasiye öncelik veren dış politika anlayışını savundu. Merkel ABD'nin Suriye'den asker çekme kararını, İran anlaşmasından çıkmasını eleştirdi. Merkel'in konuşmasından, Avrupa'nın İran'la yapılan anlaşmadan çıkmaya niyeti olmadığı açıkça belli oluyordu.

Politico'nun aktardığına göre, Merkel konuşmasında, genel temkinli tutumunu bir kenara bırakarak, "Eğer transatlantik ortaklık konusunda gerçekten ciddiysek Alman Şansölyesi olarak, Amerikan Ticaret Bakanlığı'nın Avrupa ve Alman otomobillerinin ulusal güvenlik tehlikesi olarak gördüğünü okumak bana çok zor geliyor" dedi. Ve ekledi, "Biz otomobillerimizle guru duyuyoruz ve gurur duymaya da hakkımız olmalı. Bu otomobillerin büyük bir kısmı Amerika'da imal ediliyor. En büyük BMW fabrikası South Carolina eyaletindedir, Bavyera eyaletinde değil."

German Marshall Fund'dan Thomas Klein Beockhoff'a göre "Merkel nihayet ABD'li liberallerin yıllardır kendisinden beklediğini yapmış, adeta özgür dünyanın lideri gibi konuşmuştu." Avrupalı dinleyiciler Merkel'i ayakta alkışladılar. Ancak, çok taraflı diplomasiyi tutkuyla savunan Merkel'in oraya nasıl dönüleceği konusunda hiçbir önerisi yoktu. Ayrıca Merkel siyaset sahnesinin dışına çıkmaya başlamış birisiydi.

Dahası Batı dünyasında yalnızca ABD'nin içinde, ABD ile Avrupa arasında derin ayrılıklar yoktu. Geopolitical Futures'ın editörü George Friedman'ın işaret ettiği gibi, Avrupa'da ABD liderliğinde, Polonya, Romanya, Macaristan gibi ülkeleri içeren bir blok ile Almanya liderliğinde, eski Avrupa ülkelerini içeren bir blok arasında da önemli gerginlikler vardı.

Bir taraftan ABD'nin neo-conlarının deyimiyle "eski" ve "yeni" Avrupa olarak bölmeye çalıştığı, diğer taraftan Rusya'nın AB karşıtı sağ popülist akımları desteklemeye devam ettiği bir ortamda AB dünya liderliği yapacak bir konunda değildi.

Çin dışişleri temsilcisinin Münih konuşmasında, özellikle nükleer silahları sınırlandırmayı amaçlayan uluslararası anlaşmalar söz konusu olduğunda, çok taraflı diplomasiden yana olmadıklarını vurgulaması da "geçmişin" artık geri dönülemeyecek bir ülke olduğunu gösteriyordu.

Le Monde'da Sylvie Kauffmann'in analizi durumu bence çok güzel özetliyordu: "Münih konferansı uluslararası ilişkilerdeki dağılmanın acı gerçeğini gözler önüne sermişti".