“Siyaset”in kendisinden de, kavramından da, lafından da gına geldiği bir anda Sabah’ta Emre Aköz “muhafazakâr sanat” (edebiyat) diye bir konu açtı. O da bu kavramı Mustafa İsen’in bir yazısından almış. Neyse, evveliyatı çok önemli değil; soru, önce bir tanımlama sorunu, “bu nedir?” ama ikincisi de, “böyle bir şey olur mu?”
Ben ikinciden gireyim konuya. “Muhafazakâr sanat olur mu” kelimeleriyle sorulmuş bir soruya benim vereceğim cevap “Hayır, olmaz” olacaktır.
Edebiyatı alalım. Edebiyat dille, kelimelerle yapılan bir sanat. Chomsky’den beri biliyoruz ki, söylenmiş her söz yeni bir sözdür. “Güneşin altında söylenmiş yeni bir şey yoktur” bilgeliğine göre koşullandığımız için, bu önerme bize ters görünebilir ilkin; ama düşününce, öyle olduğunu anlarız. Burada tamamen semantik (anlam) içinde kalarak konuşuyorum: diyelim ki bir şiir yazdınız ve son dizenizde “gidelim serv ü revanım, yürü Sadabad’e” dediniz. Yani, Nedim’in ünlü dizesini kelimesi kelimesine kullandınız. Kullandınız ama, bunu iki bin bilmem kaçta, şöyle yazılmış bir şiirde, falanca etkiyi yaratmak için yaptınız. Bunlarla, Nedim’in yaptığı iş arasında hiçbir benzerlik, ortaklık yok. Tek bir dizeyi bırakın, Nedim’in o şiirini aynen, kendi adınıza yayımlayın, onu gene değiştirmiş olursunuz, çünkü bambaşka bir bağlamdasınız.
Bu nedenlerle söylediğimiz her söz yeni’dir; daha önce söylenmemiş bir şeydir; demek ki “muhafazakâr” değildir.
Ama, gelelim, bu sorunun daha geniş ve daha doğru sorulmuş biçimine: “Sanatın (edebiyatın) içeriği muhafazakâr olabilir mi?” Evet, olabilir. Bir tarihte, hatırlıyorum, “Bir sağcı aydın olabilir mi?” diye bir tartışma çıkmıştı. Seksenlerde, 12 Eylül atmosferinin tepemize bastırdığı dönemdeydi; sol, elindeki her somut şeyi kaybettiği için belki, böyle soyut patentleri elinden kaçırmamaya çalışıyordu. Onun için de, ancak solcuların aydın olabileceği, ya da tersinden söylersek, her aydının solcu olmak zorunda olduğu yolunda saçma bir “tez” çıkmıştı. Tezin sahibine bir panelde “Yani Ahmet Hamdi Tanpınar ‘aydın’ değil mi” diye sormuştum. “Her sağcı Ahmet Hamdi olsun da o zaman bakarız” diye gene saçma bir cevap vermişti.
Sağcı biri, muhafazakâr biri, aydın da olur, sanatçı da olur, hepsini olur. Ha, benim, onun, berikinin beğenmediği bir sanatçı, katılmadığı bir aydın olur, olabilir. Ama bundan ötürü “aydın” ya da “sanatçı” gibi nitelikleri kendi tekelimize alamayız. Ezra Pound’a kızmak için dünya kadar neden var. T.S. Eliot’tan isterseniz nefret edin. Böyle bir yığın “aydın” ya da “sanatçı” sayabiliriz. Bunların bu sıfatları taşıyamayacağını iddia edebilir misiniz – gülünç duruma düşmeden?
Bir de “görelilikler” sorunu var, konunun içinde bir alt-başlık olarak; yani, bazı sanat biçimleri “muhafazakâr” olmaya daha yatkındır. Bizim divan şiiri geleneğimiz, kendi kendine koyduğu konu sınırlamalarıyla olsun, kendi içinde oluşturduğu “mazmun” sistemleriyle olsun, elbette daha “muhafazakâr içerikli” bir edebiyat olmaya yatkındır. Ortaçağ Avrupası’nın tonlarla dinî, yarı dinî alegorisi, elbette daha “muhafazakâr” bir edebiyat örneği olacaktır.
Ama niyet başka, olgu başka. Yukarıda, en başta söylediğim gibi, edebiyatta olsun, genel olarak sanatta olsun, varolana katılan her yeni “metin” (bunu da en geniş anlamında söylüyorum –ille “sanat” olsun diye oluşturulması da gerekmiyor), son analizde “yeni”dir. Biri çıkıp “Hiçbir şey değiştirmeyelim. Her şey eskiden olduğu gibi kalsın” dediğinde dahi, “yeni” bir şey söylemiştir, varolana o söylenmeden önce varolmayan “yeni” bir şey katmıştır.