Gündem

Mezopotamya’nın kadim halkı: Süryaniler

Yazar Ayşe Hür, Midyat'taki Mor Gabriel Manastırı'nın topraklarıyla ilgili açılan davayla gündeme gelen Süryanileri yazdı

15 Aralık 2008 02:00

Yazar Ayşe Hür, Midyat'taki Mor Gabriel Manastırı'nın topraklarıyla ilgili açılan davayla gündeme gelen Süryanilerin bu topraklardaki tarihini yazdı. İşte yazar Hür'ün, Taraf'ta (14 Aralık 2008) yayımlanan yazısı:

"Orhan Miroğlu, 10 Aralık 2008 tarihli sütununda, Midyat-İdil yolu üzerindeki Mor Gabriel Manastırı’nın, çevresindeki toprakları haksız yere üzerine geçirdiği iddiasıyla köylüler tarafından haklarında açılmış üç davadan ve Süryani-Kürt ilişkilerinden söz ettiği ‘Kardeşim Kuryakos’ adlı güzelim yazısına, Mor Gabriel Süryani Manastırı’nın Vakıf Başkanı Kuryakos Ergün’ün “Bu manastır varken Osmanlı da yoktu, Türkiye Cumhuriyeti de yoktu. Biz burada işgalci değiliz, yüzyıllardır bu topraklardayız” şeklindeki yakınmasına ironik bir cevap veriyordu: “Toprağa gözü doymayanların ülkesinde bu sözlerin ne kıymeti olur, kardeşim Kuryakos?”

FİKRİ TAKİP • Bu hafta için, Moğollar, Mevlana Celaleddin Rumi ve Mevlevilik hakkında bir yazı hazırladığım halde, derhal fikrimi değiştirdim ve Miroğlu’nun açtığı yoldan devam etmeye karar verdim. Böylece, bu toprakların kadim halklarından Süryanilerle ilgili bilgi boşluğumuzun bir bölümünü olsun doldurmayı umuyorum. Uzun ve karmaşık bir tarihçeyi bir sayfada anlatmanın imkânsızlığı yüzünden gazete sayfasında sadece Osmanlı’nın son yılları ile Cumhuriyet tarihindeki bazı siyasi olaylara değindim ama gazetenin web sayfası için hazırladığım bu nüshada, Süryanilerin kökenleri, dinleri ve etkisi günümüze dek süren ‘Seyfo’ anlatısına ilişkin bazı temel bilgileri bulabilirsiniz.

KÖKEN • Süryanilerin kökenine ilişkin tartışmalar, milliyetçilik akımlarının şiddetlendiği 19. yüzyılda ortaya çıktı. Bugün özellikle diasporada, tarihlerini Babil ve Asur kültürlerine götürenlerle, ilk Hıristiyan topluluklarından Aramilere götürenler arasında ateşli bir tartışma sürüyor. Bu gruplardan ilki politik, ikincisi dinsel vurgularıyla dikkati çekiyor. Asurlular en eski yazılı belgeleri MÖ 2000 yıllarına ait olan Mezopotamyalı bir şehir devleti halkı. Bazı kaynaklara göre Arap yarımadasından Mezopotamya’ya gelen Sami kavimlerinden biri olduğu, bazı kaynaklara göre Orta Asya’dan gelen kavimlerle Mezopotamya kavimlerinin karışımı olduğu iddia edilen Aramilerin tarih yüzüne MÖ 14. yüzyılda çıktığına dair ipuçları vardır ancak haklarındaki ilk açık bilgiler MÖ 1200’lere ait. Tevrat’a göre, Aramiler ile Asurlular Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın beş oğlundan ikisinin neslinden geliyorlar, ama MÖ 1000’li yıllarda birbirlerine düşman olmuş bu iki kardeş.

DİL • Ancak ilginçtir, Asurlular Aramileri egemenlikleri altına aldıktan sonra Aramice konuşmaya başlamışlar. Dünyanın hala konuşulan en eski dili olma özelliğini koruyan Aramice, Hıristiyanlığı ilk benimseyen halklardan biri olan Urfa (Edessa) halkının da diliymiş. Bazıları günümüz Süryanicesinin Urfalıların konuştuğu Aramice lehçesi olduğunu söylüyor. Bugün Tur Abdin’de (kelime anlamıyla Kullar/Köleler Dağı anlamına gelmekte olup, Süryani terminolojisinde Diyarbakır, Urfa, Nusaybin ve Mardin’i içine alan bölgenin adı) halk arasında konuşulan ‘Turoyo’ ise modern Aramicenin lehçelerinden biri.

DİN • Sami ırkından yarı efsanevi bir topluluk olan Aramilerin en azından bir bölümü, 30’lu yıllarda Hıristiyanlığı kabul ederek 38 yılında Antakya Patrikliğini kurdular. Hıristiyanlığı kabul etmeyen Aramilerden ayırt etmek için, bu gruba Süryani denildi. (Yani Süryani adı, kökeni Asur veya Arami olan bir halkın dinsel adı. Bu yüzden de bugün Süryani denince akla etnik vurgusuna göre dinsel vurgusu ağır basan etno-dinsel grup geliyor.)

Süryani (kendi deyişleriyle ‘Süryoyo’) adının ortaya çıkışıyla ilgili bilgilerin çoğu mitolojik niteliktedir. Süryani adının Lübnan’ın güneyindeki Sur şehrinden geldiğini ileri sürenlere göre, şehrin ‘Suriin’ denilen bölgesinde Hz. İsa’nın havarileri etrafında oluşan Hıristiyan topluma Sur şehri ile ticari ilişkileri olan Yunanlılar Süryani demişlerdir. Bir başka teze göre ise bir Sami kavmi olan Aramilerin memleketi, İskender’in halefleri tarafından ele geçirildikten sonra ismi ‘Suriye’ olarak değiştirilmiş ve burada yaşayan halka da Süryani denilmiştir. Bir diğer görüşe göre Suriye ismi, bölgeyi ele geçiren komutan Kilikos’un kardeşi Suros’dan gelmektedir. Bazı kaynaklara göre Süryani ismi, Pers Kralı Keyhüsrev’den, bir başkasına göre Antakya şehrini inşa eden, Mezopotamya’da hüküm sürmüş olan Arami Kralı Sürrüs’ten, bir diğerine göre Hz. İbrahim’in sülalesinden Dadanoğlu Asur veya Asurîn’den gelmektedir. Filolojik yaklaşıma göre ise Asurluların ülkesine, Yunanlılar tarafından kelimenin sonuna bir ‘y’ harfi eklenerek “Asurya” denilmiş, daha sonra kelimenin başında bulunan ‘a’ harfi düşerek kelime Surya’ya dönüşmüştür.

BÖLÜNMELER • Hıristiyanlığı ‘Katolik’ ve ‘Ortodoks’ diye bölen tartışmalar arasında Hz. İsa’nın tanrısal (Baba) ve insani (Oğul) doğası konusundaki ayrılıklar çok önemlidir. Bu tartışmalara çözüm bulmak amacıyla toplanan 431 tarihli Efes ve 451 tarihli Kadıköy (Halkedon) Konsili’nde aforoz edilen Süryani ilahiyatçı Mar Nasturius’un izinden giderek Hz. İsa’nın tanrısal ve insani doğasının birbirinden ayrı olduğunu savunanlara Nasturi denilmişti. (19. yüzyılda Nasturi Kilisesi, adını ‘Doğu Asurî Kilisesi’ olarak değiştirmiştir.) Kadıköy Konsili’ni izleyen yıllarda baskılardan sonra yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan Antakya Süryani Kilisesi’ni 540’lardan itibaren yeniden ayağa kaldıran Urfalı rahip Yakup Baraday’ın adından dolayı, Bizans otoriteleri tarafından Süryani Ortodokslara ‘Yakubiler’ denmeye başladı. (Bu adlandırma Osmanlılar döneminde de kullanıldı ancak bugün kullanılmıyor.)

Yine Kadıköy Konsili’nde, Bizans İmparatoru Markianos’un yanında yer alarak, Kadıköy Konsili’nin kararlarını destekleyenlere, Süryaniler ‘Malkoye Melkit’ (Melkitler) adını verince ortaya yeni bir kilise çıktı. Bu ifade, Süryanicede ‘Kralın yandaşları’ anlamına geliyordu. Melkitler uzun süre Bizans kilisesinin şemsiyesi altında Süryanice liturjik dille eğitimlerine devam ettiler. Arap istilalarından sonra Bizans kilisesinden ayrıldılar. Dillerini daha sonraları Süryaniceden Arapçaya çevirdiler. Bu topluluk günümüzde Rum Ortodoks adıyla anılmakta. Lübnan’daki Melkitlerin içinden, 7. yüzyılda Mor Marun adlı rahibin çektiği bir grup Maronit Patrikliği’ni Diğer yandan Rum Ortodoks (Melkit) Kilisesi bireylerinden bir bölümü, başka bir anlaşmazlık yüzünden Roma Papalık Kürsüsü’ne bağlandılar. (Katolik Papalığın otoritesini kabul eden ancak kendi içlerinde Ortodoks ilahiyatın gereklerini uygulayanlara ‘uniat kiliseleri’ deniyor. Konumuza giren Keldani, Marunî, Melkit, Kıpti Katolik, Süryani Katolik, Malabar Katolik Kilisesi ‘uniat’ kiliseleri arasında.)

1445 yılında, Kıbrıs Metropoliti Timetheos’un önderliğindeki bir grup Nesturilerden ayrıldı. Papa tarafından kendilerine Keldaniler (İncil’de Babil şehrinin yerine kullanılan Kalde şehrine atıfla ‘Kalde şehrinin ahalisi’) adı verildi. 1782 yılında Episkopos Mihael Carve’nin önderliğini yaptığı bir grup Suriyeli Süryani, Süryani Katolik Kilisesi’ni kurup (kendi hiyerarşileri içinde) Papalığa bağlandı. 19. yüzyılda Protestan misyonerlerinin Süryaniler arasındaki propaganda çalışmaları sonucu ortaya bir de Süryani Protestan cemaati çıktı ama bu küçük grup bağımsız bir örgütlenme gerçekleştiremedi. Bazı kaynaklarda 1600’lerin başında, idarecilerin zalimliği yüzünden bazı Süryanilerin İslamiyet’e geçtiği iddia edilir. Bugün bu gruplara Mhalmi denilmektedir.

Süryanilerin ilk Patriklik merkezi Antakya’daydı. Patriklik makamı, tarih içinde Halep, Malatya, Diyarbakır ve Mardin arasında gidip geldikten sonra, 1293 yılında Patrik Mor İgnatiyos Yusuf Mar Vahap tarafından sürekli ve resmen Mardin’deki Deyrülzafaran (Deyrü’z-Zafaran) Manastırı’na taşındı. Ancak, bu tarihten sonra pek çok patrik, Diyarbakır’daki Meryem Ana Kilisesi’nde veya Mardin’deki Kırklar Kilisesi’nde ikamet etmeyi tercih etti. Çünkü Diyarbakır hem merkezi devletle, hem dünyayla ilişkiler açısından daha gelişmiş bir yerleşim yeriydi.

Süryani Ortodoks Kilisesi Patriğinin cemaat içinde kullandığı unvan ‘Tüm Doğu ve Süryani Yakubî Kiliseleri ile Antakya Havari Patriği Kadasetli Mar İgnatiyos’ idi. ‘Mar’ veya ‘Mor’ ‘aziz’ anlamına gelmekte, ‘İgnatiyos’ ise, 1293’te Patrik Mar Vahab’ın, 107 yılında Roma’da öldürülen Antakya Piskoposu İgnatiyos’un adını kullanmasından sonra kullanılması gelenek haline gelen bir unvandır.


OSMANLI DÖNEMİ: ERMENİLERİN GÖLGESİNDE

Süryani tarihçilere göre, Süryaniler en büyük zulmü Bizanslılardan görmüş, buna karşılık Abbasiler ve Selçuklular döneminde baskı rahat yaşamışlardı. Osmanlı Devleti’nde (Mısır’daki Kıptîler ve Bosnalı Bogomillerle birlikte) devletle ilişkilerini yürütmek açısından Ermeni Ortodoks (Gregoryen) Patrikliğine bağlandılar, ancak kendi iç işlerinde özerk bırakıldılar. İki patriklik arasındaki bu ilişkinin Fatih Sultan Mehmet zamanında mı yoksa Yavuz Sultan Selim zamanında mı kurulduğu tam bilinmiyor ama ikincisi zamanında olması daha kuvvetli ihtimal.

AYRILMA ÇABALARI • Süryani Ortodoks Kilisesi, 1782 yılında, az sayıda episkopos tarafından patrik seçilen Mihayel Carve’nin, seçime katılmayan episkoposlar tarafından gayrimeşru ilan edilmesi üzerine bir kriz yaşadı. Carve’nin Suriye’deki Katolik Süryanilerin başına geçmesi ve 1845’te Papa tarafından kendisine ‘Süryani Katolik Patriği’ unvanı verilmesi üzerine, Ortodoks Süryaniler kendilerine ‘Süryani Kadim’ demeye başladılar. Süryani Katolikler, imparatorluğun Katolik cemaati ile birlikte 1831’den itibaren ayrı bir Patriklik altında toplandı, Süryani Kadimler ise Ermeni Patrikhanesi’ne bağlı kaldı. Katolik Süryaniler Suriye ve Lübnan bölgesinde misyoner faaliyetleri yürüten Fransızların desteğiyle Avrupa’ya açılmış, Süryani Kadimler ise bırakın Avrupa devletleriyle teması, Osmanlı Devleti ile ilişkilerinde bile Ermeni Ortodoks Patrikliği’ne muhtaç kalmışlardı. İstanbul’daki konumlarını güçlendirmek ve görece bağımsız bir politika izlemek için 1844’te İstanbul’daki Meryem Ana Kilisesi’ne yerleşen Süryani Kadimler (ki Ermenilerin iddiasına göre kilise Ermeni cemaatine aitti) eski Babil ve Asur halkından olduklarını, köklerinin Hıristiyanlık öncesine giden Sabiînlere (Yıldıza tapan) uzandığını belirterek, idari açıdan Ermeni Patrikliği’nden ayrılmak için iki kez girişimde bulundular ama başarılı olamadılar.

Ermeni Ahkâm Defterlerinde ‘Ermeni milleti kullarına bağlı Süryani taifesi’ veya ‘Ermeni yamakları’ gibi terimlerle anılanSüryani Kadimlerinin kendileri adına aldıkları ilk berat 1897 tarihini taşır ancak, bu berat statülerinin değiştiğini göstermez. Süryaniler, ilk defa 18 Mart 1330/1914 tarihinde Adliye ve Mezahip Nezareti’ne başvurarak, Süryani Kadim Ortodoks Kilisesi’nin Osmanlı bürokrasisindeki yerini tescil ettirdiler. (64 maddelik nizamname için bkz. Murat Bebiroğlu, Osmanlı Devleti’nde Gayrimüslim Nizamnameleri, Akademi Matbaası, 2008, s.195-213.)

MONDROS SONRASI ARAYIŞLAR • Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nda yenilgisini tescil eden 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nde, Arap asıllı nüfusun yoğun yaşadığı Mardin ve civarı hakkında verilmiş bir karar yoktu. İngilizler ve Fransızlardan hangisi daha ikna edici olursa, bölge o tarafın payına bırakılacaktı. Önce Irak’taki İngiliz yetkilisi Binbaşı E.W. Corbett Noel geldi şehre. 11Mayıs 1919’da V. Kolordu Komutanı Miralay Kenan Paşa ile görüştü, ardından kenti teslim etmeleri için şehrin ileri gelenlerini ikna etmeye çalıştı. Şehir halkı iki arada kalmıştı. Suriye ve diğer Arap toprakları İngiliz ve Fransızların idaresine geçmişti. Bir yandan üstün bir güce sahip olan İngiliz ve Fransızlar, öte yandan dağılmakta olan Osmanlı Devleti vardı. Bir karar vermek durumundaydılar. Süryani kaynaklarına göre, şehrin Müslüman eşrafı, Süryani Kadim Kilisesi Patriği Mor İgnatiyos İlyas Şakir Efendi’ye akıl danışmaya karar verdiler. İlyas Şakir Efendi, onları ikna etti ve Binbaşı Noel’e, “Biz Araplar, Kürtler ve Süryaniler olarak Osmanlı idaresinden ayrılmak istemiyoruz. Halifeye bağlıyız ve Türk kardeşlerimizin yanında kalmaya devam edeceğiz. Gerekirse mallarımız ve canlarımızla savaşacağız” dedi. Olumsuz cevabı alan Binbaşı Noel, bu sefer Derik kazasına gitti ve Deriklileri kazanmaya çalıştı. Ancak, orada da başarılı olamadı. 28Mayıs 1919’da Mardin’i terk etti. Bu Süryani anlatısına bakılırsa, Mardin’in düşman eline düşmemesinde Süryani Kadim Patriği İlyas Şakir Efendi’nin manevi önderliğinin payı büyüktü.

SÜRYANİLERİ İKNA TURU • İlyas Şakir Efendi o günlerde Süryani nüfusun yoğun olduğu yerlere uzun bir geziye çıktı. Bu gezinin, 1915’te Ermenilerle birlikte ayaklanan Diyarbakır, Mardin, Cizre’deki Süryanileri yatıştırmak için olduğu anlaşılıyordu. 18 nisanda başlayan gezi Diyarbakır, Siverek, Urfa, Halep, Humus, Hama, Şam, Zahle ve Beyrut’un ziyaret edilmesinden sonra İstanbul’da son buldu. 26 Eylül 1919’da Sultan Vahdettin ile görüşen İlyas Şakir Efendi’ye Vahdettin tarafından birinci dereceden Osmanlı nişanı verildi.

1915 ZARARLARININ TAZMİNİ • Daha İlyas Şakir Efendi İstanbul’a varmadan, Süryani Ortodoks cemaatinin temsilcileri Padişah’tan, 1915’te Ermenilerle birlikte Suriye’ye göçürülen Süryanilerin yeniden memleketlerine dönmelerine izin verilmesi ve Mardin’de yapımına başlanan okulun inşası ile yetim ve dullarının iaşesi için örtülü ödenekten (tahsisat-ı mesture) yardım yapılmasını talep etmişti. Vahdettin’in emri ile konu Meclis-i Vükela’da (Bakanlar Kurulu) 22 Kasım 1919 tarihinde incelendi ve şu anlamlı cevap verildi: “Vaki isteklerden harp esnasında tehcir edilmiş olan Süryanilerin memleketlerine iadesiyle iskânı ve menkul ve gayrı menkul mallarının istirdat ve kendilerine teslimi, hükûmetçe yardımda bulunulması ve maarif iane hissesinden Süryani mekteplerine tahsisat verilmesi, Galatasaray Sultani mektebi ile resmî mekteplerde her sene Süryanilerden ikişer çocuğun leylî olarak meccanen kabulü (...) muharebede ve tehcir esnasında ölenlerin çocuklarına hükûmetçe yardım yapılması ve Süryani yetim ve dullarının kendi ruhani reislerine teslimi, bunlardan mezhep değiştirenlerin asıl dinlerine serbestçe dönmelerinin sağlanması, evvelce hükûmet tarafından tahsis olunmuşken bir seneden beri kesilmiş olan 2.000 kuruşun elli liraya iblağı, gerek İstanbul gerek taşrada meclis ve dairelerde Kadim Süryani cemaatinden de ehil ve lâyık olanların hizmete alınmaları, Süryani kilisesi bitişiğinde inşasına başlanan mektebin ikmali için nakdi yardımda bulunulması (...) kararlaşmıştır.” (Aktaran Mustafa Oral, “Mardin’in Son Süryani Kadim Patriği Mar İgnatios III. İlyas Şakir Efendi”, Makalelerle Mardin, IV, Önemli Simalar, Dini Topluluklar, Mardin, 2007, s. 281-282.)

Karar anlamlıydı, çünkü ifadelerden görüldüğü gibi, devlet en azından 1915’te Süryanilere yapılan kötü muameleyi ve haksızlıkları itiraf ediyor ve bunların bazılarını telâfi etmeyi kabul ediyordu.

İTİLAF DEVLETLERİYLE TEMASLAR • Ancak İlyas Şakir Efendi, imparatorluğun sonunun yakın olduğunu ve ortaya çıkacak kaos ortamında Süryanilerin başına işler geleceğini hissetmiş olmalıydı ki, aynı zamanda İtilaf Devletleri nezdinde girişimlerde bulunmaya karar verdi. Fransız ve İngiliz arşivlerindeki belgelere bakılırsa, İlyas Şakir Efendi, Birinci Dünya Savaşı’nı bitirmek üzere Ocak 1919-Ocak 1920 arasında toplanan Paris Barış Konferansı’na Musul’daki Dominiken Mektebi’nde eğitim gördüğü için önce Katolik olan, ancak daha sonra Ortodoksluğa geçen Suriye Metropoliti Severios Afram Barsavm (Efraim Barsam) başkanlığında bir heyet gönderdi. İlyas Şakir Efendi tarafından Temmuz 1917’de ABD’deki Süryani Ortodoks cemaatine elçi tayin edilen, Suriye’de iken İtilaf Devletleri’nin en yakın adamı, Arap milliyetçisi Emir Faysal’ın ateşli bir taraftarı olan Barsavm, mükemmel Fransızcası da düşünülünce mükemmel bir seçimdi. Ancak, bütün bu artılarına rağmen, Fransız Dışişleri Bakanlığı’nın raporlarındaki “Doğu’da bol olan entrikacı papazlardan biri”, “Türkler ve Almanlara yaptığı riyakârlıkları unuttu”, “Suriye’deki tüm entrikacılar gibi hararetle ve yüksek sesle konuşarak baskı yapabileceğini zannedenlerden”, “Endişeye gerek yok, Emir Faysal kendi rolünü emniyete aldıktan sonra bu küçük Hıristiyan topluluğunu hakir görecek ve uzaklaşacaktır. İşte o gün onlar bizim sunacağımız himayeden mutlu olacaklardır” gibi ifadelere bakılırsa, Fransızlar, Ortodoks Süryanileri pek ciddiye almıyorlardı. Öte yandan, Barsavm, Diyarbakır, Harput, Bitlis, Van ve Urfa vilayetlerini kapsayan özerk bir yönetimden yana olduğu için de Fransız çıkarlarıyla uymuyordu.

KATOLİKLERE SEMPATİ • Aynı dönemde Suriye’deki Katolik Süryanileri temsil eden Mar Rahmani de, İngilizleri “Roma’dan davet aldım” diyerek ikna ederek Paris’te boy gösterdi. Fransızların ona karşı tavrı epey farklıydı. Raporlarda Mar Rahmani’nin “Fransa’nın eski bir dostu olduğu, her zaman Fransız eğitiminden yana olduğu”, “yüksek kültürü ile sivrildiği, Fransa’daki bilimsel çevrelerde çok iyi tanındığı”, “tüm Suriyeli Hıristiyanlar gibi İttihatçı-Türk geleneğinin Araplar tarafından devam ettirilmesinden korktuğu” yazıyordu. Mar Rahmani, Suriye ve Lübnan’da bir Fransız mandası kurulmasını istiyordu ki bu da Fransızların hoşuna giden bir husustu.

ABD’den gelen Keldani delegasyonu ise bölgede bir Amerikan mandası için kulis yapıyordu. Her üç cemaatin de ortak korkusu, Türklerin gidişiyle meydanın çok milletli bir devlet idaresinde tecrübesiz olan Araplara kalması ve bölgede bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasıydı. (Aktaran Sebastien de Courtois, Le gênocide oubliê, Cheritens d’Orient, les derniers aramêens, Paris, 2002, s. 186-195. Bu kaynaktaki belgeleri tercüme ederek bana veren dostum Sayın Tomas Çerme’ye çok teşekkür ederim.)

BÜYÜK DEVLETLERİN İKİ YÜZLÜLÜĞÜ • Sonuçta, Keldaniler Paris’ten, ABD’nin Anadolu’da bir Amerikan mandasına sıcak bakmaması yüzünden eli boş döndüler. Katolik Süryaniler, Suriye ve Lübnan’ın Fransız yetke alanı olmasından dolayı, görece memnun ayrıldılar. Ortodoks Süryanilerin temsilcisi Barsavm ise büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Barsavm daha sonra “Orada [Paris’te] halkımın başına gelen bin bir türlü felaketi tek tek açıkladım. Baskı ve zulmü ayrıntılı olarak anlattım. Özellikle de savaşta hunharca katledilen, açlıktan ve soğuktan telef olan ölülerimizin resimlerini önlerinde sergilememe rağmen, konferansa katılan delegelerin hiç birinin gözyaşı akıtmadığını ve hatta delegelerin bize acımadıklarını görünce, orada taştan heykellere konuşma yaptığımı hissettim” diyerek büyük devletlerin 1915 konusundaki ikiyüzlü tavrını doğrulayacaktı. (Mor Iğnatiyos I. Afrem Bet-Barşawmo, Tur-Abdin Tarihi, İsveç Nsibin s.5’ten aktaran Talip Atalay, “Lozan Anlaşması Öncesinde ve Sonrasında Süryani Eğitim Kurumları”, Khuka, Cilt. VIII, Sayı.1, Diyarbakır, 2005, s. 63-69.)

SEVR RAHATSIZLIĞI • 18-26 Nisan 1920 tarihleri arasında yapılan San Remo Konferansı’nın 19 nisan günkü oturumunda, İngiliz Başbakanı Lloyd George Kürt sorununun çözümüne ilişkin görüşünü açıklarken, Kürdistan’ın Ermenistan’a komşu olduğunu ve geleceğinin Süryani ve Keldani Hıristiyanları ilgilendirdiğini söyleyince Ankara’da alarm zilleri çaldı. 10 Ağustos 1920 tarihli Sevr Anlaşması’nın 62. maddesinde de Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu bölgede yerel özerklik gerçekleştirileceği, özerklik planının, Süryani ve Keldanilerin yanı sıra bölgedeki diğer etnik ve dinsel azınlıkların korunması için bütün güvenceleri içereceği belirtilince, Ankara’da rahatsızlık iyice arttı.


CUMHURİYET DÖNEMİ: YENİ DEVLET, YENİ DENGELER VE...

Sevr Antlaşması’nın bir türlü yürürlüğe girmemesi üzerine, cemaati için en akıllıca tavrın, Kemalistlerle uzlaşmak zorunda olduğunu anlamış olması beklenen İlyas Şakir Efendi ilk iş olarak Süryani Kadim erkeklerinin Milli Mücadele’ye katılmasını emretti. Bu askerlerin ailelerinden gelen 70-75 kişilik bir kadın grubu da Diyarbakır’daki bir kilisede dikimevi açarak orduya katkıda bulundular. (19 Kasım 1977 tarihli Milliyet’te çıkan Ferit Özcan’ın açıklaması’ndan aktaran Talip Atalay.) Süryani kaynaklarına göre, İlyas Şakir Efendi, Mustafa Kemal’i Ankara’ya ilk geldiği gün olan 27 Aralık 1919’da karşılayanlar ve 23 Nisan 1920’de Büyük Millet Meclisi’nin açılışına katılanlar arasındaydı. (Mustafa Oral’a göre bu doğru değildir, ancak 1917’de Mardin’i üç kere ziyaret eden Mustafa Kemal’in, İlyas Şakir Efendi’yle tanışmış olması muhtemeldir.)

MUSTAFA KEMAL’LE BULUŞMA • Muhtemelen İtilaf Güçleri tarafından zorunlu ikamete tabi tutulduğu İstanbul’da 22 Haziran 1922’de İkdam gazetesine bir beyanat vermiş ve Süryani cemaati olarak Türklerden bir şikâyeti olmadığını belirten Şakir Efendi, Şubat 1923’te Ankara’ya gelerek Mustafa Kemal’le bizzat görüşmek için çaba gösterdi. (Aktaran Zeki Sarıhan, Kurtuluş Savaşı Günlüğü, C.IV, TTK Yayınları, 1994, s.491)

Söz konusu tarihte, Lozan’da süren barış görüşmelerinde, azınlıklar konusunda ateşli tartışmalar yapılıyordu. Hatta, Britanya delegesi Lord Curzon’un Süryani, Keldani, Yezidi ve Nesturilerin haklarından söz etmeye kalkması üzerine, Osmanlı’da ‘millet sistemi’ne dahil olan Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler dışındaki Hıristiyan kesimleri ‘azınlık’ saymamaya yeminli olan Türk delegesi Dr. Rıza Nur öfkeyle salonu terk etmişti. Başka görüş ayrılıkları da baş gösterince İsmet (İnönü) Bey de Türkiye’ye doğru yola çıkmıştı. Bunlar olurken, 9 Şubat 1923’te Mustafa Kemal’e yakınlığı ile tanınan Celal Nuri (İleri) Bey’in İleri gazetesine bir röportaj veren İlyas Şakir Efendi, “Azınlık hukuku meselesi, bu dakikaya kadar mümessili bulunduğumuz cemaatin ne akıl ne de hayaline gelmiştir, ne de gelmesi ihtimali vardır. Biz, bunu olanca kuvvetimizle protesto ederiz. Ben cemaatim namına ne böyle haklar talebinde bulundum, ne de bulunacağım. Süryaniler, Misak-ı Milli hudutları için yaşayan milletin bir azınlığıdır. Biricik arzuları ise, iyi günlerde de fena günlerde de birlikte bulunmaktır” diyerek Mustafa Kemal’e yatıştırıcı bir mesaj göndermişti.

O sırada Mustafa Kemal 14 Ocak 1923’te çıktığı Ege gezisinde idi. 20 Şubat 1923’te Ankara’ya dönen Mustafa Kemal’i garda karşılayanlar arasında İlyas Şakir Efendi de vardı. Bu anı ölümsüzleştiren fotoğraf halen Deyrülzafaran Manastırı’nın duvarında asılı duruyor. (Ancak fotoğrafın altında yanlışlıkla 22 Şubat 1922 yazılmış.) 4 Mart 1923 tarihli Hakimiyet-i Milliye gazetesine bakılırsa, İlyas Şakir Efendi ile Mustafa Kemal, 3 martta görüşmüş ve İlyas Şakir Efendi, 19 mayısta Diyarbakır üzerinden Mardin’e dönmüştü. Bu görüşmede nelerin konuşulduğunu tam olarak bilmiyoruz. Ancak İlyas Şakir Efendi’nin 29 Ekim’de Cumhuriyet’in ilanını bir telgrafla kutladığını biliyoruz.

LOZAN’DAN FERAGAT • Ancak bütün bu iyi niyet gösterileri sonuç vermedi ve Türkiye Cumhuriyeti, Süryanilere (aynen Keldaniler, Yezidiler ve Nesturiler gibi) Lozan Barış Antlaşması’nca gayrimüslim azınlıklara tanınan hakları tanımadı. Ancak bu tanımamayı, Süryani cemaatinin liderlerinin haklardan feragat ettiklerini ilan etmelerini isteyerek kamufle etti. Bu yüzden Süryaniler okullarını kuramadılar, dillerini, kültürlerini geliştiremediler. (Halbuki, azınlık hakları, 17. yüzyıldan beri bireysel haklar sayıldığı için cemaat liderinin bireyler aleyhine, bu haklardan feragat etmesi geçersizdi.)

Ağustos-Eylül 1924’te Hakkâri bölgesinde keşif gezisi yapan Hakkâri Valisi başkanlığındaki heyete yönelik Nesturi saldırısı ve 13 Şubat 1925’te patlak veren Şeyh Said İsyanı’na bir grup Midyat Süryanisi ile Nesturi’nin destek vermesi, Süryaniler için daha da zor günlerin gelmesine neden oldu. İlyas Şakir Efendi’nin Şeyh Said İsyanı’na katılanları yargılayan Diyarbakır Şark İstiklâl Mahkemesi heyetini ziyaret etmesi, heyetin Deyrülzafaran Manastırı’na mukabil ziyarette bulunması, hattâ Mahkeme Reisi Mazhar Müfit (Kansu) Bey’in manastırın hatıra defterine övücü sözler yazması bile içleri rahatlatmamış olmalıydı ki, 1925 yılının sonlarında Halep’e giden İlyas Şakir Efendi bir daha geri dönmedi. (Hana Dolapönü, Tarihte Mardin, Hilal Matbaası, 1972, s.168-169.)

UYUMLU OLMAK YETMEZ • Süryani Kadimler, aynı tarihlerde çıkarılan Şapka İktisası Kanunu’na ilk uyanlar oldular. (Türkiye’deki Süryani ruhanilerin, diğer cemaatlerin aksine fötr şapka giymeleri geleneği bu çabaların mirasıydı.) 1928 Harf Devrimi’nden itibaren ayin metinlerinden bir bölümü ile yazışmalarını Türkçe yapmaya başladılar. (P. Gabriel Akyüz, Tüm Yönleriyle Süryaniler, Mardin, Anadolu Ofset,. 2005, s. 456.)

Ancak İlyas Şakir Efendi’nin büyük bir Süryani cemaatinin yaşadığı Hindistan’ın Malabar bölgesindeki Kerela eyaletine bağlı Mancanikara köyünde 13 Şubat 1932 günü vefat etmesinden sonra radikal bir karar alındı. 1933 yılında, Patriklik Merkezi, ‘cemaatin arzusu doğrultusunda’, ‘görülen lüzum üzerine’ ve güya ‘muvakkaten’ (geçici olarak) Mardin’den Humus’a taşındı. Ancak geri dönmek mümkün olmadı ve Patriklik 1959’da nakledildiği Şam’da kaldı. 1933’ten sonra Mardin’de sadece bir metropolit bulunduruldu. Patrik İlyas Şakir Efendi’nin kendisine halef olarak, Türklere ve Türk devletine yakın bir ilahiyatçı ve kültür adamı olan Mardinli Yuhanna Dolabani yerine Musullu Afram Barsavm’ı seçmesi de Patrikliğin Türkiye’ye dönmesinin önünde resmi engel olmuştu.

YOK OLAN CEMAAT • CHP’li İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın Cumhurbaşkanlığı’na yazdığı 23 Haziran 1938 tarihli bir raporda, Fransızların Suriye’de Ermeni ve Süryanilerle Kürtleri kendilerine bağlıyarak bir Hıristiyan çoğunluğu oluşturma çabalarından şikâyet ediliyordu. (Aktaran Oral, s. 289.) İkinci Dünya Savaşı yıllarında Batı ülkelerine göç etmeyi sürdüren Süryanilerin devletçe affedilmesi, 1952’de TBMM Başkanı Refik Koraltan’ın, 1956’da Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın Deyrülzafaran Manastırı’nı ziyaretiyle oldu. Süryaniler Bayar’ı ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ dövizleriyle karşılamışlardı...

Övüne övüne bitiremediğimiz hoşgörü geleneğimize rağmen Süryanileri neden Türkiye’de tutamadığımız herhalde anlaşılmıştır. 1970’larda ekonomik nedenlerle, 1980 sonrasında politik ve güvenlik nedenleriyle iki büyük göç dalgası daha yaşayan Süryani nüfus neredeyse bitme noktasına geldi. Örneğin 1980’de, Mardin’de 18.700 Süryani yaşarken, bu sayı 2001’de 1975’e düşmüştü. Bugün, dünyada 15 milyon, Türkiye’de ise 10-15 bin Süryani’nin yaşadığı sanılıyor.

Türkiye’deki demokratikleşme paketleri ve güven arttırıcı önlemler sayesinde, dünyanın dört bir yanına savrulmuş Süryani nüfustan bir kısmı Türkiye’ye dönmeye karar verdi ama 2006’da Mardin’deki sayı ancak üç bine ulaşabildi. Mardin’deki Süryani cemaatinin Ermenilerden kalan kilise ve binaları kendilerine mal ettikleri, devletin de tehlikeli gördüğü Ermeni taleplerinin önünü kesmek için buna göz yumduğu iddiaları ise ayrıca incelenmeye değer.

1915’te Ermeni Tehciri sırasında Enver Paşa’ya “biz Osmanlı idaresine bağlıyız, bizi koruyun, bizi göndermeyin” diyen, 1919’da İngiliz Binbaşı Noel’e “biz Osmanlıyız, Türk kardeşlerimizden ayrılmayacağız” diyen, 1923’te Mustafa Kemal’e “biz Cumhuriyet’e bağlıyız” diyen, 1956’da Celal Bayar’ı “Ne Mutlu Türk’üm Diyene” diye karşılayan, gayrimüslimlerin bu en sessiz, en uysal, en sadık cemaatini bile ‘hoşgörü değirmenimizde’ öğüttüğümüzü görünce, insan umudunu yitiriyor...


TOPLUMSAL BELLEKTEN BİR SAYFA: ‘SEYFO’

“Bazı toplumsal olaylar, insanlar üzerinde öyle kalıcı etkiler bırakır ki, bu olaylar tekrarlanmasa da yıllar sonra bu olayların tekrar olma olasılığı endişesi her zaman olur. Bu endişe, söz konusu olaya maruz kalmış toplulukların sonraki kuşaklardaki üyelerinin hayatlarında kendisini hep hissettirir. 1914-1915’lerde Ermenilere yönelik politikalar ve yaşananlardan bölgedeki diğer tüm Hıristiyan grupların etkilendiği ve baskılara maruz kaldığı da bilinmektedir. Bu baskıların olduğuna dair bilgilere yazılı tarihte pek rastlanmamakla beraber, bölgedeki sözlü tarih bu bilgilerle doludur.

Bölgedeki Müslüman gruplar tarihsel dönemleri anlatırken 1900’lerin başlarına denk gelen iki Hıristiyan Fermanından (fermana Fıleh’a) söz etmektedirler. Aynı şekilde Süryaniler bu fermanları ‘seyfo’ (kılıçtan geçirme), ‘qettla’ (katliam) ve ‘sawqiyat’ (sürgün) olarak adlandırmaktadırlar. Bunu birebir yaşayanlardan sağ kalanlar artık pek olmasa da hemen her Süryani’nin hafızasında, bu olaya ilişkin atalarından duydukları anılar vardır. Süryani anlatımlarına göre Ferman, kendilerinden daha çok bölgede yaşayıp zengin ve sanatkâr olan Ermeniler için çıkarılmış fakat kendilerine de uygulanmıştır. Süryanilerde, 1914-15 fermanlarında pek çok Süryani ölmesine rağmen, İstanbul’un Süryanileri affettiği ve bu nedenle bölgede kalabildikleri inancı vardır. Fermanın, Süryanilerin bölgede beraber yaşadıkları diğer gruplara ilişkin yargılarının oluşmasında da oldukça önemli bir yeri vardır. Fermanın Süryanilere uygulanmasının en önemli nedeninin devletin merkezi bir kararı olmaktan çok bölgedeki Kürtler ve Arapların Ermenilere yönelik fermanı bir fırsat olarak değerlendirip Süryanilere yönelik katliamlara başladıkları, bunun en önemli nedeninin de bölgedeki Süryani nüfusunun elindeki malları ele geçirmek olduğu inancı oldukça yaygındır. Bu anlatı incelendiğinde Süryanilerin ötekine ve devlete ilişkin bakışının önemli ipuçlarını taşıdığı görülmektedir: Devlet Süryanilere yönelik olarak sürekli bir biçimde iyi davranmıştır; Müslümanlar her fırsatta Süryanilere yönelik saldırılarda bulunmuşlardır. Devlete ve Müslümanlara bu bakışın mantığının ise devlet eliyle gerçekleştirilen uygulamaların müsebbibi olarak Müslümanları göstererek devletle iyi geçinme stratejisinin haklılaştırma çabası olduğunu söylenebilir. Bu anlatının sebebinin devlet ile iyi geçinme strateji olduğunun en açık göstergelerinden birisi yurtdışında yaşayan Süryanilerin yaptıkları yayınlarda fermanın yerel Müslüman gruplar tarafından değil devlet tarafından organize edildiğinin sıkça yinelenmesidir. Özetle yurtiçindeki anlatı yurtdışında tersine çevrilmektedir.

Ancak bölgedeki Müslümanların fermanı bir fırsat olarak gördükleri de bir başka gerçektir. Örneğin, Süryaniler bölgedeki Kürt aşiretleri tarafından aşiret kapsamı içine alınmakla birlikte, Ferman sırasında bu aşiretlerin çoğu kendilerine sahip çıkmamış; hatta aynı aşiret mensupları tarafından da baskıya maruz kalmıştır. Bu baskının oluşmasında Süryanilerin tabi oldukları aşiretlerin bölgedeki gücünü yitirmesinin etkisi de oldukça fazladır. Örneğin, bölgedeki çoğu Süryani ve Yezidi’nin mensup olduğu Heverka Aşireti Reisi Haco’nun Suriye’ye gitmesiyle birlikte, Süryani ve Yezidilerin diğer aşiretler, özellikle Dekşuriler, tarafından baskıya maruz kaldıkları hatta öldürüldüklerine dair sözlü bilgiler vardır ve bu bilgiler Müslümanlar tarafından da doğrulanmaktadırlar. Bunun yanında fermandan sonra bazı aşiret reisleri, Süryanileri eski yerlerine yerleştirmek istemiş ama fermandan hemen sonra boşalan köylere yerleşmiş diğer köylüler itiraz ettikleri için uzun süre köylerine dönememişlerdir.

Bölgede Müslümanlar arasında yaygın kanı ve iddia, ferman sırasında Müslümanların çoğu Süryani’yi koruduğudur. Ancak gerek Süryanilerden gerek Müslümanlardan bunun tersi konusunda örnek olayları anlatanlar da vardır. Ferman sonrası Süryani mallarına yönelik yağmanın izlerine günlük dilde hala rastlanmaktadır. Örneğin, birisinin fazla malı olup, eğer bunun fazla emek harcamadan elde edildiğine inanılması durumunda kullanılan, Kürtçe “bixwin, malê fıla ye” (yiyin Hıristiyan malıdır) sözü bunun en tipik örneğidir. Günümüzde bazı Kürtlerin dedelerinin yaptıklarını tasvip etmediklerini söylemelerine karşın yaşanan olayın büyüklüğü nedeniyle Kürtlere yönelik güvensizlik Süryaniler arasında hâlâ çok yaygındır.

Süryani kaynaklara göre, kendilerine yönelik kırım sadece 1915’lerden ibaret değildir. 1843 yılından 1845 yılına kadar Kürt Beyi Bedirhan tarafından 50.000’den fazla kişi, 1850 yılında 100.000’den fazla kişi, Amid (Diyarbakır) ve Urhoy’da (Urfa) yaklaşık 20.000 kişi, 1909 yılında 3000 kişi ve 1915 ile 1918 yılları arasında 500.000’den fazla kişinin katledildiği yazılmaktadır. Ancak sözü edilen bu katliamlar sadece Tur Abdin’de değil, Cezire, Hakkari vb. Mezopotamya’nın diğer bölgelerinde de gerçekleştirilmiştir (bkz. Zinda Magazine April 26, 1999).

Bu gibi anılardan hareketle özelde Süryanilere genelde ise tüm Hıristiyan gruplara yönelik olarak bölgedeki Müslümanların sahip olduğu bakışın hemen hemen aynı olduğu sonucu çıkartılabilir. Bu bakışın oluşmasında dini farklılıklar yanında ekonomik gerekçelendirmeler de önemli bir yer tutmaktadır. Aslında ekonomik gerekçelerin mi dini ötekileştirmeyi güçlendirdiği yoksa dini gerekçelerin mi ekonomik nedenli saldırıları gerekçelendirdiği çok da açık değildir. Çünkü bu iki gerekçe seti dönüşlü bir biçimde birbirini sürekli olarak beslemektedir. Örneğin bölgede Süryanilerin çok zengin oldukları, Müslüman halk arasında neredeyse günlük sohbetlerin değişmeyen konusu haline gelmiştir. Bu ve benzeri anlatılar her ekonomik güçlük döneminde Süryani mallarını gelir seviyesini yükseltmek için el konulabilecek bir meta olarak görme anlayışının haklılaştırma yollarından birisi olarak görülebilir. Süryanilerin ‘gâvur’ olması bu tarz girişimlerin daha haklılaştırılmasının birçok durumda da dince verilmiş bir hak olarak görülmesinin ana nedeni olmaktadır.” (Abdurrahim Özmen, “Tur Abdin Süryanileri Örneğinde Etno-Kültürel Sınırlar”, Ankara Üni. Sosyal Bil. Enst. Halkbilim (Etnoloji) Anabilim Dalı’nda hazırlanmış doktora tezi, s. 175-179’den aynen aktarılmıştır.)