Gündem

Mehmet Altan yazdı: Dışarıda olmam lazım ama içerideyim

27 Mayıs 2020 11:35

Mehmet Altan*

Bu cansız kuş yavrusunun ölüm nedeni neydi? Yuvadan mı düşmüştü yoksa yuvadaki diğer kuşlar mı atıyordu, doğada kuş cinayetleri mi söz konusuydu?

Tam tamına iki yıl önce bugün…

Anayasal bir düzen olsa Silivri’de değil, dışarıda olmam gerekiyor.

Ama içerideyim.

***

Silivri Notları bir cenazeden söz ediyor…

Ama bugünden geriye bakınca, o notları yazarken içinde bulunduğum hukuksal konumun da bir cenazeden farksız olduğunu gördüm...

Hücredeki cenazeyle sarsılırken kendim de hukuksal bir cenazenin maktulüydüm.

Silivri Notları’nda anlattığım cenazeden önce hukuksal cenazeyi de anlatmak istedim.

Bütün bu cenazeleri anlatayım...

Ama önce hukuk cenazesini…

***

11 Ocak 2018 tarihinde Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu mevcut dosyanın en son hâli üzerinden üç ayrı hak ihlali kararı vermiş, “göz altına” bile alınamayacağımı karara bağlamıştı.

Hak ihlali kararı ne demek? Devlet meşruiyetini sağladığı Anayasa’yı yok saymış ve benim temel hak ve özgürlüklerimi çiğnemiş…

Suç işlemediğim hâlde beni tutuklamış…

Suç işlemediğim hâlde ifade özgürlüğümü terör gibi sunmuş…

Suç işlemediğim hâlde basın özgürlüğümü darbecilik gibi göstermiş…

35 yaşında suç işlemekten çekinmeyen bir savcı ile ahlâksızca utanmadan takım taklavat, sabah akşam algı operasyonu yapmışlar.

***

Anayasa’nın 153. maddesi gereği Anayasa Mahkemesi kararı devletin tüm kurumlarını bağlıyor.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nun hak ihlali kararını anında uygulanıp, beni tahliye etmeleri gerekiyor. Çünkü ben suçlu değilim, beni tutuklayıp, suçlayanlar suçlu.

***

Anayasal bir emir olan tahliye talebimi, İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nin iki hakimi Anayasa’yı yok sayarak yerine getirmedi.

Biri ise Anayasa’nın 153. maddesi gereği tahliye edilmem gerektiğini söyledi.

Anayasa’yı yok sayan bu skandala bir sonraki mahkemede itiraz edildi.

Bu kez de İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nin iki üyesi Anayasa’yı yok saydı.

Bir üye ise Anayasa’nın 153. maddesini anımsattı.

Anayasa’nın emrini dinlemeyen İstanbul  27. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Başkanı daha sonra Yargıtay üyesi yapıldı.

Kısacası günü gününe iki yıl önce Anayasa’yı yok sayan dört kişi nedeniyle Silivri’deyim.

İddia; anayasal düzeni değiştirmek.

Anayasa’yı yok sayanlar tarafından anayasal suç işlenerek tutuluyorum oysa.

Çoktan dışarıda olmam lazım ama içerideyim.

***

Yetmemiş; Anayasa Mahkemesi Genel Kurul Kararı’nı ve Anayasa Mahkemesi kararını dinlemeyen İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi hukuk ile açıklanamayacak akıl almaz bir gariplikle, dosyaya giren en son delili de tartışıp tüm dosya kapsamının incelendiği, bağlayıcı Anayasa Mahkemesi Genel Kurul Kararı’na rağmen, Şubat 2018’de “ağırlaştırılmış müebbete” mahkûm ediyor.

OHÂL şartlarında bile “gözaltına alınmamı gerektirecek delili bırakın, kuvvetli bir şüphe dahi olmadığı” bu Anayasa Mahkemesi kararı ile de hüküm altına alınmışken 20 aydır içerideyim.

Dışarıda olmam gerekirken, içerideyim.

***

20 Mart 2018 tarihinde aynı Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu Kararı gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de temel hak ve özgürlüklerimin ihlal edilerek bana eziyet edildiğine karar veriyor.

Anayasa Mahkemesi kararını tümüyle benimsiyor, teyit ediyor, hukuk ve mahkeme adı altında olup biten rezaleti deşifre ediyor.

Türk devletini ağır bir içerik ve gerekçeyle mahkûm ediyor.

Doğrusu bugün yazarken de inanamıyorum.

AİHM Kararı’nı Anayasa’nın 90. maddesi gereği doğrudan devletin uygulaması mecburiyeti var.

Adalet Bakanlığı kılını bile kıpırdatmıyor.

İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi ve onun kararlarına itiraz mercii olan İstanbul 27. Ağır Ceza Mahkemeleri zaten Anayasa’yı tümden yok saydıkları için aynı Anayasa’nın 153. maddesi gibi 90. maddesini de alenen çiğnemekten çekinmiyorlar.

Dışarıda olmam lazım ama içerideyim.

***

İki yıl önce bugün, tam bir belirsizlik içinde Silivri’deki hücremde çoktan ölmüş bir hukukun maktulü olarak öyle duruyorum.

29 Ekim 2016 tarihinde beni apar topar, Anayasa’yı çiğneyerek ve ifademi bile almadan, KHK ile 30 yıldır hocası olduğum İstanbul Üniversitesi’nden nasıl attıklarını, 12 Eylül darbecileri gibi dokunulmazlık zırhı edinmiş olan yedi bürokrattan oluşan OHÂL Komisyonu’nun Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararını yok sayarak, davanın bitimini de beklemeden aleyhime aldıkları kararlarını ise pas geçiyorum.

Doğal olarak tam bir ay sonra tahliye olacağımdan da haberdar değilim.

***

İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi’nin “ağırlaştırılmış müebbet hapis kararı” İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi’ne gitti.

Dosyayı inceleyen İstanbul Bölge Adliyesi 2. Ceza Dairesi, 27 Haziran 2018’de beni tahliye etti.

Anayasa’nın emrine uyarak beni tahliye eden heyet dağıtılıp, ataması yapılan 25. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Taner Akıncı başkanlığındaki yeni heyet de AYM Genel Kurul ve AİHM kararlarını yok saydı ve  “ağırlaştırılmış müebbet” kararını onayladı.

Neyse ki çok sonra Yargıtay bu kararı bozdu, beraatimin kesinleştirilmesini istedi. Evrensel hukuk kurallarına uygun davranılmasının gereğini ve mecburiyetini açıklayan hukuksal niteliği yüksek bir karar yazdı.

Beraat kararında Yargıtay, mahkemelerin hem Anayasa Mahkemesi hem de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarına neden uymak zorunda olduğunu çok geniş ve berrak bir şekilde açıkladı.

Anayasa Mahkemesi kararını yok sayan ve bana ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını veren İstanbul 26. Ağır Ceza Mahkemesi, 4 Kasım 2019’da beraat kararını verdi. Üç kez ağırlaştırılmış müebbet hapis isteyen savcılık da bu kararı temyiz etmedi ve beraatim 12 Kasım 2019’da kesinleşti.

Ancak beraatimden bu yana aradan altı ay geçmiş olmasına rağmen mağdur olduğum hiçbir hak ve hukukum da hâlâ tam yerine gelmedi.

Hukuk cenazesi öyle ortada boylu boyunca yatıyor çünkü…

***

Notlardaki cenazeye gelince…

Beyaz kâğıdın ortasına her zamanki gibi “Silivri Notları” yazmış, altını çizmiş yanına bir kesik atarak “27 Mayıs 2018, Pazar” yazmışım…

Olup bitenden azâde sonraki gelişmelerden de bîhaber, günlük yaşam akışında kağıda “Koşuşta Cenaze” başlığı atmışım:

Dün sabah  (26 Mayıs, Cumartesi) avluda meyveleri koyduğumuz pencere çıkıntısı altında karıncaların üzerine üşüştüğü ne olduğunu kestiremediğim, yenip atılmış bir elma ya da armut iskeletine benzettiğim garip bir küçük topağa rastladım.

O topağın tam üzerinde çatı pervazında da geçen seneye göre çok daha fazla tahkim edilmiş, geçen seneye göre yaşam faaliyeti çok daha artmış bir kuş yuvası var.

Gerçekten de ilk başta o hareketli ve karanlık topak ile o kuş yuvası arasında hiçbir irtibat kurmadım.

Meğer bir kuş cenazesiymiş.

Sarsıldım. Fena oldum. 

***

Şaşkınlıkla sorup soruşturunca bu tür ölümlerin yan koğuş avlularında da vukû bulduğunu öğrendik.

Bu cansız kuş yavrusunun ölüm nedeni neydi?

Yuvadan mı düşmüştü yoksa yuvadaki diğer kuşlar mı atıyordu, doğada kuş cinayetleri mi söz konusuydu?

Hüznün egemenliğinde, bir gün sonra cenazeyi çöpe devrettik.

***

Ne var ki, bu kez de pazar günü akşam üstü, avlunun ortasına biraz daha iri yeni bir kuş cesedi daha düştü.

Muhafazakâr muhkemlerin ürettiği kuşkucu yaklaşımla ‘gayri meşru bir aşkın ürünü’ olmaktan, sakat doğmuş olabileceğine yönelik spekülasyonlar ortasında, iki gün içinde iki yavru cenazesini sırtlamış bulunduk.

Kuşların sabah cıvıltıları, aşk yuvası kurma gayretleri, özen ve sabırla çiçek, saman sapı taşımaları, erkek kuşların ıslık çalarak dişi aramaları hoş da, bu yavru ölümleri ne?

Ne oluyor?


*Bu yazı P24'te yayımlanmıştır.