Mehmet Altan*
Zombi Suçlar başlıklı yazımda anlatmıştım.
Aslında...
Kaldığım yerden devamla bu hafta 1995 yılında Yaşar Kemal’in “Der Spiegel dergisinde yayınlanan yazısı nedeniyle, Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne çağrılması sürecinde ortaya çıkan "Düşünce Suçu'na Karşı Girişim" eylemini ve sonrasını anlatacaktım...
Ama öyle olmadı.
***
Ne yazık ki “düşünce suçu” saçmalığı bu ülkede bitmek bilmiyor... Çeşitli sorunlara yol açarak sürüp gidiyor.
1995 yılında, Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nde görülen davalar içinde düşünce ve basın özgürlüğüne ilişkin olanlar da önemli yer tuttu. Davaların dörtte biri yazar, çizer ve düşünce insanlarını kapsıyordu.
Yazının daha önceden belirlediğim konudan sapmasının nedeni de “Persona non grata” krizi oldu.
AİHM Kararlarının uygulanma mecburiyetini anımsatan dış dünyaya sürekli omuz silken bir siyasal iktidar var karşımızda.
Sonunda bu aldırmazlık, dünya diplomasi tarihinde görülmemiş bir ültimatoma dönüştü. On devletin büyükelçileri, Osman Kavala’nın AİHM kararının hemen uygulanmasını talep etti.
***
Siyasal iktidar kendi devletinin Anayasası’na, yasasına, Yargıtay kararlarına uymuyor.
Hukuka davet edilince de bunu “beka” meselesi olarak sunup, oy toplamaya kalkıyor...
Evrensel hukuka uyulması talebini, kendi iç işlerine karışma gibi sunan ve ulusalcı propaganda üzerinden oy avcılığına çıkan siyasal iktidarın pişkinliğini görünce, aklıma Yargıtay’ın, AİHM’in ihlal kararlarının uygulanması mecburiyetini karara bağlayan içtihadı geldi.
***
Bunun nasıl bir oyun olduğunu daha net ortaya koyabilmek için kararı beraber okuyalım :
“28.01.1987'de Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'na başvuru yetkisinin kabul edilmesiyle iç hukukun bir parçası haline gelen bireysel başvuru ya da anayasa şikâyeti değişiklik gerekçesinde, kamu gücü tarafından, temel hak ve özgürlükleri ihlâl edilen bireylerin başvurdukları olağanüstü bir kanun yolu olarak tanımlanmaktadır.
Anayasanın 90/5 maddesi sarahatine göre AİHM, iç hukukun ayrılmaz bir parçasıdır ve kanunlarla uyuşmazlık halinde uygulanma önceliği bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesi sözleşme hükümlerini "destek norm" olarak kabul etmektedir.
AİHM ise sözleşmeyi, "yasa sözleşme" olarak vasıflandırmakta, üye devletlerin sözleşmeye uygun hukuki düzenleme yapma ve AİHM içtihatlarına uyma mecburiyetlerini vurgulamaktadır.
Esasen Sözleşme'nin "Kararların bağlayıcılığı ve infazı" kenar başlıklı 46/1. maddesine göre; Sözleşmeci taraflar, taraf oldukları davalarda Mahkeme'nin verdiği kesinleşmiş kararlara uymak mecburiyetindedirler.”
***
16. Ceza Dairesi’nin bu kararını anımsatmak istedim. Bu kararı çok iyi bilmemin nedeni; Yargıtay 16. Ceza Dairesi kararı benim hakkımdaama kararın içeriği tek bir kişiyi çok aşıyor, ülkenin durumunu ortaya koyuyor.
Böyle bir karar var iken Türkiye’nin “persona non grata” krizine nasıl suni bir şekilde sürüklendiği daha açık olarak anlaşılıyor. Karar devam ediyor:
“Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM); Sözleşme'nin 46. maddesi bağlamında, devletlerin taraf oldukları başvurulara ilişkin olarak verilen AİHM kararlarıyla bağlı olma yükümlülüğü altına girdiğini vurgulamaktadır (Del Rio Prada/İspanya [BD],B. No: 42750/09, 21/10/2013, § 137).
AİHM'e göre bu, Mahkemenin bir ihlal bulduğunda davalı devletin sadece Sözleşme'nin 41. maddesine göre hükmedilen tazminatı ödeme yükümlülüğünü değil bunun yanında AİHM tarafından bulunan ihlalin ortadan kaldırılması için iç hukukta bireysel ve/veya -gerekiyorsa- genel tedbirler alma ve başvurucuyu, Sözleşme ihlal edilmemiş olsaydı bulunacağı duruma mümkün olan en yakın konuma getirecek şekilde ihlalin etkilerini telafi etme yükümlülüğünü de barındırmaktadır (Del Rio Prada/İspanya, § 137).’’
***
Yargıtay’ın bu açık içtihadı ortada iken evrensel hukuka uyulması talebi nasıl “iç işlerine karışma” sayılabilir, nasıl “persona non grata” tehditti ile diplomatik bir skandal yaratılabilir?
Aslında Türkiye huzur arıyor ise “Anayasa’sına, yasalarına, evrensel hukuka uymayanları” siyaseten “persona non grata” ilan etmek gerek.
Umarım gelecek hafta kaldığımız yerden 1995 yılına dönebiliriz...
P24'te yayımlanmıştır.