Mehmet Altan*
Basın Tarihi’nin izini sürerken iki hafta önce yazdığım “Zombi Suçlar” başlıklı yazımın sonlarında 1995 ila 2021’in nasıl benzeştiğini anlatan bir cümle vardı:
“Yıl 1995 de olsa... Yıl 2021 de olsa, aynı yere gelip tıkanıyoruz: Buralarda düşünceye ve ifadeye karşı zulüm bitmez, düşünceyi suç kabul eden zombi yasalar hiç ölmez...”
Son yaşadıklarım ise bu iki dönemin “benzeşmeyen” taraflarının da var olduğunu gösterdi bana. Anlatacağım.
***
“Bunlar Kayda Geçsin” başlıklı yazımda da “AİHM ve AYM kararlarını uygulamamasına” rağmen Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun hakkında işlem yapmadığı, daha sonra da Yargıtay üyeliğine terfi ettirdiği Orkun Dağ hakkında tazminat davası açtığımı’’ tazminat davasının ilk duruşmasının geçen hafta Çarşamba günü Yargıtay’da yapılacağını yazmıştım.
***
Sağlıklı ve normal bir ülkede elbette “Anayasa’yı ve Anayasa Mahkemesi kararını yok sayan” bir mahkeme hâkimi olmaz. Olamaz. Bu delirmişlik sayılır.
Anayasa’yı yok sayan ve Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulamamaya kalkışan bir mahkeme üyesi anında sistemin dışına konur.
Bizde ise o üyelerden biri Yargıtay’a atandı, diğerinin maaşı yükseltildi.
Ocak 2018 yılında hukuk devletinin intiharı anlamına gelen bu gelişme yaşandığında Güney Afrika’dan Urugay’a kadar dünya basınında nasıl bir şaşkınlığa yol açtığını görmüştüm.
Hattâ kredi derecelendirme kuruluşu Moody's, Anayasa Mahkemesi ve dolayısıyla Anayasa'nın 153. maddesi yok sayılınca, Türkiye 'hukukun üstünlüğü' ve 'hukuk devleti' kavramlarının suya düştüğüne kanaat getirdi ve Türkiye'nin notunun düşürülme nedenlerine bunu da ekledi.
Bizim basında ise fazla ses çıkmadı. Basın açısından 1995 ile 2021 arasındaki en büyük farklardan biri sanırım buydu.
***
Çarşamba Yargıtay’da görülen dava, zaten haksız yere yattığım yüksek mahkeme kararlarıyla saptanan hapishanede beni zorbalıkla 5.5 ay da fazladan yatıran hakimlerden birine karşı hak arama girişimimdi.
Anayasaya aykırı bir şekilde hapiste tutulan sanığın, onu anayasaya aykırı şekilde içeride tutan yargıca açtığı dava hukuken neredeyse hiç rastlanılmayacak bir olaydır.
Gazetecilik açısından da “insanın köpeği ısırması” kabilinden bir gelişmedir. Ve gelişmelerin vahameti açısından “fikri takibi” de kendiliğinden hak eder.
Bir avuç haber sitesi ve gerçek gazeteci dışında, gazetecilik okullarının ve bu mesleğin ıskartaya çıktığını ben bu olayda bir kere daha gördüm.
***
Sözde “muhalif haberci” geçinenler için bunun bir haber değeri olmadı.
Sözde muhalif geçinenler için de bireylerin kimliği haber ilke ve kriterinin önüne geçince, bunu tercih edenin de gazetecilikten kopup siyasal bir iktidar kavgası içinde debelendiğini görüyorsunuz.
Bu tuhaf kavgada tek amaç iktidarı ele geçirmek anlaşılan...
Üstelik ilkelere göre değil bireylere göre haber yapınca da hukuktaki pörsüme hızlanarak devam ediyor.
“Muhalif çevreler” Ocak 2018’de iki hâkimin Anayasa Mahkemesi kararını yok saymasına kayıtsız kalınca, ardından Kavala, Demirtaş ve diğerleri sökün ediyor...
İlk örneğini oluşturduğum o gün o yargısal depreme “siyasal kimlik” üzerinden bakıp sessiz kalanların bugüne gelinmesinde hiç mi payı yok?
Hak aramayı görmezden gelince hukukun delinmesi sıradanlaşıyor, hızlanıyor... O zaman da “bu muhalif kafayla ne değişecek” diye düşünerek hafifçe ürküyor insan...
***
Geçen Çarşamba Yargıtay’da davacı olarak yaşadıklarımı ve bunun anayasal düzen açısından ne anlama geldiğini daha berrak bir şekilde ortaya koyabilmek için mahkemedeki konuşmamı sizlerle paylaşmak istiyorum.
Bunun bir haber olup olmadığını bir de siz değerlendirin.
***
“Sayın Mahkeme,
30 yıl boyunca iktisat dersleri vermeme, kırka yakın kitap yazmış olmama ve binlerce yazı kaleme almış bulunmama rağmen huzurunuzda bulunma nedenim olan mağduriyetimi nasıl anlatacağımı, sizlerin empati yapmanızı nasıl sağlayacağımı doğrusu tam bilemiyorum.
Öylesine hukuk ve mantık dışı bir olayla karşı karşıyayız ki ne ülkemizde ne de yeryüzünde eşi görülmemiş bu garabeti anlatacak bir dil bulmakta zorlanıyorum.
Ama deneyeceğim.
Türkçede “dağa kaldırmak” diye bir deyim vardır. Türk Dil Kurumu sözlüğü “dağa kaldırmayı” şöyle tanımlıyor:
“Herhangi bir sebepten ötürü birini zorla dağa veya ıssız bir yere götürüp orada alıkoymak.”
Sözlükte “dağa kaldırmak” deyiminin bir de cümle içinde de kullanmışlar: “Eşkıyalar, karakol komutanının oğlunu dağa kaldırmışlar; ne istedikleri henüz belli değil.”
Belki yaşadığımı eşkıyalık için kullanılan bu örnek cümle üzerinden anlatabilirim... Tabii ki dağa kaldırılmadım...
Issız bir yere de götürülmedim.
Zaten Silivri Cezaevi’nde bir hücredeydim...
Babam da asker değil, bir yazar...
Ama yaşadıklarım gene de “dağa kaldırma” türünden bir kanunsuzluğa çok benziyor. Birileri anayasaya ve yasalara açıkça karşı gelerek beni hukuksuz bir şekilde bir hücrede zorla tuttu.
Anayasa’nın meşru hükmüne rağmen bir hücrede 5.5 ay daha fazla kalmam, AYM Genel Kurul kararını dinlemeyen dört yargıç nedeniyle oldu.
AYM, benim tutuklanmamın hal ihlali olduğuna karar verdi.
Mahkeme üyesi dört yargıç anayasanın açık hükmüne rağmen AYM’nin bu kararını tanımadılar, yasalara uymayı reddettiler.
Ve huzurunuza gelmeden epey önce bu dört kişinin anayasal suç işlediği mahkemeler tarafından da hüküm altına alındı.
AYM Genel Kurulu Kararı ertesinde Anayasa’nın 153. Maddesini yok sayarak beni zorla hapishanede tutmalarının anayasaya aykırı olduğu, öncelikle direnme kararına katılmayan mahkeme üyeleri tarafından bu dört kişiye hatırlatıldı.
Ardından İstinaf Mahkemesi oy birliğiyle beni tahliye ederek bu dört kişinin hakkında dolaylı olarak hüküm kurmuş oldu.
Daha sonra Avrupa’nın en yüksek mahkemesi AİHM’in kararı geldi.
İstanbul 26. ve 27. Ağır Ceza Mahkemesi’nin dört üyesinin Türkiye Anayasa’sına göre AYM Genel Kurul kararına direnemeyeceği vurgulandı.
Yargıtay 16. Ceza Dairesi ise mahkemelerin neden AYM ve AİHM kararlarına uyma mecburiyeti olduğunu tarihsel bir berraklıkla içtihat haline getirdi.
Çok değerli avukatım bunları çok daha iyi ve geniş bir şekilde anlatıyor. Sadece anayasayı nasıl çiğnediklerinin mahkeme kararı haline geldiğinim hatırlatmak için özetliyorum.
Deyimin örnek cümlesinde “ne istedikleri belli değil” kısmı var.
Gerçekten de hiç tanımadığım, hem de mahkeme üyesi olan dört kişi, neden zaten Anayasal hakları yok sayılarak zulme uğramış birine açıkça suç işleyerek hukuksal zorbalık yapar, bunu anlamış değilim.
Çünkü yargıçlara suç işlemeyi bile göze aldıran böyle bir düşmanlık anlaşılır gibi değil. Nasıl anlatacağımı kestiremiyorum demem de burası.
“Dört Yargıç bir tutukluyu dağa kaldırdı” gibi bir cümle kurulamayacağı için zorlandım zaten...
Mamafih neden yaptılar bilmiyorum dedim ama şimdi hakkında tazminat davası açtığım kişi Yargıtay’a atandı, terfi ettirildi.
Belki de neden buydu, yükselme hırsıydı...
Bilmiyorum. Peki terfi ettiren kim? Anayasal bir kurum olan HSK...
Yargılanmaları için soruşturma izni vermemekle kalmadı, anayasayı çiğnemeyi ödüllendirerek cesaretlendirdi.
Zaten ben de sırf bu nedenle huzurunuza geldim. Tazminat davası açarak sadece telafi edilemeyecek bir mağduriyete manevi bir teselli sağlamak değil amacım.
Burası yargı içindeki kimilerinin hukuka ihanet edebileceği bir ülke olmaktan kurtulsun istedim.
Burası bir ceza mahkemesi değil, yüksek bir hukuk mahkemesi.
Ama vereceğiniz karar bu zor zamanlarda Türkiye için belirleyici olacak... Biz hukuk devleti miyiz değil miyiz, o belirlenecek...
Mahkeme keyiflerince anayasa hükümlerini yok sayarak suçsuz insanlara zulmedip terfi aldıkları bir garip diyarda mıyız?
Yoksa nihayetinde bir aşamada bir hukuk devletinin devreye girdiği bir ülke miyiz?
Bu mahkemede bu belirlenecek.
O nedenle vereceğiniz karar bir tazminat kararından çok daha öte...
Karar ne olursa olsun, ben hukuk aramaya devam edeceğim çünkü hukukun uyusa da ölmeyeceğine inancım tamdır...
Saygılarımla...”
P24'te yayımlanmıştır.