Gündem

Mahçupyan: Dindarların önünde iki yol var

Etyen Mahçupyan, dindarların siyasetin paydaşı ve kurucu öğesi olma yönünde ilerlediklerini söyleyerek, önlerinde iki yol olduğunu belirtti

09 Ağustos 2012 16:18

Etyen Mahçupyan

(Zaman - 9 Ağustos 2012)

 

Dindarın siyaset yolu


Din ile siyaset arasındaki ilişkide uzun deneyimler sonrası gelinen nokta, bu iki alanın arasına mesafe konması gerektiğidir.

Gerçekten de din ile siyasetin 'doğası' arasında uyumsuzluk var. Dinler zamana bağımlı olmayan evrensel kabuller üzerine oturdukları için, 'doğru' olanı tüm insanlık ve tüm zamanlar için bildiklerini vazederler. Siyaset ise 'doğru' olanın geçici olarak ve sadece belirli bir grup insana anlamlı gelecek şekilde saptanabileceği varsayımı üzerinde yaşanabilir. Aksi halde siyasete konu olacak tercihlerle, farklı yollarla karşılaşmaz ve bunlar arasında hangisini seçmemiz gerektiği konusunda ayrışmazdık. Unutmamak gerek ki siyaset, esas olarak geleceğin bugünden kurulmasına yönelik bir etkinlik ve bu da önümüzde farklı gelecek tahayyüllerinin, dolayısıyla farklı varoluş ve yaşama biçimlerinin olduğunu söylemekte.

Bu belirsizlik nedeniyle siyaset 'doğrunun' göreceliliğini ontolojik olarak kabul etmek durumundadır. Nitekim kendi meşruiyeti de bu göreceliliğe dayanır. Oysa görecelilik, dinlerin kabul etmek bir yana felsefi olarak kabullenemeyeceği bir durum... Dinler açısından göreceli bakış, vahiyle gelen kutsal akidelerin, dolayısıyla doğrudan ilahi gücün sorgulanması, esnetilmesi, giderek dışlanmasını ima eder. Bu nedenle dine dayanan siyaset sonuçta dini bozar... Öte yandan bu tür siyaset, siyasetin kendisini de anlamsızlaştırır ve toplumun entelektüel ortamını totaliter bir mecraya doğru sürükleyebilir. Çünkü din üzerinden oluşacak siyasetler, 'doğruyu' bildiklerinden emin olan insanların bu 'doğruyu' başkalarına kabul ettirme gayretine dönüşür ve aynı zamanda bu 'doğruların' hiçbir esnekliğinin olmaması nedeniyle uzlaşmalara kapalı kalır. Sonuç neredeyse kaçınılmaz olarak karşılıklı otoriter zihniyetin hakim olmasıdır. Bir tarafın kategorik olarak katı tutumunu sürdürdüğü ortamlarda, diğer anlayışlar da katılaşma eğilimi gösterirler ve karşılıklı silahların konuştuğu bir yapıya doğru kolayca gidilebilir...

Öte yandan dinler 'doğru' yaşamın ne olduğunu söylemenin ötesinde, bu yaşamı sadece kişiler için değil cemaat için önerirler. İdeal durum bir toplumun her bireyinin belirli bir dinî inanca bağlı olması olurdu... Böylece herkesin toplum için 'doğru' bulduğu şey aynı olacak ve çatışmasız, ahenk içinde bir cemaat hayatı oluşabilecekti. Dikkat edilirse bu siyasetin de işlevsiz ve anlamsız kalmasını ifade edecekti, çünkü herkesin aynı doğruda buluştuğu bir toplulukta farklı görüşler ancak detay konularda olabilecek, onları da dini yorumlamayı bilen rehberler değerlendirecekti. Böyle bir toplumda geleceği tartışmak da, sadece teknik konularla sınırlı basit durumların akılcı çözümlerine indirgenecek, esasa ilişkin hiçbir konu tartışmaya açılmayacak, ama kimse de şikayet etmeyecekti. Bu ideal durum halen birçok dindar için çekiciliğini koruyor. Osmanlı'nın cemaatçi yapısının da aynı mantıktan esinlendiğini söylemek ve bu çekiciliğin tarihsel bir zemini olduğunu öne sürmek de mümkün. Bu yaklaşım bir tür içe kapanmacılık ve dışlama anlamına gelmekle birlikte, dinin siyasetten korunma isteğini de ifade ediyor. Çünkü siyasetin egemenliği insanları farklılaşma ve yeniden gruplaşma yönünde teşvik edici bir ortama tekabül etmekte. Diğer bir deyişle siyasetin alanı ve derinliği arttıkça, dinlerin de yüzeyselleşip kırılganlaşacağı açık.

Bunun anlamı dindarların azalması değil... Aksine siyaset genişleyip derinleştikçe dindarların sayısı muhtemelen artacaktır. Özellikle geçmişte dinin 'siyaset yolu' olarak yaşandığı cemaatçi toplumlarda, dindarlar kendi içinde farklılaşırken, inancı da esnetecek ve dünyevileştirecektir. Birçok dindarın bunu bir tehlike olarak görmesi şaşırtıcı değil... Ne var ki dini 'siyaset yolu' olarak yaşamış olan bir geçmişten daha farklı bir gelecek çıkamaz. Çünkü dinle siyaset arasındaki mesafeyi bilerek daraltmış, pragmatik amaçlarla dini kullanmış, dindarlıkla siyasi kariyeri meczetmiş bir gelenekten söz ediyoruz. Bu ülkedeki toplumsallaşma kanallarından başlıcası daima din olmuş ve bu durum inanç sistemlerini sürekli olarak dünyevileştirerek (sofu bir dindar açısından yüzeyselleştirerek) yeniden üretmiştir...

Bugün bir eşik daha geçiliyor ve dindarlar siyasetin paydaşı ve kurucu öğesi olma yönünde ilerliyorlar. Önlerinde iki yol var: Ya dinlerini de siyasete taşıyarak 'kullanıma' açacaklar ve son kertede dine zarar verecekler. Ya da artık homojen bir cemaat olmadıklarını kabullenerek, dini özel hayatın parçası olarak yeniden tanımlayacak ve böylece siyaseti de özgürleştirecekler. Buna kısaca sekülerleşme deniyor... Birçoklarının sandığının aksine dini koruyan, dindarı ise tüm toplum karşısında aktörleştiren bir siyasetin kapısını açan, 'iyi' bir değişim. Yeter ki siyasetin çekiciliği dinin işaret ettiği ahlaki zemini yok etmesin ve dindarlar aynı ahlakı seküler çerçeve içinde yeniden üretebilsin...