25 Ocak 2011 02:00
T24 - “Kürt Meselesinde Son Fırsat: Dünü ve Bugünü Barış İçin Yorumlamak” başlıklı analizin dünkü bölümünde, genel bir değerlendirmenin yanı sıra siyasi partilerin yönetimleri ile tabanlarının Kürt sorununun çözümü çabalarında bulundukları yerlere işaret edildi.
Halen Princeton Üniversitesi'nde çalışmalar yapan Koç Üniversitesi öğretim üyelerinden Doç. Dr. Murat Somer'in, T24 için kaleme aldığı ve “düşünsel zaaflar” üzerinde durduğu analizinin ikinci bölümünü aşağıda takdim ediyoruz. Doç. Somer'e ait olmayan kırmızı ara başlıklar, okumayı kolaylaştırmak ve bazı önemli noktalara vurgu yapmak amacıyla T24 editörlerince konmuştur.
Kürt meselesinde hangi partinin tabanı çözüme daha yakın (Dizinin ilk bölümü)
2. KÜRT SORUNU’NUN EVRiMiNi ETKİLEYEN DÜŞÜNSEL ZAAFLAR
Bu özetin amacı şu veya bu modeli veya çözümü savunmak değildir. Buna siyasetçiler ve Türkiye kamuoyu karar verecektir. Demokrasiler uzlaşmaya dayalı olduğu sürece prensip olarak her reformu ve kurumsal düzenlemeyi tartışabilir ve uygulayabilirler. Amaç çözüme yönelik tartışmaların daha doğru kavramlar ve bilgiye dayalı tercihler üzerinden yapılmasına yardımcı olabilmektir. Bu, varılması umulan uzlaşmanın uygulanabilir ve kalıcı olabilmesi için önemlidir.
2.1. Eşit haklar ile aynı haklar kavramlarının birbirlerine karıştırılması
Cumhuriyet eşitlik adına herkesi aynı kalıba sokup aynı hakları vermeye çalışmıştır. Tüm vatandaşlara eşit hakların sağlanması ulus devlet ve cumhuriyet projelerinin olmazsa olmaz koşuludur. Ama eşit olmak her konuda aynı haklara sahip olmak anlamına gelmez. Değişik gruplar eşit olmak için farklı ihtiyaçlardan kaynaklanan farklı haklara sahip olabilirler. Bir örnek vermek gerekirse, kadınların siyasette az temsil edilmeleri bir dezavantaj yaratmaktadır. Bu dezavantajı ortadan kaldırmak ihtiyacından dolayı bir kota uygulamasıyla kadınların erkeklerden farklı bazı haklara sahip olmaları kadın-erkek eşitliği ilkesini bozmaz, aksine güçlendirebilir. Keza farklı ihtiyaçlarından dolayı kadınların hamilelik izni gibi erkeklerin sahip olmadığı haklara sahip olmaları eşitlik ilkesini bozmaz.
Aynı prensiple Kürtler’e dil, kültür ve coğrafya farklılıklarından ötürü farklı haklar tanınması eşitlik ilkesini bozmayabilir. Örneğin anadillerinin farklı olması nedeniyle yaşadıkları bölgelere Kürtçe konuşan memur, hâkim ve öğretmen atanmasını sağlayacak hakların verilmesi eşitliği zedelemeyecek, güçlendirecektir. Türkçe’nin öğrenilmesini de kolaylaştırabilir.
Burada tek önemli olan adalet ve ilkeselliktir. Eğer başka etnik veya bölgesel gruplar da benzer sorunlar yaşıyorsa, onlar da kendi ihtiyaçlarına uygun haklardan, kendi ihtiyaçları oranında ve imkânlar elverdiği kadar yararlanabilmelidir.
2.2. Azalmadan bölünebilen kültüre ve kimliğe dair değerlerle, bölününce azalan egemenliğe dair siyasal değerlerin birbirlerine karıştırılması
Siyasal ve kültürel anlamlarda millet kavramları ayrıştırılmadığı için Türkler, Kürtler için tanınabilecek her türlü kültürel hakkı “vermek”, yani kendi ellerindekilerini azaltan bir taviz olarak görmektedirler.
Keza barışçı ve kültürel anlamda da olsa her türlü Kürt milliyetçiliği otomatik olarak bölücülük, yani ortak olarak sahip olunan bir şeyi parçalayan, azaltan bir etken olarak algılanmakta ve tepki gösterilmektedir.
Öte yandan Türkler’in Kürtler’i bir millet değil etnik grup olarak tanımlamasını da birçok Kürt milliyetçisi bir küçümseme ve hak mağduriyeti olarak algılayıp kabul etmemekte, başından tepki göstermektedir. Bu bir çıkmaz yaratmakta, konuşmayı ve müzakereyi engelleyen bir durumun ortaya çıkmasına katkıda bulunmaktadır.
Türkiye, siyasal anlamda yani egemenlik anlamında tek ulusun, tek milletin egemenliğine dayalı bir devlet olarak kurulmuştur. Dolayısıyla bazı Kürt milliyetçilerinin siyasal anlamda farklı millet olma iddiaları potansiyel olarak devletin en temel ilkelerinden birine meydan okumaktadır. Bu çözülmesi çok zor anayasal ve siyasal bir sorun yaratabilir.
Ulus devlet 'kültürel anlamda millet'i absorbe edebilir
Ancak milletin siyasal tanımının yanı sıra kültürel tanımları da vardır ve kültürel anlamda farklı millet olma iddiaları ulus devletler açısından daha kolay absorbe edilebilecek, müsamaha gösterilebilecek iddialardır.
Bu ayrımın Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyetin kuruluş yıllarında az çok yapılmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu dönemde, başta Atatürk olmak üzere, bağımsızlık hareketinin (Türk veya Kürt kökenli) önderlerinin konuşmalarına bakıldığında Türkler’in ve Kürtler’in (çoğu kez diğer etnik unsurlara da atıf yaparak) tekvücut, kitle-i vahide olarak kader birliği ettiklerine yapılan vurgu açıkça görülmektedir. Yani iki ayrı egemenliğe dayalı bir devlet veya millet tahayyül edildiğine dair bir işaret yoktur.
Ama aynı konuşmalarda Kürtler’den - bazen millet sözcüğü de telaffuz edilerek- farklı kimliği ve hukuku tanınan bir grup olarak bahsedilmiştir. Yani siyasal anlamda ayrı millet olmak reddedilmiş, ama kültürel anlamda bu kavramdan çekinilmemiştir.
Bu dönemde milli mücadelenin çok etnisiteli karakteri açıkça ifade edilmiş, Kürtler’den de kimliği ve hukuku tanınan bir halk olarak bahsedilmiştir. Bir diğer deyişle milli mücadeleye katılan Kürt seçkinlerine kültürel ve toplumsal statülerini kaybetmeyecekleri telkin edilmiş, bu da desteklerinin kazanılmasında etkili olmuştur.
Gerek Erzurum Kongresi gibi heyetlerde ve Büyük Millet Meclisi’ndeki tartışmalarda, gerekse Atatürk’ün bu dönemki açıklamalarında kullanılan dil, Kürtler’in, ortak egemenliğe sahip tek bir millet (Türkiye) tasavvuru içinde kimliği ve hukuku tanınan bir unsur ve kültürel anlamda millet olarak görüldüğünü gösterir. Atatürk, milli mücadele sırasında Cemilpaşazade Kasım Bey’e mektubunda “vicdani borcumuz, Kürtler, Türkler, bütün İslami unsurlar tek vücut ve tek yürek olarak bağımsızlığımızı savunmak ve vatanın parçalanmasını önlemektir. Türk ve Kürt milletinin bu yüce maksadı elde etmeye azmetmeleri sayesinde neticeden tamamen emin olabiliriz” diyordu. Kazım Karabekir’e telgrafındaysa “Ermeni çetelerinin acımasızlığına ve taarruzlarına hedef olmuş… bir unsur olarak… ben Kürtler’i de bir öz kardeş olarak ağuşumuza katıp tekmil milleti bir nokta etrafında birleştirmek….azmindeyim” diyordu.
1 Mayıs 1920 tarihli meşhur Meclis konuşması ise daha açıktır:
“Yüce Meclis’inizi teşkil eden zevat, yalnız Türk değildir, yalnız Çerkes değildir, yalnız Kürd değildir, yalnız Laz değildir. Fakat hepsinden mürekkep (birleşik, birleşmiş) anasır-ı İslamiye’dir, samimi bir mecmuadır (eski kitaplarda birçok kitapçığın bulunduğu cilt bütünü)…. bu yüksek heyetin temsil ettiği… emeller, yalnız bir unsur-u İslam’a mahsus (tek bir unsura ayrılmış) değildir. Anasır-ı İslamiye’den (Müslümanlar’ı oluşturan unsurlardan) mürekkep bir kitleye aittir… İşte milli sınırımız bu dedik! Halbuki Kerkük kuzeyinde Türk olduğu gibi Kürd de vardır. Biz, onları ayırmadık. Dolayısıyla, muhafaza ve müdafaasıyla meşgul olduğumuz millet, bittabi bir unsurdan ibaret değildir. Muhtelif İslami unsurlardan meydana gelmektedir.”
Kurtuluş Savaşı sırasında Anasır-ı İslamiye ve Türkiye halkı gibi terimlerin değişimli olarak aynı kütleye atıfla kullanıldığını görüyoruz.
Cumhuriyet Lozan'daki taahhütlere uygun kurulsaydı...
Kurtuluş Savaşı sırasında milli mücadeleye destek veren Kürtler Lozan müzakereleri sırasında da desteklerini sürdürdüler. Lozan müzakereleri sırasında İsmet Paşa’nın başında olduğu Türk heyeti Türkler’in ve Kürtler’in tek vücut olduğunu, yani daha önceki tartışmamıza atıfla ortak egemenliğe sahip olduğunu özellikle vurgulamıştır. Müslümanlar arasında hiçbir grubun azınlık olmadığı (tersten okursak hiçbir grubun da çoğunluk olmadığı) kabul ettirilmiştir. Lozan’daki heyete destek için Bitlis, Erzurum, Kastamonu, Mardin, Muş, Siirt, Urfa, Pozan, Diyarbakır, Van milletvekilleri bir teklifle “Türk, Kürt bir kitle-i vahidedir (tek bir kitledir). Kürtler, hiçbir vakit Türkiye camiasından ayrılamaz…” demiştir.
Ama Türkiye, Lozan Antlaşması'yla aynı zamanda Müslüman halk içindeki değişik kültürel unsurların anadillerini, dinlerini ve kültürlerini kamusal alanda yaşamalarını (örneğin ticarette ve eğitimde) kısıtlamamayı kabul etmiştir. Antlaşmanın 39. maddesine göre, resmi dil mevcut olmakla birlikte, “herhangi Türkiye tebaasının” gerek özel, gerekse kamusal hayatında yani ticarette, ibadette, yayın hayatında kullanacağı dillerin kısıtlanmayacağı kayıt altına alınıyor. Hatta “Türkçeden gayrı lisan ile mütekellim bulunan” (Türkçe dışında bir dili konuşan) Türkiye tebaasına hâkim huzurunda tercüman sağlanması hakkı tanınıyordu. Adil yargılama yapmak isteyen ve vatandaşları arasında gönüllü bir birlik yaratmak isteyen bir devlet için bundan doğal bir şey de olamazdı.
İdeal koşullarda, Cumhuriyet eğer bu taahhütlere uygun çoğulcu bir yapıda ve Kürtler’in aktif katılımıyla kurulabilseydi belki bugün bu ciddiyette bir Kürt meselesi olmayabilirdi. Ama bunun o dönemin koşullarındaki olabilirliğini öne sürmek kolay değildir. Fakat olağanüstü koşullar kalktıktan ve özellikle demokrasiye geçtikten sonra da bazı hatalardan dönülememesi sorunun 1980’lerde daha farklı ve ciddi boyutlarda geri dönmesiyle sonuçlanmıştır.
Egemenliği ancak bütün millet bölebilir, gelecekte geri de alabilir
Siyasal ve kültürel millet kavramları azalmadan bölünebilme anlamında birbirinden farklı özellikler taşımaktadırlar. İlki azalmadan bölünemezken diğeri bölünebilir. Ulus devlet, egemenliğini Avrupa Birliği gibi uluslararası ve uluslarüstü kuruluşlarla veya kendi içindeki etnik veya bölgesel gruplarla paylaşmaya karar verebilir ama egemenliğin bölünmesi zordur. Ulus devletin temelinde “siyasal anlamda ulus”u oluşturan vatandaşların, devletin temel yapısını ilgilendiren konularda bir arada egemen olması ilkesi vardır. Egemenliğin örneğin özerklik uygulamalarıyla bölgesel bir grupla paylaşılması kararını o bölgesel grup kendi başına veremez. Çünkü bu, bütün vatandaşları etkileyecektir. Böyle bir kararı ancak tüm ulusu temsil eden bir heyet verebilir ve gelecekte geri de alabilir. Keza AB’ye katılarak egemenliğini paylaşmaya karar veren bir ulus devlet prensip olarak hâlâ tek egemendir, çünkü birlikten çıkma hakkı saklıdır.
Ancak kimliğe, kültür ve coğrafyaya dair kavramlar azalmadan bölünebilirler. Aynı şehri bazı insanların Diyarbakır, bazılarının Amed olarak bilmesi o şehrin değerini azaltmaz. Benzer şekilde Kürtler’in kültürel anlamda bir millet (siyaset biliminde milliyet sözcüğü de kullanılmaktadır) olma iddiası aynı topraklar üzerinde Türkler’in veya Türkiye’nin, millet olma iddiasını azaltmaz. İkisi birlikte olabilir.
2.3. Asimetrik hakların ve tanımların reddedilmesi
Osmanlı’nın düzeni 19. yüzyıldaki modernleşme ve uluslaşma çabalarına dek asimetrik kurumlara ve haklara dayalıydı. Kişilerin hukukunu ve devletle ilişkisini belirleyen temel kurum, dini mensubiyetlerine göre dahil edildikleri ve aralarında bir hiyerarşi bulunan milletlerdi. Örneğin müslümanlar grup olarak gayrımüslimlere göre üstün bir statüye sahipti. Ama aynı dinden gruplara da, onlara nasıl hükmetmek daha kolaysa ona göre asimetrik uygulamalar yapılırdı. Örneğin benzer koşullara sahip müslüman Arnavutlar’la gene müslüman olan Kürtler’in yönetim biçimi aynı değildi. Bu karmaşık mirasın üstesinden gelmek ve eşitlik tesis etmek için, ve Fransız modelinin etkisiyle cumhuriyet yönetimi asimetrik uygulamaları reddetmiştir. Simetrik yönetim ve haklar ilkesi izlenmiştir. Örneğin, Kurtuluş Savaşı sırasında ve sonrasında Kürtler için “mahalli otonomi” söz konusu olduğunda düşünülen, bildiğimiz kadarıyla, sadece Kürtler’e değil simetrik olarak diğer yerel gruplara da sağlanacak bir mahalli otonomiydi. Ancak böyle simetrik bir mahalli otonomi politikası kapsamlı bir adem-i merkeziyetçilik gerektirecekti ve üniter devleti ve uluslaşma projesini baltalayabilirdi.
Azınlık ve özerklik tahayyüllerinin ise simetrik olarak, yani ülkenin geneline uygulanacak bir kavram olarak algılandığını görüyoruz. Örneğin Sivas Milletvekili Hüseyin Rauf Bey, 1922’deki bir konuşmasında Kürtler’in “Türkiye halkı ile mukadderatları birdir, her şeyleri birdir, gayeleri, dinleri birdir… Kürt için akalliyet (azınlık statüsü, hakkı) mevzubahis etmek, Türk için akalliyet bahsetmek demektir“ diyordu. Yani Türkiye halkı içindeki bir Müslüman unsur için sağlanacak statünün diğer Müslüman unsurlara da uygulanması gerektiği düşünülüyordu.
Simetrik özerklik veya mahalli idare tasavvurunu en açık olarak Atatürk 1923’ün Ocak ayında gazetecilere verdiği ünlü İzmit mülakatında ifade etmiştir:
“Bizim sınırlarımız içinde (Musul’u da kapsayan Milli Misak sınırları) Kürt unsurları öylesine yerleşmişlerdir ki, pek sınırlı yerlerde yoğun olarak yaşarlar. Bu yoğunluklarını da kaybede ede ve Türkler’in içine gire gire öyle bir sınır oluşmuştur ki, Kürtlük adına sınır çizmek istesek, Türklüğü ve Türkiye’yi mahvetmek lazımdır… Dolayısıyla başlı başına bir Kürtlük tasavvur etmektense, Anayasamız gereğince zaten bir çeşit mahalli muhtariyetler oluşacaktır. O halde hangi livanın halkı Kürt ise onlar kendilerini özerk olarak yöneteceklerdir. Bundan başka Türkiye’nin halkı söz olurken onları da beraber ifade etmek gerekir…TBMM hem Türkler’in, hem Kürtler’in yetkili vekillerinden oluşmuştur ve bu iki unsur bütün çıkarlarını ve yazgılarını birleştirmiştir. Yani onlar bilirler ki, bu ortak bir şeydir. Ayrı bir sınır çizmek doğru olmaz.”
Farklı haklar kendi başına üniter devletle çelişmez
Aynı şekilde bugün de Kürtler’in anadilde eğitim veya belli konularda mahalli özyönetim gibi talepleri, “O zaman Çerkezler ve Lazlar gibi gruplara da bu hakların verilmesi gerekir ve devlet bunu kaldıramaz” gerekçesiyle dışlanabilmektedir. Elbette başka grupların da böyle talepleri olduğunda, bu değerlendirilebilir ve devletin kaynakları ve bütünlüğü çerçevesi içinde düşünülebilir. Ama talep yoksa bu hakların sadece isteyen gruplara tanınması - veya ihtiyaçlarına göre farklı gruplara farklı bazı hakların verilmesi - kendi başına üniter devlet ilkesiyle çelişmez. Hatta devletin temel üniter yapısında değişiklik gerektirmeyeceği için uygulamada kolaylık da sağlayabilir.
Bu tür asimetrik idari uygulamalar (veya belli durumlarda bazı yasama yetkilerinin delegasyonu) İngiltere’den Fransa ve Finlandiya’ya, Fas ve Mali’ye kadar çok farklı özelliklere sahip birçok üniter devlet tarafından çatışma önleme ve çözme mekanizmaları olarak kullanılmaktadır. Tabii asimetrik uygulamaların önemli sakıncaları da vardır. Ama alternatifi olan simetrik uygulamalar da mükemmel olmadıkları için modern devletler nerede sorun varsa, o soruna özel esnek çözümler üretebilmektedirler ve bazen asimetrik uygulamalar işe yarayabilir.
Benzer bir durum kimlik tanımları için de söz konusudur. Anayasa tartışmalarında en çetrefil ve hassas tartışmalar Türk, Türkiyeli, Türk vatandaşı gibi kimliklerin tanımı konusunda çıkmaktadır. Bunun en önemli nedenlerinden biri Kürt kimliğinin tanınmasıyla ilgili tartışmaların aynı zamanda Türk kimliğinin yeniden tanımlanması tartışmasına dönüşmesidir. Kürt kimliğiyle ilgili tartışmalar simetrik olarak diğer kimliklere de yayılmaktadır.
En doğrusu, Anayasa'nın kimlik tanımlaması işine girişmemesi
Konuya eğer Anayasa açısından bakarsak, bunun önemli bir nedeni mevcut anayasanın 66. maddesinde “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür” denilerek vatandaşlığın tanımını yapmaktan çok, Türk’lüğün etnik olmayan bir tanımının yapılmaya çalışılmasıdır. Dolayısıyla bu maddeyle ilgili tartışmalar Türk kimliği üzerine bir tartışmayı da tetiklemektedir. Oysa buna gerek yoktur. En doğrusu zaten anayasanın kimlik tanımlaması işine girişmemesi ve bu işi topluma bırakması olacaktır. Eğer bir tanımlama yapılacaksa 1924 Anayasası'nda olduğu gibi vatandaşlığın tanımı yapılmalıdır. Anayasalar rejimin temel prensiplerini - vatandaşlığın nasıl edinileceği, milletin egemenliği, laiklik ve demokrasi gibi - ve temel hakları belirlemelidir.
Tabii anayasa tartışmalarının toplumda nasıl algılandığı da çok önemlidir. Anayasalar ancak toplumsal bir uzlaşma zemini üzerine otururlarsa başarılı olurlar. Konuya eğer kamuoyundaki tartışmalar açısından bakarsak, Kürt etnik kimliğinin tanınmasının ve desteklenmesinin, simetrik olarak Türklük ve diğer kimliklerinin de tartışılmasını gerektirmediğini saptamakta yarar vardır. Kimliklerin asimetrik ve çoğul tanımları olması doğaldır. Bu konu üzerine çalışan araştırmacıların çoğunun saptadığı gibi, Türklük ve Türk vatandaşlığı gibi kimlikler aynı zamanda hem seçilemeyen (soy ve sopla ilgili yani etnik), hem de seçilebilen (yani vatandaşlık, dini ve kültürel yakınlık gibi hem doğuştan gelebilen, hem de kazanılabilen) özellikler ve çoğul anlamlar taşımaktadır.
Yani bir yandan bu kimlikler bazı vatandaşlarımız için soy ve sopla ilgili ve Türkiye’nin sınırlarını da aşan, örneğin dünyadaki diğer Türkler’le bir ortaklık yaratan, etnik bir kategori ve kimlik anlamını taşımaktadır. Aynı zamanda bu kimlikler Türkiye’deki milyonlarca vatandaşımız için etnik kökenleri ne olursa olsun aralarında bir gönül birliği yaratan, kazanılabilen bir ortak kimlik vazifesi görmüştür. Türkiye’de Türk kimliğini benimseyen insanların çok önemli bir bölümü, dedelerinin ve ninelerinin Bosna’dan Yunanistan’a ve Suriye’den Kafkasya’ya kadar çok geniş bir coğrafyadan geldiğini, birçoğunun anadillerinin Türkçe olmadığını bilmektedir. Ama ne kendileri, ne devlet kurumları, ne de toplumun çoğunluğu bunda bir çelişki görmektedir.
Bunu da toplumun bir zenginliği ve kazanımı olarak görmek ve insanların birbirinin değiştiremeyecekleri soyuna ve sopuna göre Türk olup olmadığını sorguladıkları bir durumu teşvik etmekten kaçınmak gerekir. Türk, Türk vatandaşı gibi kimliklerin farklı anlamları toplumda aynı anda var olmaya devam etmekte, hatta aynı kişi içinde bulunduğu duruma göre bir veya diğer tanımı kullanabilmektedir.
Bu ne kadar doğalsa, birçok Kürt vatandaşın (ve bazı başka etnik grupların üyelerinin) özellikle geçmişte kendi kimliklerini reddeden, dayatmacı ve asimilasyoncu devlet politikaları nedeniyle farklı hissetmesini de anlamak gerekmektedir.
2.4. Ulus devlet ve türdeş ulus devlet kavramlarının karıştırılması
Ulus devletin olmazsa olmaz özelliği, belli bir toprak üzerindeki egemenliğin ulusa ait olmasıdır. Aynı topraklarda yaşayan ve etnik, kültürel ve siyasal olarak bölünmüş ve egemenlik bilincine sahip olmayan halkların arasında bu birlikteliği ve ortak kimlik bilincini yaratmak için bütün ulus devletler başlangıçta ulus inşası denilen politikaları uygulamışlardır. Yani türdeşleştirici (homojenleştirici) bazı politikaları uygulamışlardır. Genellikle çoğunluğu oluşturan grubun özellikleri diğerlerine yayılmaya çalışılmıştır. Örneğin tek bir dil stardart kabul edilerek devlet eliyle herkese öğretilmiş, diğer dil ve kültürler ihmal edilmiş, bazen yok sayılmıştır. Ama bu türdeşleştirici politikaların ulus devlet için amaç değil araç olduğunu saptamakta fayda vardır. Ayrıca bu süreç sadece devlet eliyle de olmamıştır. O zamanın teknolojisiyle yaygınlık kazanabilmek için tek bir standart dilin kullanımına ihtiyaç duyan gazetelerin ve basın kapitalizminin gelişmesi gibi yollarla kendiliğinden de olmuştur.
Osmanlı’nın dağılmasıyla ortaya çıkan Yunanistan, Bulgaristan, Suriye gibi ulus devletler de kimlik türdeşliğini ulusal birliğin ve güvenliğin bir parçası olarak görmüş ve sınırları içindeki farklı grupları din ve etnisite ortaklığı üzerinden inşa edilen bir ulusal kimliğe asimile etmek için ellerinden geleni yapmışlardır. Bunda ulus devlet ideolojisinin o dönemki özellikleri yanında, Osmanlı’nın Balkan savaşları gibi, gerçek neden din veya etnisite olmasa da, insanları etnik ve dini kategoriler üzerinden ayrışmak zorunda bırakan savaşlar sonucunda dağılmasının rolü olmalıdır.
Ulus devlet, ortak egemenlik bilinci yerleşince etnik ve dini çeşitliği tanıdı
Ancak dünyada, demokratikleşmeyi başarabilen birçok ulus devlet ortak vatandaşlık ve egemenlik bilinci yerleştikten sonra içlerindeki etnik, kültürel, dini ve (kültürel anlamda) milli çeşitliliği tanımış ve destekleyebilmiştir. Fransa dâhil birçok ulus devlet bunu yapmıştır. Önemli olan vatandaşlığın ortak demokratik haklar ve egemenlik üzerinden kurulması ve gönüllülük esasına dayalı siyasal birlik olmasıdır. Siyasal birlik bunlar üzerinden kurulamadığı oranda devletler tek dil, din veya kültürel aynılığı empoze ederek birliği sağlamak yoluna gitmekte, bu ise demokrasi açısından sorunlar doğurmaktadır. Ayrıca bugünün teknolojisi medyada ve eğitimde değişik dillerin aynı anda kullanılmasını ve anlaşılmasını kolaylaştırmakta, çokdillilik ortak kimliğe ve vatandaşlık bilincine eskisi kadar bir meydan okuma anlamına gelmemektedir. Tam tersine günümüzün küreselleşme ortamında çeşitilik içinde vatandaşlık bilinicini geliştirebilen ulus devletlerin avantajlı hale geldiği öne sürülebilir.
Türkçe'yle birlikte değişik ana dillerde eğitim gönüllü birlikteliği güçlendirebilir
Türkiye’de türdeş ulus kavramına dayanılarak örneğin binlerce şehir ve kasabanın Kürtçe, Ermenice, Lazca, Rumca isimleri yapay olarak “Türkçeleştirilmiştir.” Bu sadece tek parti döneminde olmamış, Demokrat Parti döneminde ve sonrasında da devam etmiştir. Oysa bugün eski isimlerin yeni isimlerle birlikte yazılması, kullanılması ulus devlet kavramıyla çelişmez. Aksine, gönüllü birlikteliği güçlendireceği oranda destekleyebilir. Dış dünyaya karşı Türkiye’nin toplum olarak kendine güveninin ve geçmişiyle barışıklığının da işareti olacaktır. Benzer şekilde ihtiyaç olan yerlerde değişik anadillerde eğitim, ortak dil olan Türkçe’nin öğretilmesi kaydıyla, gönüllü birlikteliği zayıflatmak yerine güçlendirebilir.
Bugünün ekonomik ve teknolojik imkânlarıyla birkaç dili iyi bir şekilde öğrenmek ve öğretmek mümkündür ve Türkçe’nin öğretilmesini de daha kolay hale getirebilir. Terörle savaşa ayrılan kaynaklar buna ayrıldığı takdirde bu mümkündür. Bu uygulama Lozan Antlaşması'yla da tutarlıdır. Lozan Antlaşması'yla Türkiye’de tek bir ulusun egemenliğine dayalı bir devlet dünya tarafından tanınmıştı. Müslümanlar arasında farklı egemen grupların varlığını çağrıştırabilecek olan “Müslüman azınlıklar” kavramı reddedilmişti. Ama aynı zamanda farklı Müslüman unsurların dil, kültür ve eğitimle ilgili hakları da teminat altına alınmıştı.
2.5. Üniter devlet ile merkeziyetçi devlet kavramlarının birbirine karıştırılması
Devletlerin temel yapıları kolay değişmez ve demokrasi ve barış açısından değişimin zamana yayılarak evrim yoluyla olması radikal değişimlere tercih edilmelidir. Türkiye, Fransa modeli üzerinden üniter bir devlet olarak kurulmuştur ve bunun gereği olarak egemenlik başkent Ankara’daki TBMM’ye aittir. Devletin bütün kararları Ankara’da almaya çalışması, yani merkeziyetçi olması ise, üniter devletin bir gereği değil, siyasal bir tercihtir. Oysa üniter devletler de yerel yönetimlere yürütmeyle ilgili yetki devredebilirler. Hatta hâlâ üniter bir devlet olan Britanya’da olduğu gibi (çünkü Londra’daki parlamentonun bu yetkileri geri alma hakkı prensip olarak saklıdır) bazı yasama haklarını da bölgesel yönetimlere devredebilirler.
Yerel yönetimlerin güçlenmesi konusunda Türkiye’de sadece Kürtler arasında değil, genel bir talep vardır. Bu talep üniter devletle çelişmez. Ancak yerel yönetimlerin hukuken denetimini sağlayacak mekanizmaların ve bağımsız bir yargının sağlanması, kaynakların etkin kullanılması ve yolsuzluklar ile yetki aşımlarının önlenmesi bakımından son derece önemlidir.
Bu konularda karar mercii hiç kuşkusuz sadece TBMM’dir. Ama demokratik meşruiyetini muhafaza etmek için TBMM’nin de bu konulara acilen el atması gerekmektedir. Dünyadaki örneklere göre çok yüksek olan seçim barajının yüzde 5 gibi daha savunulabilir bir orana çekilmesi, Almanya’daki seçim sistemi gibi hem temsiliyeti, hem istikrarı koruyan bir sisteme geçilmesi gibi reformlar TBMM’nin Kürt meselesini çözmek yolunda demokratik otoritesini ve temsil kabiliyetini güçlendirecek adımlar olacaktır.
YARIN: Özerklik anlaşması Kürt sorununu çözer mi?
© Tüm hakları saklıdır.