Gündem

Kürt sorununda 'ha bitti ha bitecek' havası tehlikeli!

Bahçeşehir Üniversitesi’nde AB Bölüm Başkanı Atar: Kürt sorununu çözmek TOKİ evi, duble yol yapmaya benzemez...

04 Ekim 2010 03:00

T24 - PKK'nın 1 ay daha eylemsilik kararı almasının ardından geçtiğimiz hafta hükümetle görüşen BDP'liler iktidarın 10 gün içinde Kürt sorunu için somut adımlar atamsını istemişti. Bugün siyasilerin Kürt sorununa 'ha bitti ha bitecek' gözüyle bakması Bahçeşehir Üniversitesi’nde AB Bölüm Başkanı olan Aktar’ın 'Kürt sorunu bir haftada halloluyor gibi bir hava yaratıyorlar. Bu tip süreçlerdeki en tehlikeli durum erken iyimserliktir. Böyle bir konuda aşırı özgüven hata yaptırır' sözlerine neden oldu.

Dr. Cengiz Atar'ı geçen mart ayında yabancı ülkelerden de çok sayıda uzmanın katıldığı bir Kürt konferansında dinleyen Devrim Sevimay'ın bugünkü yazısı: 


Hızlı ve ucuz çözüm yeni PKK’lar doğurur 

Kürt sorunu bir haftada halloluyor gibi bir hava yaratıyorlar. Bu tip süreçlerdeki en tehlikeli durum erken iyimserliktir. Böyle bir konuda aşırı özgüven hata yaptırır

İkinci tehlike AKP’nin iş bitiriciliği. AKP hakikaten iş bitirici... Ama Kürt sorununu çözmek TOKİ evi, duble yol yapmaya benzemez... Ucuz çözümler PKK’nın kontrol edemediği eylemler sürecini başlatır


Dr. Cengiz Aktar, 1955-İstanbul doğumlu. Galatasaray Lisesi’nin ardından Sorbonne’da iktisat okudu.


“Dr.” unvanını yine bu üniversiteden aldı.


1983-88 yılları arasında BM’nin Kongo, Uganda, Ruanda, Afganistan ve Pakistan operasyonlarında görev yaptı.


1989-94 arası BM bünyesinde AB’nin göç ve iltica politikaları üzerinde yoğunlaştı.


1994-99 yılları arasında BM’nin Slovenya Temsilciliği’ni yönetti.


1999’da Türkiye’ye döndü. Halen Bahçeşehir Üniversitesi’nde AB Bölüm Başkanı olan Aktar’ın Avrupa-Türkiye ilişkileri üzerine altı kitabı var.

Aslında Dr. Cengiz Aktar’la bu söyleşiyi yapmaya ilk, geçen mart ayında yabancı ülkelerden de çok sayıda uzmanın katıldığı bir Kürt konferansında kendisini dinlerken karar vermiştik. Salondaki pek çok katılımcının not alarak dinlediği konuşmalardan biriydi Aktar’ınki... Somut öneriler getiriyordu çünkü... Açılım süreci ne zaman tekrar açılırsa o zaman mutlaka Aktar’la bunları konuşmalı, demiştik. 

Sanki o zaman artık gelmiş gibi görünüyor. Daha ziyade AB konusundaki uzmanlığından tanıdığımız Bahçeşehir Üniversitesi AB Bölüm Başkanı Aktar’ın bir süredir üzerinde çalıştığı “çatışma çözümleri”yle ilgili tespit ve önerileri şöyle: 

Çözümün takvimine ilişkin olarak kimileri diyor ki, “En son iş örgütün silahsızlanmasıdır. Bugün konuşup hemen ertesi gün silahların bırakılmasını beklemek hayali bir önkoşul olur.” Ama başka kimileri de diyor ki “Asıl en son iş aftır, affı şimdi konuşmanın hiçbir yapıcı katkısı olmaz, önce silahlar bırakılacak.” Daha başkaları da “Hayır, hepsinden önce anayasa değişmeli” diyor. Siz silah bırakılmasını bu takvimde nereye koyuyorsunuz?

Yanıtı IRA üzerinden vereyim, çünkü IRA örneği Türkiye açısından anlamlı benzerlikler içeriyor. İngilizler de İrlandalıları inkâr ediyorlar. İrlanda onların gözünde az gelişmiş, biraz “kart kurt” gibi bir yer. Ve mesela İrlanda’yı aç bırakır İngilizler... Zaten o yüzden bu kadar çok İrlandalı vardır Amerika’da, oraya kaçmışlardır... 


Türkiye, İngiltere benzerliği

Can kaybı oranları benziyor mu?

Olayların yaşandığı yıllar ve nüfus oranlarını karşılaştırdığınızda tabii, bizdekinden daha kanlı bir savaş yaşanıyor. 1.7 milyon nüfusa 1969’dan bu yana 3 bin 600 civarı ölü. Bask bölgesinde öyle değildir mesela...
800’lü bir şey... 

900 civarı ve İspanya’daki nüfusa, yıla böldüğümüzde Türkiye ve İngiltere örneklerine göre cüzidir.
Peki şu benziyor mu: İrlandalılarla İngilizler arasında sıkı kültür ve akrabalık bağı? 

Benziyor tabii. Ayrıca şu da benziyor: İngilizler, İrlanda dili Gaelik konuşmuyor ama İrlandalılar hem Gaelik hem İngilizce konuşuyor. Kürtler gibi. Kürtler de çok dilli. Dolayısıyla kısmen benzer bir süreç ve oraya baktığımızda durum şöyle: Müzakereyle silahsızlanma birbirine paralel olarak yürüyor. “Silah bırakma bir ön koşul olmaz” diyenlerin de aklında muhtemelen böyle bir şey vardır zaten, çünkü bu tam anlamıyla bir güven meselesi. Yani silah bırakacak olan adamın başına bir şey gelmeyeceğine artık inanıyor olması lazım. 


Bir komisyon 13 yıl çalıştı


Bu sizce hemen yarın olabilecek bir şey mi?

Aksine çok uzun bir süreç. Çünkü başına bir şey gelmeyeceğine inanması için bu sürecin afla birlikte yürümesi gerek. İkisi birebir bağlantılı. Diğer uzun sürme sebebi, silah ve silahsızlanma müzakerelerde bir faktör.

Yani pazarlık için son ana kadar elde tutmaya çalışılan bir koz? 

Tabii ki öyle bir şeyi var, her iki taraf da birbirine güvenmiyor. O zaman da ne yapıyorlar, arabulucu buluyorlar, uluslararası bir silahsızlanma komisyonu kuruyorlar. İngiltere’yle İrlanda arasında böyle yaptılar.


Kaç yıl çalıştı o komisyon?

Tam 13 yıl çalıştı. Daha yeni, geçen şubat ayında lağvedildi. Bizim Bağımsız Türkiye Komisyonu başkanı eski Fin Cumhurbaşkanı Martti Ahtisaari de bir ara başkanlığını yapmıştı. Özellikle İngiliz ve İrlandalı olmayanlardan müteşekkil bir komisyondu. Niye? Güven yok çünkü. Şimdi bizim hükümetten bazıları “Arabuluculuk da neymiş?” diye kızıyorlar. Arabuluculuk fevkalade önemli bir müessesedir bu gibi konularda. Her konuda belki arabulucuya ihtiyaç yok, ama Kürt sorunu gibi artık kemikleşmiş, bu toplumu tamamen zehirlemiş bir meselede yabana atılacak bir çare değil. Arabuluculardan ve arabulucuların uzmanlıklarından pekâlâ yararlanılabilir. 


7 milyon bireysel silah var

En önemli sebep güven mi?

Elbette güven, ama burada bir de şöyle bir şey var: Türkiye’de “silah bırakma”dan anlaşılan, “PKK silah bıraksın”, o kadar. Ama koruculara bırak denmiyor. Türkiye’de 7 milyon bireysel silah var. Her üç Türk erkeğinden biri silahlı. Bunlardan hiç bahsedilmiyor. Artı, bir de devletin silahlı gücü var.
Tabii ki devletin silahlı gücünün silah bırakması söz konusu değil, ama mesela hükümetin de böyle çok nazik bir süreçte tezkerenin uzatılmasını onaylaması, bize devletin henüz güven oluşturacak jestler yapmaya hazır olmadığını gösteriyor. Bu da demektir ki, silahsızlanma çok uzun sürecek bir süreç. 

Bu arada bir bilgi daha vereyim, belki işe yarar: Küresel barış endeksi diye bir şey var. Ülkelerin askeri harcaması, kolluk kuvvetleri, güvenlik güçlerinin nüfusa oranı, cinayet oranı, terör riski falan, bunlara bakıyorlar. Türkiye 149 ülke üzerinden 126’ıncı. Yani işimiz hiç kolay değil.


İş bitiricilik tehlikesi

Ama gazete manşetlerine bakacak olursak sanki yolun yarısı aşılmış, hemen her şey yarın düzelecekmiş gibi bir hava var? 

İşte bu tip süreçlerdeki en tehlikeli durum da budur: Erken iyimserlik. Evet, yeni bir dönem başlıyor. Total inkârdan önce ekonomik çözüme gelindi, tutmadı; artık meselenin gerektirdiği gibi gerçek bir siyasi çözüm arayışına girildi, bunlar tamam. Ama şu anda silah bırakma laflarından kaynaklanan aşırı bir iyimserlik var ve bu da tehlikeli. Özellikle bazı gazeteler sanki yüz yıldan eski Kürt sorunu bir haftada halloluyor gibi bir hava yaratıyorlar. Oysaki böyle bir konuda aşırı özgüven hata yaptırır. Ki mesela Öcalan’ın avukatlarıyla yaptığı görüşmede temkinli olduğu, bu işin kolay olmayacağını söylediği anlaşılıyor. Kürtler farkında bunun kolay olmayacağının ama bizimkiler değil...
Buradaki zaten ikinci tehlike ve benim korktuğum diğer şey de şu: AKP’nin iş bitiriciliği. Evet, AKP hakikaten iş bitirici bir parti... Hop hop iki dakikada birtakım şeyleri çözebilen bir parti. Ama Kürt sorununu çözmek TOKİ evi yapmaya benzemez, duble yol yapmaya benzemez... Fakat sanki burada benzer bir “hızlı ve ucuz” çözüm anlayışı var. “Bu işi hemen yapıverelim”, “Tut şunun ucundan döşeyelim abi” tarzı bir model var. Bununla bağlantılı olarak üçüncü endişem de şu: Unutan ve unutturan bir çözüm var kafalarda, ki “devlet çözümü”, “devlet aklı” denilen de zaten budur. “Unutun ya, bunlar geçti artık. Birbirimize fenalıklar yaptık, çok zulmettik ama unutun.” Yoksa kafa böyle çalışıyor olmasa “Diyarbakır cezaevi yıkılsın” gibi bir cümle çıkmaz. Bu söylenmez. Buradan geçen 5 bin kişinin hepsi işkenceye tabi tutulmuş, daha yeni yeni Diyarbakır cezaevinde olup bitenler ortaya dökülüyorken “Yıkılsın, unutalım” denemez.


Ucuz çözüm, kalıcı olmaz

O zaman mesela Madımak’ı da yıkmak gerekir? 
Tabii ama işte bu şu demektir: “Ucuz çözüm”, “Ara çözüm.” Bunlar kalıcı olmaz ve çok tehlikelidir.

Yarım kalan veya becerilemeyen her süreç başlanmadan önceki duruma göre çok daha büyük sorunlar doğurur. 

Ne olur mesela? Yeni bir PKK mı çıkar? Ya da PKK’nın kontrol edemediği eylemler süreci mi başlar?

Aynen öyle, bu İrlanda’da yaşandı. IRA’nın kontrolü dışında küçük gruplar oluştu. Süreç zora girdikçe bunu fırsat bilip güçlenen örgüt üyelerinden, “Siz davayı sattınız” diyerek, tamamen barışa karşı, Kuzey İrlanda’nın İrlanda Cumhuriyeti’ne bağlanması gerektiğini savunan, İngilizlerle hiçbir diyalogu kabul etmeyen gruplar çıktı ortaya. Zaten onun için silahsızlanma komisyonunun varlığı Şubat 2010’a kadar uzadı.


Kontrol dışı dağa çıkma var

Hele de “hızlı ve ucuz” çözüm modeli sırasında “PKK devletle anlaştı. Biz başka örgüt kuralım” denme ihtimali yüksek diyorsunuz?

Tabii, çünkü şunu unutmayalım; PKK’lılar da sadece savaşmasını biliyor, onlar da müzakere etmesini bilmiyorlar. Yani bu tek taraflı değil, kimse burada bu işi bilmiyor. İkincisi, “Derin PKK” meselesi bir kenara, asıl Kürt siyasi yetkililerin epey bir zamandır altını çizdiği “yeni kuşağın yabancılaşması” tehlikesi var. Bölgedeki gençler arasında artık kontrol dışında bir dağa çıkma süreci var. Yani bir taraftan eski PKK’lılar iniyor teslim oluyor, ama yeni nesil -ki bunlar öyle sadece fakir köylü aile çocukları değil, aralarında eşraf çocukları da var- bunlar Kandil’e gidiyorlar. “Hızlı ve ucuz çözüm” kalıcı çözümü çıkmaza sokar.


‘Arabulucuya ihtiyacımız yok’ demek Kemalist reflekstir

Sizce hangi hükümet özellikle son derece milliyetçi bir kamuoyu varken yabancılara, “Gelin bize uzmanlık hizmeti verin” demeye cesaret edebilir ki?

Koskoca İngiliz devleti etti. İngiliz devleti köklü bir devlet değil mi? Ama onlar da barışın bekası için uzmanlıklara başvurma ihtiyacını hissetmişler, en azından silahsızlanma konusunu o şekilde çözmüşler. 1215 yılında Magna Carta’yı imzalayan bir halktan bahsediyoruz. Bir köklü gelenek, demokratik müktesebat aranıyorsa herhalde İngilizlerden daha iyisi bulunamaz. Onlar dahi böyle bir uzmanlığa başvurmuş, ne var bunda yani? 

Asıl “Biz her işimizi kendimiz çözeriz”, bir kere bu çaresizliğin itirafıdır. Bugüne kadar çözseydin o zaman derler adama. “Bizim arabulucuya ihtiyacımız yoktur, biz köklü bir devletiz” demek, aslında Kemalist reflekstir. Ama hem Cemil Çiçek’in hem de Ahmet Davutoğlu’nun ağzından arabuluculukla ilgili son 10 gündür bunları işittik. “Orada dur derim” dedi mesela Ahmet Davutoğlu; hiç kullanmadığı bir üslupla. Oysa Türkiye arabuluculuk yapacağım diye koşuşturuyor her tarafta. Bir de işin bu boyutu var. 

Yalnız o refleks Türk kamuoyunda da olabilir ve sonuçta Türklerin de psikolojisini çok fazla bozmadan yapmak gerekiyor bu işleri herhalde, değil mi?

Tabii ki, ama aslına bakarsanız şu anda Barzani’yle yapılan ne? Barzani Türk değil ki. Ama bal gibi bir şekilde işin bir ucunu tutmuş durumda. Bir tür arabuluculuk yapıyor ve hiç efelenmenin alemi yok. Çünkü gerçek dünya böyle değil. Gerçek dünyada bağımsızlıkçı, Kemalist refleks işlemiyor. Şu anda dünyada tam bağımsız olan bir tane ülke yok. Belki Kuzey Kore, o da eh, o da bir yere kadar, silah satıyor çünkü. 

Yine de milli maçları bile “yabancı hakem” yüzünden kaybettiğine inanan bir millet olarak “yabancı arabulucu” fikrini bize anlatması zor olabilir? 

İyi de Türkiye hiç dışarıdan uzmanlık ithal etmeyen bir ülke değil ki. İMF ilişkisi nedir? AB ilişkisi nedir sonuç itibariyle? Biz eskiden Anadol’a binerdik, şimdi sıfır hatalı araba üretip hem kendimiz biniyoruz, hem dünyaya satıyoruz. Bunu kendi başımıza yapmadık ki biz, uzmanlık ithal ettik. Bunda utanılacak bir şey yok. Herkesin yaptığı bu. 

Kaldı ki benim “arabulucu” dediğim; bir gün çıkıp bir adam gelecek, tarafları elinden tutup masaya oturtacak, hadi öpüşün koklaşın deyip barıştıracak, demek değil. Bu bir uzmanlık meselesi. Aslında buna arabulucu değil, uzman demek daha doğru. Ve bu uzmanların işi de çok uzun soluklu, kapalı kapılar ardında, çok sabır, çok çalışma isteyen bir iş. Üstelik kimsenin de korkmasına gerek yok, bu komisyonlar bir karar vermezler. Son kararı hükümet verir, Meclis verir. Ama bu komisyonlar alt yapıyı hazırlar, çare üretir, politika üretirler. 

En önemli faydaları mesela ne olur?

Bir kere en önemli faydası birbirine güvenmeyen iki yapı arasında alt yapıyı oluşturmaktır, çünkü bu işin bütün temeli güvendir. İkincisi, çatışmanın tarafları genellikle savaşı kazanamayacaklarının farkında değildirler ve öyle kör kör devam ederler, o arada insanlar ölür. İşte o zaman birisinin bunu onlara, yani çatışmanın galibi olamayacağını, ki “stalemate” denir buna, hatırlatması gerekir. Üçüncüsü, elbette çözümün de bir bedeli vardır, ama o bedel çözümsüzlüğün bedelinden her zaman daha hafiftir. Taraflara bunun da hatırlatılması gerekir.


Çözüm için 6 komisyon eş zamanlı çalışmalı

Siz sadece silahsızlanma komisyonu kurulmasını mı öneriyorsunuz?

Hayır, bence Kürt sorununun çözümü için eş zamanlı çalışacak altı komisyon gerekiyor:

1- Af ve Eve Dönüş Komisyonu: Bu son derece teknik bir konu. O yüzden zaten Mahmur’daki 13 bin insanı dahi buraya getirmeyi beceremedik. Aslında o güzel bir pilot proje olurdu. Bir de Avrupa’da 200 bin Türkiyeli Kürt var ve çoğu şu anda Türkiye’ye giremiyor. Ayrıca gönüllü geri dönüşlerde bir altın kural vardır: Adalet mekanizması geri dönenler üzerinde hiçbir siyasi baskı olmamasını garanti etmelidir. Kimileri onlardan öç almaya kalkabilirler çünkü. Yani bunlar teknik konular. Çeşitli protokollerin imzalanması gereken konular. İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, bazı sivil toplum kuruluşları artı BM Yüksek Komiserliği birlikte çalışabilir. 

2- Eğitim Komisyonu: Türkiye AGİT üyesidir, 1999 Azınlıkların Eğitim Hakları Oslo Tavsiyeleri de AGİT tavsiyeleridir. AGİT, komünizm sonrası Orta ve Doğu Avrupa’da ana dilde eğitimle alakalı tavsiyeler hazırlamıştır. O külliyat orada duruyor, uzmanları duruyor, AGİT‘ten faydalanılmalı. Türkiye’de bu konuyla ilgili çalışan Eğitim-Sen var, İstanbul Kürt Enstitüsü var. TESEV’in çalışması var. Tabii mutlaka Milli Eğitim Bakanlığı uzmanları da olmalıdır.

3- Bölgesel Kalkınma Komisyonu: Adem-i merkeziyetçilik meselesi dahi bu komisyon çerçevesinde ele alınabilir, çünkü bölgenin çok ciddi bir şekilde kalkınmaya ihtiyacı var. Düşünün, 1990’da Almanya birleştiğinde Doğu, Batı’ya oranla o kadar kötü bir durumdaydı ki 20 yıldır, yılda 100 milyar avro mertebesinde kaynak Doğu’ya gidiyor. Bu komisyonda TOBB’un ve tüm iş dünyasının çalışması gerekiyor. Dünya Bankası ve AB uzmanları da olabilir. Mesela bu komisyonda Kemal Derviş olsa fevkalade olur.

4- Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu: Bunsuz olmaz. Niye olmaz? Çünkü Türkiye’dekiler unutsa bile yurtdışındakiler unutmaz. Ermeni meselesi unutuldu mu? Devlet 90 küsur yıl boyunca hafızayı resmen kazıdı, ama hâlâ unutulmadı. Bunların yüzleşmesini sonraki nesillere yük olarak bırakmayalım, ne acı çekildiyse şimdi konuşup bu meseleyi öyle tamamlayalım. 78’liler Vakfı bu konuda deneyim sahibi. Mesela Güney Afrika, Guatemala ve Lübnan’daki Hakikat ve Uzlaşma komisyonlarının dünya kadar deneyimi var. Bunlardan faydalanılmalı.

5- Silahsızlanma Komisyonu: Diğerleri olmasa bile en elzem gördüğüm komisyon bu. Çünkü uzmanlık gereğinin dışında güvenin de en önem kazandığı başlık bu. Mesela böyle bir komisyonun içinde Umut Vakfı olabilir. Ben onlara sormadım, ama niye olmasın, bu da sonuç itibariyle bir uzmanlıktır. Ahtisaari olabilir. Prof. Dr. Vamık Volkan olabilir. 

6- Anayasa ve Yasa Komisyonu: Adem-i merkeziyetçilik, anadil eğitimi, yurttaşlık kavramı... Bunların hepsinin, sadece anayasacılardan veya siyasi parti temsilcilerinden oluşmayan, geniş katılımlı, özgürce tartışabilen bir komisyon tarafından ele alınması lazım. Çünkü Türkiye toplumunun önünde Teşkilat-ı Esasiye’den beri ilk kez anayasasını kendi kendine hazırlama imkânı var. Bunun gerçek anlamda ulusal bir kontrat olabilmesi için en demokratik anayasa hazırlama süreçleri nedir, nasıldır, bunlar ele alınmalı.