16 Nisan 2018 10:41
‘Çocuklara cinsel istismar suçu’yla ilgili kanun tasarısı geçen hafta TBMM'ye sunuldu. Tasarıya göre, çocuğun cinsel istismarı suçu için öngörülen hapis cezasının üst sınırı 20 yıldan 40 yıla çıkarılıyor.İstanbul Üniversitesi Ceza ve Ceza Muhakemesi Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Adem Sözüer kimyasal hadımın tasarıya eklenmesine dair, "İşlenen cinsel suçlarda pedofillerin oranı çok azdır. Sorun pedofili değil. Biz pedofili diyerek işi hastalık boyutuna taşıyoruz. Zannediyoruz ki, cinsel istismar suçları pedofili olmuş bazı insanlar tarafından işleniyor. Yok böyle bir şey! Kimyasal kastrasyon da ancak bu az dediğimiz pedofillere uygulanacak bir şey. Çünkü pedofili hastası sadece çocuklara karşı cinsel istek duyuyor ve bu dürtüsünü kontrol edemiyor. Kastrasyon onu kontrol edemediği için dışardan kontrol etme mekanizması. Türkiye’nin gündemine yanlış girdi maalesef. Bizim iki sene önceki değişiklikte kastrasyon vardı zaten" ifadesini kullandı.
Sözüer "12 yaş çocukluğun bittiği yaş değildir. Cinsel istismarın en yoğun oldu yaş grubu tüm dünyada 12-17 yaştır. Dolayısıyla yaş sınırının 12 olması doğru değil. Fakat sorun sadece 12 yaş değil. Asıl sorun tasarıda unuttuğumuz çocuklar. Biz mağdur çocukları korumak için cezaları arttırırken, haksız yere cezalandırılan çocukları unuttuk" dedi.
Sözüer, “15 yaşından küçük çocukların kendi aralarındaki zora dayalı olmayan cinsel davranışları nedeniyle verilecek cezalar arttırılıyor. Yani diyelim ki 14 yaşında iki çocuk var. Cebir, tehdit yok. Hatta cinsel ilişkiye bile girmediler. Bir merakla birbirlerine karşı öpüşme gibi bir takım cinsel davranışlarda bulundular. Bunun cezası 8 yıldan 15 yıla kadar hapis oluyor" ifadesini kullandı.
Hürriyet'ten İpek Özbey'e konuşan Sözüer'in söyleşisi şöyle:
Meclis’e sunulan çocuk istismarı tasarısı tartışmaları da beraberinde getirdi. Bir ceza hukuku profesörü olarak tasarının beklentileri karşıladığını söyleyebilir misiniz?
Toplumun beklentilerinin ne olduğunu ölçecek bir şey yok. Ancak bu tür suçlar işlendiğinde bütün dünyada olduğu gibi bizde de bir öfke oluşuyor. Öfkenin sonucunda her zaman talep edilen cezaların arttırılması olur. Nitekim bundan iki yıl önce de böyle bir öfke oluştu ve daha iki yıl önce cezaları arttırdık. Hatta Anayasa Mahkemesi ilk kez cezaları çok bulduğu için iptal etmişti. Daha sonra Adana’daki olay oldu, toplumda yine büyük bir öfke oluştu. Şimdi bu öfkeyi dindirmek için tekrar cezalar arttırıldı. Mahkûm olanlara, adeta “Ölüm cezası gelse daha iyi” denebilecek kadar uzun cezalar geliyor. Bu bakımdan öfkeli toplumun beklentilerini karşılıyor olabilir. Ancak şuna dikkat çekmek istiyorum: Türkiye’de hemen hiçbir zaman insanlar 30-35 yıl cezaevinde kalmıyor. Sürekli af çıktığı için bu arttırılan cezalar kâğıt üzerinde kalıyor. Şu andaki tasarıyla zaten ağır olan cezaları ‘dünyanın en ağır cezaları’ haline getiriyoruz. Ancak bu ağır cezalara rağmen, yine bu suçlar işlendiğinde, aflar çıktığında toplumda hayal kırıklığı doğacaktır. Ayrıca özellikle cinsel suçlarda çok yüksek cezaların, uygulamada mahkûmiyet kararlarının verilmesini güçleştirdiği söylenir.
Ceza artırımının caydırıcı özelliği yok mu peki?
Caydırıcılık, suçların süratle aydınlatılması ve verilen cezaların etkin biçimde uygulanmasıyla olur. Suç işleyeni asıl caydıran cezanın miktarından çok değil yakalanmaktır. Caydırıcılıkla ilgili en çok söylenen ölüm cezasıdır. Türkiye’de de yıllarca vardı. Ne öldürme suçlarını ne terör suçlarını engelledi. Azaltmadı bile. Avrupa’da hiçbir ülkede ölüm cezası yok ama suç oranları artmıyor. Suç faili yasadaki cezanın ağırlığına bakıp suç işlemiyor. Norveç’te psikopatik biri, Ütoyo adasında 77 çocuğu hayvan avlar gibi avladı. Çok vahşi, canice işlenmiş bir suçtu. 22 yıl hapis cezası verdiler. Ama bu kişi aslında 22 yıl sonra serbest bırakılmıyor. Onun tehlikeli hali devam ettiği için cezaevinden çıktıktan sonra yine kapalı kurumda kalacak.
Ne zamana kadar?
Tehlike hali geçene kadar. Biz de böyle bir sistemi önerdik. Her suçlu aynı değil ki. Kimi 20 yıl ceza infazından sonra, öyle bir nedamet getirir ki bu kişinin kontrollü olarak, topluma dönmesini sağlayabiliriz. Ya da iflah olmaz, tehlike hali sürüyor deyip, beş yıl daha kapalı yerde kalsın diyebiliriz. Bu önerimiz kabul edilmedi. Cezaları her seferinde artırıyor, sonra bazı kararlar üzerine, bu kez yine "toplumun vicdanı sızladı" denilip bu sefer cezaları nasıl azaltırız’ tartışmalarına başlıyoruz. Bunları hep yaşadık Kanunların yapılmasında içeriği belli olmayan kamu vicdanı gibi bir bilinmez değil, hukuki ilke ve değerler esas alınmalıdır.
Çocuğumun başına böyle bir şey gelse şahsen en ağır cezayı isterim. Bunda bir yanlış var mı?
Herkes çocuğuna ya da kendine karşı suç işlendiğinde bunu ister. Ama cezanın ne kadar olduğu değil, nasıl uygulandığı ve amacına ulaşıp ulaşmadığı önemlidir. Daha önce söylediğim gibi, cezaların arttırılmasının nedeni toplumda doğan öfke olmamalı. Suçun ağırlığı ile orantılı, suçluya göre bireyselleştirilmiş ve etkin olarak uygulanan ceza yaptırımları, hem caydırıcı hem önleyici hem de ıslah edicidir. Çocuklara karşı cinsel istismar suçlarına toplumda duyulan tepki hükümetler üzerinde “Cezaları arttırın” baskısı oluşturuyor. Onlar da “Cezaları öyle arttıralım ki artık bu suçlar işlenmez " mesajı vermek istiyor. Nitekim tasarıda çocuk cinsel istismarı suçu için önerilen cezaların infaz süresi, birden çok kişiyi öldüren suçlunun cezasından daha uzundur. Türkiye’de öldürme suçunun cezası müebbet, nitelikli öldürme suçunun cezası, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasıdır. Müebbet hapiste cezanın 25 yılını, ağırlaşmış müebbette cezanın 30 yılını iyi halle geçirenler şartla salıverilir. Buna karşılık, tasarı ile 15 yaşından küçük çocuklara karşı işlenen cinsel istismar suçlarına getirilen müebbet hapis cezası 40 yıl ve ağırlaşmış müebbet hapis cezası 50 yıl infaz edildikten şartla tahliye mümkün olacak. Böylece, örneğin örgütlü şekilde birden çok kişiyi öldürenler dahi, cinsel istismar suçunu işleyenlerden daha az cezaevinde kalacaktır. Bazı hallerde çocukların cinsel istismarı suçuna müebbet hapis cezası verilse dahi, infaz süresi bakımından daha ağır suçlara göre eşitsizlik yaratılmamalıdır. Tasarı ile önerilen 40 yıl ve 50 yıllık cezaevinde infaz süreleri, pratik olarak ölene kadar ceza evinde kalmak, adeta ölüm cezası gibi sonuç doğurmakta.
Avrupa’da sistem nasıl işliyor?
Dünyanın hiçbir yerinde bu tasarıdaki ağırlıkta bir ceza yok. Fakat dünyanın hiçbir yerinde de bizdeki kadar açık veya örtülü aflar yoluyla az hapis yatmıyor insanlar.
Epey çelişkili bir durum…
Asıl problem burada zaten. 15 Temmuz darbe girişiminden önce 4 yıl ceza alanlar hiç cezaevine girmiyorlar. Cezaevlerini boşaltmak için af çıkardık. Şimdi 3 yıla yaklaşan ceza alan biri, cezaevine bir selam verip çıkıyor. Halbuki bu 3-4 yıl hapis cezaları Avrupa’da ciddi cezalar. Ama biz bunları hep bahsedilen cezaevi yoğunluğundan dolayı uygulayamıyoruz. Cezaların etkili olması ağırlıklarından önce uygulanmasıyla mümkün. Cumhuriyet kurulduğundan bu yana adı af olmasa bile her sene bir af çıkmıştır diyebiliriz. Böyle olunca suçu işleyen kişiler, “Mutlaka bir af çıkar, kurtuluruz” diye düşünüyor. Toplumda yapanın yanına kar kalıyor düşüncesi hâkim oluyor. İşte bu durum cezaların caydırıcılığını, önleyiciliğini, ağır biçimde zedeliyor.
Suçların ve cezaların istismar edileceği durumlarla karşılaşmak olası mı?
Türkiye’de birçok boşanma davasında eşlerden bazıları çocuklarının videolarını delil olarak gösteriyorlar. Diğer eşin çocuğa cinsel istismarda bulunduğuna dair çocuğun beyanının olduğu kaydı veriyorlar mahkemeye. Bu konularda çok ciddi bir kötüye kullanma söz konusu. Konu cinsel istismar olunca, iş ceza mahkemesine gidiyor. Şimdiki tasarıya göre böyle bir iddia karşısında bir babanın alacağı ceza, ağırlaştırılmış müebbet hapis olabilecek. Suçu işlediyse elbette cezalandırılmalı. Ama bu ağır cezalar karşısında, hakim daha çok, acaba çocuğun beyanı yönlendirilmiş mi, bir kötüye kullanma var mı" diye düşünecektir.
Yaş konusunda da ciddi bir tartışma yürütülüyor. Eski yasa ne diyordu, şimdiki ne diyor? Hangi saikle 12 yaş temel alındı?
“12 yaştan küçük çocuğun durumu daha zayıftır. Yapılan kötülüğü hiç fark edemeyecek olabilir” gibi sebeplere dayanıyordu. Aslında bu yeni bir şey değil. Eski ceza kanunu döneminde, “mağdur fiilin ahlaki kötülüğünü anlayamıyorsa cezası arttırılır” şeklinde bir uygulama vardı. Bu onun bir yansıması oldu. Kanunlarımıza ve Çocuk Hakları sözleşmesine göre çocuk 18 yaşın altında olan kişidir. 12 yaş çocukluğun bittiği yaş değildir. Cinsel istismarın en yoğun oldu yaş grubu tüm dünyada 12-17 yaştır. Dolayısıyla yaş sınırının 12 olması doğru değil. Fakat sorun sadece 12 yaş değil. Asıl sorun tasarıda unuttuğumuz çocuklar. Biz mağdur çocukları korumak için cezaları arttırırken, haksız yere cezalandırılan çocukları unuttuk. Çünkü tasarıda 15 yaşından küçük çocukların kendi aralarındaki zora dayalı olmayan cinsel davranışları nedeniyle çocuklara verilecek cezalar arttırılıyor. Aslında bunlar kanuna göre suç değil. Ama Yargıtay’ın kanuna aykırı içtihadıyla suç haline geldi.
Somut bir örnek verir misiniz?
Diyelim ki 14 yaşında iki çocuk var. Cebir, tehdit yok. Hatta cinsel ilişkiye bile girmediler. Bir merakla birbirlerine karşı öpüşme gibi bir takım cinsel davranışlarda bulundular. Bunun cezası 8 yıldan 15 yıla kadar hapis cezası oluyor. Aslında burada çocuklar arasında istismar söz konusu olamayacağı için suç yok. Ama uygulamada suç kabul edilen bu davranışlar nedeniyle, çocuklar için cezalar ciddi bir şekilde arttırılıyor.
Cezaevine ikisi de mi girecek?
Uygulamada sadece erkek olan cezaevine giriyor. Bu uygulama her açıdan tutarsız ve Kanuna aykırı. Bu nedenle gündemdeki tasarının bir ayağı yok. Çünkü akran çocuklar arasında cebir, tehdit olmadan gerçekleşen cinsel davranışların suç olmayacağı açıkça düzenlenmeli. Tekrar vurgulamak gerekir ki, aslında şimdiki kanuna göre de suç değil, fakat Yargıtay içtihadı ile yanlış bir uygulama devam ediyor. Bu yanlış uygulamayı düzeltmek için bu tasarı bir fırsat olabilir.
Mesela çocuklar cinsel davranışlarda bulunmuş. Ortada zorlama da yok. Mahkeme nasıl haberdar oluyor?
Bir grup imam nikâhı adı altında evlendirilenler. 15 yaşındaki çocuklar da dâhil olmak üzere bu çocuklar evlilik adı altında bir araya getiriliyor. Bir arada yaşamaya başlıyorlar. Sonra kız çocuğu hamile kalıp, doğum için hastaneye gittiğinde, hekim yaşına bakıp, suç duyurusunda bulunuyor. Ve baba -ki o da çocuk- hapse giriyor. Halbuki burada suç yok. O iki çocuk yaptıklarının suç olduğunu bilmiyor. Ortada istismar yok. Ama Yargıtay 15 yaşında düğün dernekle evlendirilen baba olmuş çocuğu cinsel istismardan mahkûm etti. Çocuk evlilikleri dünyanın her yerinde başka türlü tedbirlerle engellenir. Bizim uygulamamız ise aslında mağdur olan çocuklara üstelik kanuna aykırı ceza veriyor. Şimdi bir de bu cezaların arttırıldığını düşünün. Bu nedenle birçok ülkede olduğu gibi çocuk gelişimi konusunda uzman olanlar arada 3 yaş fark olması halinde ceza verilmemesini öneriyor. Bu öneri tasarıda yer almadı. Ama henüz vakit geçmiş değil.
Anlattığınız türden bir hikâyede çocuk yaştaki ‘baba’nın cezası ne?
Eğer bu uygulama devam ederse, çocuk yaşta evlendirilen çocukların erkek olanı baba olsun olmasın cezalandırılmaya devam edecektir. Gerçi çocuk olduğu için cezasında çocuk indirimi yapılacaktır. Ama tasarı ile artırılan cezalar kanunlaşırsa, çocuk yaşta evlendirilip baba olmuş çocuğun cezası 10 yılın üzerinde olacak.
Onları evlendiren ailelere yaptırım yok mu?
Bunların evlendirilmesini engellemek için devlet elindeki imkânları kullanacağına ve bunları evlendirenlere yaptırım uygulayacağına koruması gereken çocukları hapse atıyor. Aslında bu çocukları kanuna aykırı olarak evlendirenlerin cezalandırılması gerekir.
Diyelim ki aynı yaşlarda iki çocuk cebir, tehdit olmadan cinsel davranışta bulundu ve bir arkadaşları da fotoğraflarını çekti. İhbar etse, ceza alacaklar mı?
Sadece evlendirilen çocuklar değil, şu anki uygulamada örneğin ikisi de 14 yaşındaki iki çocuk arasında, cebir, şiddet, tehdit, olmadan gerçekleşen cinsel davranışlar cezalandırılıyor. Kimin ihbar ettiği önem taşımıyor. Burada sorun kanuna göre suç olmayan davranışların, uygulamada suç olarak nitelendirilmesi. İşte bu nedenle tasarıda bu yanlış uygulamanın düzeltilmesi için üç yaş farkını öneriyoruz.
Tasarıya göre, 29 yaşındaki bir adam 16 yaşında bir çocuğu istismar ederse cezası 2 yıl 15 ay... 12 yaşından gün almış bir çocuk, 11 yaşındaki bir çocuğu istismar ederse cezası müebbet... Doğru mu bu?
Bir kez cezaların dengesiyle belli bir ölçü olmadan oynandığı zaman, sonuçta hiç öngörülemeyecek tutarsızlıklar ortaya çıkar. Ceza kanununda bir sistem ve bir ölçü var. Bu ölçülere göre cezaları artırmak mümkün. Ama tek bir olaydan hareketle, kanunun sistematiği alt üst edilerek bir labirent oluşturulursa, bu labirentten, adil, etkili, caydırıcı ve önleyici bir sonuç çıkmaz.
Peki çözüm öneriniz?
Türkiye bu sorunu aşmak istiyorsa prensip olarak dünyada da uygulanan şu metoda başvurmalı: Eğer çocuklar arasında en fazla üç yaş fark varsa cebir, şiddet ve tehdit gibi bir zorlama yoksa bunlara ceza vermiyorlar. Eğitici bazı tedbirler getiriyorlar. Şu anda TBMM’nin önünde büyük bir fırsat var. Bu kullanılmalı. Çocukları sadece suçtan değil, hatalı, yanlış, ağır cezalarda da korumak gerekir. Eğer cebir, tehdit, hile yoksa ve çocuklar arasındaki yaş farkı da üç ise bu çocuklara ceza verilmemeli. Bunun bir kez daha altını çizmek istiyorum. Toplumun öfkesiyle hareket edip, cezaları ölçüsüz ağırlaştırıyoruz. Bu ilk etapta, birçok kişiyi rahatlatıyor, “oh olsun” diyor. Ama sonra ‘baklavacı çocuklar’ gibi örnekler karşımıza çıkınca da “Aman Allah’ım” diyoruz. Yasaları düzenlerken biraz daha soğukkanlı olmak lazım.
Sürekli cezaları konuşuyoruz. Aslında önleme sistemlerini konuşmamız gerekmiyor mu?
Tabii ki, alarm sistemlerini çalıştırmamız gerekiyor. Okullardaki rehber öğretmenlerden ailelere kadar herkesin gözü kulağı dört açılmalı. Çocuğun yüzü, 1-2 gün asıksa hemen biri ilgilenmeli. Özellikle okullarımızda bu alarm sistemlerini genişletmemiz lazım. Aileleri aydınlatmamız lazım. Çocuk cinsel istismarı aile içinde de sıkça işlenen bir suçtur. Bu yüzden de okul çocuğu iyi takip etmeli. Ailelere çocuklara cinsel eğitim vermek ve kendilerini korumayı öğretmek gerek. Bunlar hukuksal değil, toplumsal süreçler, dolayısıyla başka bilim dalları ile ortak çalışma gerektirir.
Tasarıya göre cinsel istismar suçundan hüküm giyenler devlet memuru olamayacak. Devlet memuruyken böyle bir suç işleyen kişinin devlet memurluğu da sona erecek. Buna nasıl bakıyorsunuz?
Şu andaki devlet memurları kanununa göre de böyle zaten. Ama kanun koyucu “ben buraya cinsel istismar suçunu açıkça yazıyorum, altını çiziyorum” demiş oldu. Yeni bir şey yok, altı çiziliyor. Buna karşılık tasarıda, bu suçlardan mahkum olanların çocuklarla ilgili işlerde çalışılamayacağı haller kapsamı genişletilerek düzenleniyor. Burada çocukların bulunduğu yerlerdeki işlerde çalışma, işyeri açma bakımından yeni yasaklar getiriliyor.
Takdiri indirim meselesi var bir de…
Tasarıda, takdiri indirim nedeninin gerekçesi kararda yazılır deniyor. Esasında bu da yeni bir şey değil. Şimdi de gerekçe yazmak zorunlu. Ama kanun koyucu altını bir kez daha çizmek istiyor. Aslında takdiri indirim ceza kanunlarının hemen hepsinde yer alan bir konudur. Çünkü her suçlu birbirinden farklıdır. O yüzden de her suçluya cezası verilirken onun kişiliğine göre bireyselleştireceksiniz.
Aynı suça Antalya’da farklı, İzmir’de farklı ceza verilmesinin nedeni bu mu?
Bir örnek verelim: 21 yaşında üniversite öğrencisi, suçu işledi. Pişmanlık duydu, mağduru hastaneye götürdü, yardımcı oldu. Ayrıca öğrenci, bir geleceği olmalı. İşte burada takdiri indirim uygulanacak, gerekçesini de yazılacak. Kanun böyle diyor... Ama kişi en ağır suçu işlemiş. Pişmanlık gösteren hiç bir davranışta bulunmamış, olayın aydınlatılmasında gerçek bir katkıda bulunmamış, sadece duruşmada kravat takıp, “saygılar hâkim bey” demiş. Bu durumda takdiri indirim yapılmamalı. Ama bazen yanlış uygulama oluyor ve gerçek anlamda bir gerekçe de yazılmıyordu. İşte bu yanlış uygulamayı önlemek için zaten yazılmak zorunda olan gerekçeye tekrar dikkat çekiliyor. Hukuk demek, gerekçe demektir.
Madem gerekçe yazılması zorunluysa, niye bir kez daha altını çizme gereği duyuluyor?
Sorun burada zaten. Hiç bir kanun değişikliği olmadan uygulamada düzeltilebilecek sorunları çözmek için uğraşmak yerine, durmadan kanun değiştiriyoruz. Bir kanuna, takdiri indirim nedenin gerekçesi karara yazılır demek, -aslında biraz da utanılması gereken- sembolik anlamı olan bir şeydir. Kanun koyucu uygulamaya bu şekilde “kravat indirimi yapma” demek istiyor.
Gelelim kimyasal kastrasyona. Nasıl uygulanacak?
Dünyanın bütün kanunlarında sembolik bazı maddeler vardır, bu da onlardan biri. Cinsel suçlarda kimyasal kastrasyonun etkisi, önemi o kadar azdır ki. Bu kadar gündeme getirilmesi yanlıştır. İşlenen cinsel suçlarda pedofillerin oranı çok azdır. Sorun pedofili değil. Biz pedofili diyerek işi hastalık boyutuna taşıyoruz. Zannediyoruz ki, cinsel istismar suçları pedofili olmuş bazı insanlar tarafından işleniyor. Yok böyle bir şey! Kimyasal kastrasyon da ancak bu az dediğimiz pedofillere uygulanacak bir şey. Çünkü pedofili hastası sadece çocuklara karşı cinsel istek duyuyor ve bu dürtüsünü kontrol edemiyor. Kastrasyon onu kontrol edemediği için dışardan kontrol etme mekanizması. Türkiye’nin gündemine yanlış girdi maalesef. Bizim iki sene önceki değişiklikte kastrasyon vardı zaten.
Bizde hiç bu yönde karar verildi mi?
Elbette. Hâkimler 24 karar verdi. Hiçbir hekim uygulamadı. Hakim bu tedaviyi uygula kararı vermiyor, veremez çünkü. Hakim bu tedavi uygunsa hukuksal olarak uygulayabilirsiniz diyor. Son karar tedavi uygulamalarında hekimindir.
Neden?
Çünkü, “Bu kişiler hasta değil” dedi hekimler. Hekimler öncelikle tespitinin yapılması lazım dediler. Bu şimdiki, yasa tasarısında bu oldukça düzeltildi. Tasarı Diyor ki, “uzmandan rapor alacak”… Yani tıp bilimi ne karar verirse o olacak. Şu anki tasarının, iki yıl önceki düzenlemeye göre daha iyi olduğunu söyleyebilirim. Tıbbın ve hekimin sorumluluğu var. Hasta olmayan kişiye ağır yan etkileri olabilecek tedaviyi uygulamak onlar için hem etik hem yasal olarak doğru değil. Ancak gerçekten kişiye ve topluma yararlı etkisi olacaksa tedavi etmeleri gerekiyor.
“Bizim geçmişte ‘Ümraniye Sapığı’ olarak bilinen bir hadisemiz vardı. Ne oldu, adam tutuklandı. Sonra suçu başkasının işlediği anlaşıldı. Ama o adam ‘Ümraniye sapığı’ olarak kaldı, onun çocuğu da ‘Ümraniye Sapığının çocuğu’ydu artık. Bu gibi suçlarda kimlik meselesine basının çok dikkat etmesi gerekir. Daha geçen gün, bir kız babasına, “Bana şu kişi tecavüz etti, beni hamile bıraktı” dedi, baba o hışımla gitti çocuğu öldürdü. Sonra ortaya çıktı ki, o çocuk değildi. Geri dönülmez cezalara dikkat etmemiz lazım.”
-Bu tür davalara da yayın yasağı getirilmesi söz konusu. STK’lara göre olayın üstü örtülüyor. Ne diyorsunuz?
Öncelikle ister mağdur ister fail olsun çocukların damgalanmaması için kimlikleri açıklanmaz. Bu konuda, tüm kuruluşlar sorumluluk içinde davranmalı. Kanunlarımızda bu konularda epey düzenleme var ama etkin uygulanmıyor. Tasarıyla yeni yayın yasakları getirilmek isteniyor. Ama dünyada özellikle sosyal medya alanındaki gelişmeler bu tür yayın yasaklarını anlamsız kılan duruma gelmiştir. Dünyada özellikle çocuk pornografisi konusunda çok önemli düzenlemeler var. Bunları ayrı bir düzenleme ve tedbir alanı olarak düşünmeliyiz. Çünkü uygulamada bu tür erişim engellemeleri sadece bazı yayınlar uygulanıyor ve etkisiz oluyor. Bu nedenle sosyal medya kurumları, Türkiye’de tam yetkili temsilcilik açmalı, bunlarla masaya oturulmalı, özellikle çocuklarla ilgili konularda denetim onlarla birlikte yapılmalı. Yapmadığı zaman hesap sorulabilmeli. Ama şu anda sosyal medya alanında bizim bu hesabı hukuken soracağımız Türkiye'de bir muhatap yok. Asıl sorun bu.
Çocuk izleme merkezlerinin kurulması çok olumlu bir şey. Tek kapı sistemi çalışacak. Çocuk bir uzman tarafından dinlenecek. Dolayısıyla çocuğun beyanı çok çok önem taşıyor. Bu tür mağduriyeti olan bir çocuğun beyanını almak özel bir uzmanlık istiyor. Ki bizim bu konudaki uzmanlarımız çok az. Küçük yaştaki o çocuğa hangi soruyu sorması gerektiğini bilmeli. Yönlendirmeyle mi cevap veriyor, yaşadığını anlatmaya çekiniyor mu; bunu anlamalı.
© Tüm hakları saklıdır.