Gündem

Kılıçdaroğlu: Suriye krizinin bize öğrettiği bir gerçek var; adaletin olmadığı yerde barış da olmuyor

"Devlet 12 Eylül sonrası otoriter, baskıcı bir yapıya büründü"

01 Eylül 2018 10:28

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Suriye krizinin uluslararası hukuk sisteminin sorun çözme kapasitesinin daha da zayıflamasının yüksek maliyetini göstermiş olduğunu ifade etti. "Yangın benden uzakta' demek ayrıcalığımız yok" diyen Kılıçdaroğlu, "Suriye krizinin bize bir kez daha öğrettiği bir gerçek var: Adaletin olmadığı yerde barış da olmuyor" sözlerini sarfetti.

"Barışı inşa etmenin yolu, tüm dünyayı virüs gibi saran hoşgörüsüzlüğe, kutuplaştırma siyasetlerine karşı çıkmaktan geçmekte" olduğunu belirten Kılıçdaroğlu, "Farklılıkların tehdit değil zenginlik kaynağı olarak görüldüğü bir dünya için mücadele etmeye değer" diye yazdı.

Cumhuriyet'te yayınlanan Kemal Kılıçdaroğlu'nun kaleme aldığı yazı şöyle:

II. Dünya Savaşı, 1 Eylül 1939’da Nazilerin Polonya’yı işgaliyle başladı. Dünya tarihinin en kanlı savaşında yaklaşık 60 milyon kişi hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler (BM), Mayıs 1945’te sona eren savaşta yaşanan büyük acıların unutulmaması için 1 Eylül ’ü Dünya Barış Günü ilan etti.

BM daha sonra bugünün 21 Eylül’de kutlanması kararı alsa da biz, Dünya Barış Günü’nü 1 Eylül’de kutlamaya devam ediyoruz. Ancak 1 Eylül de olsa, 21 Eylül de olsa, her iki günün üzüntü verici ortak noktası, Dünya Barış Günü’nün barışa, huzura hasret bir dünyada ve coğrafyada kutlanıyor oluşudur. 

İnsanlık her büyük savaştan sonra “Bir daha asla!” der ama maalesef savaşlar yine devam eder. Üstelik insanlık hayat kaynağı olan, yaşamı mümkün kılan doğaya karşı da savaş veriyor. Doğayı hoyratça tahrip ederek kendi yıkımının koşullarını oluşturuyor.

Ünlü düşünür Noam Chomsky, “İnsanın en zeki tür olması en uzun yaşayacak tür olduğu anlamına gelmez” demişti. İnsanın olağanüstü yaratıcı zekasını dünyayı defalarca yok edebilecek nükleer silahlara harcaması, sınırları yokmuş gibi, sanki sonsuzmuş gibi doğayı tahrip etmesi, Chomsky’nin uyarısını önemli kılıyor.

Dünyada 2017 yılında silahlanma için ayrılan para 1,74 trilyon dolar. Kayıt altına alınmayan askeri harcamaları eklediğimizde bu oran daha da yükseliyor. Silahlanmaya 610 milyar dolar harcayan ve silahlanma yarışında açık ara birinci olan ABD’nin en yakın beş rakibinin silahlanmaya ayırdıkları toplam rakam ise 578 milyar dolar.

Bu rakamlar yoksul ülkelerin eğitim veya sağlık sistemlerine aktarılsa, oradaki öfkenin, haksızlık algısının şiddeti ve terörü beslemesi engellenmiş olurdu. Yine küresel göç dalgaları sınırlanır, insanların doğdukları ülkelerde huzurlu yaşamalarına katkı yapılmış olunurdu.

Barış için özel bir gün ayırmak yetmiyor. BM’nin sorun çözme kapasitesini arttırmak da gerekiyor. Son yıllarda uluslararası hukukun özellikle küresel güçler tarafından keyfi olarak aşındırılması, sürekli istisnalar peşinde koşulması, tüm dünyaya büyük bedeller ödetti, ödetmeye devam ediyor.

Suriye krizi, uluslararası hukuk sisteminin sorun çözme kapasitesinin daha da zayıflamasının yüksek maliyetini göstermiş oldu. Tek başına Suriye krizi tüm dünyayı istikrarsızlığa sokmaya yetti. Oysa Suriye’yi kendi çıkarları için vekalet savaşlarının zemini haline getiren küresel ve bölgesel güçler, kendi evlerine de huzursuzluk taşımış oldular.

Günümüz dünyasında “yangın benden uzakta” demek ayrıcalığımız yok. O yangının alevleri şaşırtıcı bir hızla sizi de buluyor.

Suriye krizinin bize bir kez daha öğrettiği bir gerçek var: Adaletin olmadığı yerde barış da olmuyor.

Anlamamız gereken başka bir gerçek de şu: Güvenliği abartmak her zaman güvenlik sorunu olarak geri döner. Sözgelimi, göçmenleri potansiyel suçlu olarak görmek mi daha doğrudur; iyi bir eğitimle nitelikli çalışanlara dönüşecek, umudu ve enerjisi yüksek insanlar olarak görmek mi? İkinci bakış açısı, toplumsal barışın en kestirme, en maliyetsiz yoludur.

Türkiye’ye daha yakından bakarsak… Türkiye’de gerçek anlamda bir barışın sağlanması, hukuk sistemimizin 12 Eylül darbe hukukundan arındırılmasıyla yakında ilgilidir. Üstelik, son 16 yılda bırakın 12 Eylül darbe hukukundan arınmayı, aksine darbe hukuku tahkim edildi. Devletin demokratikleştirilmesi gerekirken, Devlet otoriter, baskıcı bir yapıya büründü.

Özellikle 20 Temmuz sivil darbesinden sonra, Türkiye’de barış sözcüğünü kullanmak dahi neredeyse suçlu olmanın göstergesi sayıldı. Bunun en tipik örneği “barış isteyen akademisyenlerin” üniversitelerden atılmalarıdır. Cumartesi Annelerine reva görülen şiddettir. Bu anlayış, devleti organize suç örgütü kulvarına sürükler. Bu anlayışın sürdüğü bir ortamda biz toplumsal barışımızı sağlayamayız. Tam aksine toplumsal barışımızı sağlamaya yönelik beklentiler ortadan kalkar. Türkiye’de bugün yaşadığımız gerçek de maalesef budur… Gazetecilerin, milletvekillerinin, sivil toplum örgütü liderlerinin, avukatların, öğrencilerin hapiste tutulduğu bir Türkiye demokratik bir Türkiye değildir… Türkiye’yi yarı açık cezaevine döndürenler, sorun çözemez, sorun üretirler.

Ama tüm bunlar bizi ve bu ülkenin aydınlarını karamsarlığa, umutsuzluğa teslim etmemeli…

Şu gerçek unutulmamalı, aydınların eleştiri yapma sorumluluklarını cesaretle yerine getiremedikleri ülkeler yozlaşır, çürür. Eleştiri, siyaset kurumu için hava kadar, su kadar yaşamsaldır.

Sosyal Demokratlar dünyanın her yerinde refah devletinin, üretken ve mutlu insanlar yaratacağına, bu insanların da barışa sahip çıkacaklarına inanır; insanca bir yaşam için insana yatırım yapmak.

Barışı inşa etmenin yolu, tüm dünyayı virüs gibi saran hoşgörüsüzlüğe, kutuplaştırma siyasetlerine karşı çıkmaktan geçmektedir.

Farklılıkların tehdit değil zenginlik kaynağı olarak görüldüğü bir dünya için mücadele etmeye değer… Biz bu mücadelede yalnız olmadığımızı biliyoruz...