Ruşen Çakır
(Vatan, 2 Mart 2012)
Fransa’daki Türk Öğrenciler Kongresi bu yıl “Arap Baharı” teması etrafında Strasbourg’da toplandı. Mısır, Tunus, Fas, Fransa ve Türkiye’den konunun uzmanlarıyla üniversite öğrencileri iki gün boyunca Arap ülkelerinde yaşanan gelişmeleri ve bunun Batı’ya ve Türkiye’ye olası etkilerini tartıştı. Dolayısıyla dün İstanbul’da “Suriye’nin Dostları” hararetli bir şekilde bu ülkenin geleceği üzerine kafa yorarken, iki tecrübeli diplomatımız, Yaşar Yakış ile Faruk Loğoğlu ile birlikte, bir grup Türkiyeli üniversite öğrencisiyle, daha mütevazı bir şekilde “Arap Baharı”nı, dolayısıyla bol bol Suriye’yi konuştuk.
Bilindiği gibi Dışişleri Bakanlığı müsteşarlığı ve Washington Büyükelçiliği gibi önemli görevler üstlenmiş olan Loğoğlu son seçimlerde CHP’den Adana Milletvekili seçildi. AKP kurucusu olan ve ilk AKP hükümetinde Dışişleri Bakanlığı’nı üstlenen Yakış ise Suriye, Suudi Arabistan ve Mısır’da dörder yıl görev yaparak Ortadoğu’da en uzun süre kalmış diplomatımız olarak tanınıyor.
Loğoğlu ve Yakış’ın siyasi rekabeti geri plana atıp dostluklarını ve uzmanlıklarını ön plana çıkartmaları sayesinde son derece seviyeli ve verimli bir sohbete tanık olduk. Bu noktada, son seçimlerde kendi isteğiyle yeniden aday olmayan Yakış’ın “ince diplomasi” çerçevesinde Ankara’nın Şam politikasına yönelttiği ince eleştirilerinin son derece değerli olduğunu düşünüyorum. Örneğin başlığa çıkarttığım “ofsayta düşme riski”ne Yakış dikkat çekti. Diplomaside asla bütün yumurtaların tek sepete konulmayacağını hatırlatan Yakış, Beşşar Esad’ın gitmesine kesin gözüyle bakan Ankara’nın, bu gidişin gecikmesi veya Esad’ın bir şekilde iktidara tutunmaya başarması halinde sıkıntı yaşayabileceği uyarısında bulundu. Yakış’ın, Suriye’deki çalkantılardan en fazla istifade eden ülkelerin başına İran’ı, ikinci sırayaysa Rusya’yı yerleştirmesiyse son derece anlamlıydı.
Loğoğlu ise Suriye dahil Arap ülkelerinde demokrasinin, temel hak ve özgürlüklerin, hukuk devletinin, kadın-erkek eşitliğinin yerleşmesinin hayli zaman alacağını, hatta bazılarında bunların kolay kolay
gerçekleşemeyeceğini vurgulayarak Türkiye’nin fazla hayal kırıklığı yaşamak istemiyorsa bu ülkelerle ilişkilerinde ekonomiyi öne çıkartmasının isabetli olacağını vurguladı.
Kürt sorunundan doğan kaygılar
Strasbourg’da iki gün boyunca çok sayıda üniversiteli gencimizle sohbet etme, tartışma imkanı buldum. Bu öğrencilerin hemen hemen hiçbirinin kendilerini Türkiye’deki sert kamplaşmayla özdeşleşmediğini görmek sevindiriciydi.bununla birlikte ülkelerine yönelik kaygılarının giderek arttığını kendi ağızlarından duymaksa son derece üzücüydü.
Arap dünyasındaki özgürlük ve demokrasi arayışını kendilerine birinci derecede gündem maddesi yapabilecek kadar “dünyalı” olan bu gençlerimizle sohbetlerimiz dönüp dolaşıp Kürt sorununda odaklaştı. Irak’taki Kürt oluşumunun adım adım bağımsız bir devlete dönüştüğünü çıplak gözle gözleyen, Suriye’de de çok geç olmayan bir zamanda Kürtlerin kendilerine cazip bir statü elde edeceklerini düşünen bazı öğrencilerden gelen “ya Türkiye ne olacak? Biz kendi Kürt sorunumuzu çözebilecek miyiz?” sorularına net ve umutlandırıcı cevaplar verememenin ezikliğini yaşadım.
Bu bağlamda, dünkü toplantıda “Türkiye Arap ülkelerine model olabilir mi?” sorusu üzerine söylediğim bazı şeyleri tekrarlamak istiyorum: Eğer Türkiye AKP’nin iktidara geldiği ilk yıllarda yaşadığı reform atmosferini şu günlere taşımayı becerebilseydi; basın, ifade, toplantı ve gösteri özgürlüğü gibi konularda geri değil de hep ileri adımlar atabilseydi; Kürtlerin talep ve beklentilerini baskı politikalarıyla bastırmaya çalışmak yerine barışçıl yöntemlerle kalıcı bir şekilde çözmek için uğraşsaydı pekala tüm İslam dünyasına örnek olabilirdi. Kendi kapısının önünü süpürmeye yanaşmayan bir ülkenin komşularının çöpüyle uğraşmaya kalkması, ne kadar uğraşırsa uğraşsın inandırıcı olamıyor.