Zaman gazetesi yazarı Ahmet Kurucan, AKP ve Fethullah Gülen cemaati arasındaki gerilimin giderek tırmanması ve ilişkilerin kopma noktasına gelmesine ilişkin Başbakan Tayyip Erdoğan'a seslenerek, "İtiraf edelim be usta, “Rahmetimiz gazabımızı aşacaktır.” diyen sizin “Bu insanlara su bile yok.” noktasına kadar geleceğini hiç düşünmemiştik. Haydi gel sen de itiraf et, senin de aklına gelmezdi işi bu noktalara kadar getireceğin. İtiraf et ve rahata er" dedi.
"Duydum ki “usta”, “reis”, “beyefendi” lakaplarından çok hoşlanıyormuşsunuz" diyen Kurucan, "Onun için tercih ettim bu tabiri ama keşke çırak kalsaydınız be usta. Yüzde 100’ün başbakanıyım deyip hepimizin gönlüne taht kurduğunuz, yüreklerimize ümit ışığı olduğunuz o günlerdeki gibi hep ama hep çırak kalsaydınız" ifadesini kullandı.
Ahmet Kurucan'ın Zaman gazetesinde "Siyaset-miyaset, ahlak-mahlak, hukuk-mukuk, din-min" başlığıyla yayımlanan (28 Mart 2014) yazısı şöyle:
Siz soktunuz “tivitır-mivitır” diyerek bu “m” ile başlayan anlamsız kelimeyi siyaset literatürümüze.
Tam o esnada bugün itibarıyla üzerinden 6 gün geçen ve kelime-i vahide ile itirazınızı duymadığımız, haşa ve kella “bakara-makara” devreye girdi. Tekrarından hicap duyduğum için iktibas etmiyorum. Sonra 140 karakterlik Twitter gerçeğinin yazar ve düşünür yaptığı insanlar başladı dalga geçmeye haklı olarak. İktidar-miktidar, siyaset-miyaset, Erdoğan-merdogan, başbakan-maşbakan ve daha yüzlerce “m” ile başlayan anlamsız kelimeler ve tekerlemeler devreye girdi.
Değer miydi diye soruyorum kendi kendime. 12 yıllık iktidarın 30 yılı aşkın siyaset mazinizi gözümün önünden geçiriyorum. Çıraklık günleriniz. yüzde 34 oy alıp yüzde 100’ün başbakanı olduğunuz dönemler. 80-90 yıllık askerî vesayeti kırmak için canhıraşâne bir çaba ile mücadele ettiğiniz o günler. İleri demokratik ülkelerden bizim ülkemizin ve insanımızın ne eksiği var deyip AB uyum yasalarının çıkması için verdiğiniz mücadeleler.
Sonra yüzde 46’lık oy ile güveninizi yenilediğiniz 2007 seçimleri ve sonrası. Bir başka ifadeyle sadece oy aldığınız yüzde 46’lık kesimin başbakanı olduğunuz günler. Ay Işığı’lar, Sarıkız’lar, Balyoz’lar, Ergenekon’lar, AKP’yi kapatma teşebbüsleri. “Kopenhag kriterleri olmazsa Ankara kriterleri olur.” diye vermiş olduğunuz bu demokrasi ve özgürlük mücadelesine karşı çıkanlar olmuştu hatırlarsanız. Aslında “Ankara kriterleri” 2007’lerde gün yüzüne çıkan darbelere atfen söylenen, devletçi, merkezci, jakoben mantığın uzantısı olan zihniyeti ele veriyordu. Buna rağmen siz mücadeleye devam ettiniz ve anayasa referandumu ile Kopenhag demiştiniz. Millet de size yüzde 58’lik bir destek vererek arkanızda, önünüzde, sağınızda solunuzda olduğunu göstermişti. Ama 2014’den bakınca bugünlerle alâkalı şunu itiraf etmemiz lazım; yeni sivil anayasa yapma yerine Anayasa’da düzeltmelere gitmeniz, söz konusu mücadeleye sizin de inanmadığınızı gösteriyormuş. İktidarı koruma, başkanlığa yürüme ve tek parti tek adam devletini tahkim etmekmiş asıl niyetiniz anlaşılan. Ankara kriterleri gerçekten Ankara kriterleriymiş.
Ve kırılma noktası...
Nihayet yüzde 49 oy ile ustalık dönemi başlangıcını oluşturan 2011 seçimleri. Balkon konuşması ile yüzde 100’ün başbakanı olacağı vaatlerinin havada kaldığı ve sadece yüzde 49 içindeki Milli Görüş çizgisindeki insanların başbakanı olduğunuz ayırıcı, ötekileştirici, kutuplaştırıcı güç zehirlenmesinin her türlü tezahürünün görüldüğü günler. Ve kırılma noktası 17 Aralık yolsuzluk soruşturması…
Yanıldık ve yanıltıldık; aldandık ve aldatıldık be usta. Zaten şüpheleniyorduk ama 14 Kasım sonrası dershane tartışmalarının yapıldığı günlerde yardımcınızın “Yüreğinizi soğuk tutun, ben söz veriyorum.” sözüne bedel, hükümet televizyonu atv ekranlarında “Kusura bakmasınlar artık karşı taraf diyeceğim.” dediğiniz gün kafamızda şimşekler çaktı ve ne oluyor dedik. Bir şeylerin ters gittiği ve gideceği belliydi; zira bir Başbakan hem de Bakanlar Kurulu toplantısından sonra yardımcısı ve sözcüsünün yaptığı açıklamayı yalanlayan bir cümle söylüyordu. Sonraki günlerde yaşadıklarımız şüphelerimizi izale etti. Yolsuzluğa adı karışanların adalete teslimi yerine bunları ortaya çıkaranların ve peşi sıra on binlerce insanın sağa sola sürülmeye başlaması, yanıldık ve yanıltıldık düşüncemizi pekiştirdi. Bir gece kanunu ile yüzde 58’in iradesinin çöpe atıldığı gün neredeyse iman derecesine çıktı. Hiçbir hukukî delil ileri sürülmeden koskaca bir camianın terör örgütü ilan edildiğini, Hocaefendi’ye her türlü hakaretlerin yapıldığını gördüğümüz an imanımız yakine ulaştı. Ama itiraf edelim be usta, “Rahmetimiz gazabımızı aşacaktır.” diyen sizin “Bu insanlara su bile yok.” noktasına kadar geleceğini hiç düşünmemiştik. Değil aklımıza, hayalimize dahi gelmezdi bugünkü sizin gibi düşünmeyen herkese ve her kesime karşı almış olduğunuz hasmane tavır. Haydi gel sen de itiraf et, senin de aklına gelmezdi işi bu noktalara kadar getireceğin. İtiraf et ve rahata er.
Pekala neydi size gemileri yaktıran ve ülkeyi yangın yerine çevirten nefret söylemlerinizin sebebi? Bunların ne olduğunu en iyi siz bilirsiniz, biz değil. 17 Aralık ise, olamaz deriz biz. Neden? Çünkü 17 Aralık soruşturmasında sizin ve yakınlarınızın ismi geçmiyor. Bakanlarınız bile olsa, makamlarını suistimal ettilerse yargı önünde hesap versinler, bunda sizin suçunuz günahınız yok ki! Amerika’dan kalkıp gelip bir oy ile AKP’ye destek veren benim suçum yok ki! Her an her bakanınızın yaptığını kontrol edemezsiniz ki? O günlerde “Abdestimden eminim, namazımdan şüphem yok.” demiştiniz. Zaten bizi de şaşırtan bu ya. Böyle dediğiniz halde bu panik, korku, telaş hali. Ama ah o ilk düğme. O düğme yok mu o düğme. O düğmeyi yanlış iliklediniz be usta ve bugünlere geldiniz, getirdiniz memleketi.
Değer miydi be usta?
“Dertli söyleğen olur” derler, ben aslında bunları değil size tivitır mivitır’dan girip kullandığınız nefret dilinin toplumda meydana getirdiğini kutuplaşmayı anlatacak ve şu soruyu soracaktım; ‘Değer miydi be usta?’ 40 yıllık iki arkadaş. AKP taraftarı cemaatin hizmetlerine destek veren arkadaşına sesleniyor; haşhaşi. Haşhaşiler biliyorsunuz tarihin eli kanlı en büyük terör örgütlerinden biri. İhtimal o şahıs bunu biliyor ki hazmedemiyor; çünkü hayatı boyunca karıncaya bile zarar vermemiş bir insanın eli kanlı terör örgütü üyesine benzetilmesi herkesin hazmedebileceği bir şey olmasa gerek. O da dönüyor arkadaşına ‘hırsız’ diyor. Halbuki her ikisi de biliyor birbirini. Ne o haşhaşi ne de diğeri hırsız. Ne oluyor biliyor musun? 40 yıllık dostluk bitiyor bu konuşma ile. Bu sizin eseriniz be usta. Kullandığınız nefret dilinin toplumdaki küçücük bir yansıması. Başka bir şey değil. Şimdi sorumu sorabilirim: Değer miydi?
Bir örnek daha; yine 40 yıllık dostlar. Yedikleri içtikleri ayrı gitmiyor. Sokakta karşılaşıyorlar 40 yıldır karşılaştıkları gibi. Selamünaleyküm’e verilen aleyküm selam karşılığından sonra Hizmet’ten olan, AKP’ye oy veren ve ihtimal verecek olan dostuna soruyor: Nasılsın? İyiyim, sen nasılsın yok. Aksine ne var biliyormusun: “Cevabımı sandıkta vereceğim.” Nerelere kadar bizi savurduğunu görüyormusun be usta? İhtimal görüyorsundur belki de bu sonucu tahmin ederek kutuplaştırıcı dili kullanıyorsundur. Öyleyse mutlu olabilirsin. Fakat değer miydi soruma cevabı ben vereyim burada; değil Türkiye’de iktidar olmak, dünya tek elden yönetilse ve siz başkanı olacak olsaydınız bile vallahi değmezdi.
Dün de Ankara’da yakın çevrenizin “Haşhaşi ağır olmuyor mu?” sorusuna verdiğiniz cevabı anlattınız. “Haşhaşinin bunların yanında elleri öpülür, elleri.” dediniz. Eee sizden bunu dinleyen kayınpeder ne yapsın? Damadı ile tartışıyor ve tam iki saat damadına damadının haşhaşi olduğunu anlatıyor. Sonuç, bitti o münasebet. Arada kalan haşhaşi karısı olan AKP’li babanın kızına oldu. Vebali sizin be usta. Yıkılan bu münasebetin sevabını alırsınız artık ahirette. Tabii sevaba medar bir şeyse. Kararı Allah verecek.
Umarım bu yazıyı okuyanlar neden usta diyorsun diye itiraz edecekler bana. Haksız değiller. Duydum ki “usta”, “reis”, “beyefendi” lakaplarından çok hoşlanıyormuşsunuz. Onun için tercih ettim bu tabiri ama keşke çırak kalsaydınız be usta. Hiç kalfa olmasaydınız. Hiç ustalık makamına gelmeseydiniz. Yüzde 100’ün başbakanıyım deyip hepimizin gönlüne taht kurduğunuz, yüreklerimize ümit ışığı olduğunuz o günlerdeki gibi hep ama hep çırak kalsaydınız. Ya da büyüdüğünüz oranda küçülüp büyüklenmeseydiniz.
Kullandığınız nefret dilinin siyasi akılda yeri yok, ahlakta yeri yok, hukukta yeri yok. İmam hatip lisesi bilgilerine göre dinde yeri var mı bilmiyorum ama ilahiyat fakültesi seviyesindeki dini bilgilerime göre dinde yeri yok be usta. Dinde olmadığına göre belki minde vardır.
Duyamadım ya da anlayamadım akıl-makıl, siyaset-miyaset, ahlak-mahlak, hukuk-mukuk, din-min mi demiştiniz?