Gündem

'İstikal Caddesi'ndeki 7 trilyonluk fiyaskosunun hikayesi'

Korhan Gümüş: Ne caddelerin, sokakların altyapısı araştırılmıştı, ne sorunlarına bakılmıştı, ne de basit bir deneme yapılmıştı

24 Mart 2012 19:14

 

 
Korhan Gümüş
 
(Taraf, 24 Mart 2012)
 
İstiklal Caddesi’nin zemin taşlarının yenilenmesi Topbaş’ın ilk önemli projelerinden biriydi.
 
Geçtiğimiz hafta Kadir Topbaş İstiklal Caddesi’nin taşlarının yenileneceğini açıkladı. Ancak bu defa caddenin yalnızca kaplamaları değişmeyecekmiş, altyapı kanalı da değişecekmiş. Sorunlar ondan kaynaklanıyormuş. Bu işlemi yapmak için raylar da sökülüp yeniden takılacakmış. Taşların yerini de daha önce olduğu gibi presli beton bir kaplama alacakmış... Allah kolaylık versin. Dilerim bu defa da öncekilerden beter olmaz.
 
Hatırlayalım: İstiklal Caddesi kaplamalarının yenilenmesi Kadir Topbaş’ın ilk önemli projelerinden biriydi. Bu proje Taksim-Şişli arasını granitlerle kaplayan müteahhit aracılığıyla başlatıldı. Bu uygulamaya zamanın parasıyla en az 7 trilyon harcandı. Sonuç tam bir fiyasko olunca da fatura müteahhite kesildi. Ama elbette ki yalnızca görünüşte. Oysa şaşırtıcı ama bu kadar büyük bütçeye sahip uygulama herhangi bir proje, araştırma, inceleme olmaksızın yapılmıştı. Üstelik Kadir Topbaş da daha uygulama yapılmadan bu konuda STK’lar tarafından uyarılmıştı.
 
Uygulama başlayacağı zaman Beyoğlu’nda STK’lar (Beyoğlu Platformu adı altında) bir bilgilendirme toplantısı düzenlediler. Yetkililere de proje hakkında bilgi almak istediklerini belirttiler. Meğersem o tarihlerde “İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu” adı verilen kuruluşta bir takım toplantılar yapılmış, uygulama güya tartışılmış. Ancak daha ilk aşamada bunun doğru olmadığı, cadde ve sokakların altyapısının durumu, taşıdığı yük, trafik, hatta eğimlerinin bile analiz edilmediği, malzeme araştırılmadığı ortaya çıktı. Yapılan toplantılarda (muhtemelen ihale için hazırlanmış) yalnızca kaplanacak sokakları ve metrekareleri gösteren bir pafta gösterildi. 
 
Ortada tuhaf bir durum vardı. Zahmet edip gidip yerinde bir inceleme bile yapılmamıştı. Örneğin eğimi yüksek ve üstelik trafiğe de açık sokakların ince, kaygan taşlarla kaplanması öngörülmüştü. Daha ilk bakışta sonucun ne olacağı anlaşılıyordu. Ne caddelerin, sokakların altyapısı araştırılmıştı, ne sorunlarına bakılmıştı, ne de basit bir deneme yapılmıştı. Yetkililerin projeden anladıkları yalnızca ihale için miktarları gösteren basit bir çizimdi. Kesitlere, detaylara bile ihtiyaç duyulmamıştı. 
 
Son bir çare olarak İstanbul’un en büyük mimarlık ofislerinden bir kaçı devreye sokulmaya çalışıldı ve bedelsiz olarak araştırma ve proje işini üstlenmeleri istendi. Bu mimarlar bu işi bir “sosyal sorumluluk projesi” olarak yapmayı kabul ettiler. Ayrıca “bu uygulama böyle yapılırsa bundan en fazla siz zarar görürsünüz, kaynakları çarçur etmiş olursunuz” diye sorun yetkililere anlatılmaya çalışıldı. Ama ne cevap verdiler dersiniz? “Siz bu işi buradaki profesörlerden daha iyi mi bileceksiniz!” Meğerse bu kapsamdaki bir uygulama için gerekli olan tek şey onların onayını almakmış! Aylar öncesinden siparişleri verilmiş, malzemeler yola çıkmış...
 
Sonuçta hiçbir araştırma ve proje çalışması yapılmadan bu büyük uygulama başladı. Sonucu ise malûm. Daha yapım aşamasında taşlar yerinden oynamaya başladı. Geçmişte iri parke taşı kaplı olan sokaklara döşenen ince karolar parçalandı, su ve çamur deryası halini alan derin çukurlar oluştu. Ama hâlâ sorun fark edilmemişti. Yetkililerin o tarihlerde belki tek bir hedefi vardı: Her iki yılda bir İstiklal Caddesi’nin kaplamalarının yenilenmesi...
 
Yöneticilerin vatandaşlarla dalga geçmek gibi niyetleri olmadıysa da işe bir mizah boyutu kazandırmak istedikleri belliydi. Pişkin pişkin “ne varmış canım bu defa olmadıysa, bir daha yenisini yaparız” dediler. Hiç utanmadan “onlar zaten Çin malıydı, bunlar Türk malı... İstiklal Caddesi’ndeki kaplamalarını öz be öz Türk granitleri ile değiştiriyoruz” diye tabelalar bile astılar. Sanki İstiklal Caddesi’nin sorunu döşenen granitlerin “Çin malı” olması imiş gibi.
 
Nitekim taşların milliyeti değişince aynı sorunlar tekrar ortaya çıktı. Ancak bu defa (taşları üçüncü kere değiştirmek için) eskisinden çok daha yaratıcı bir fikir bulmak gerekiyordu. Zannedersem yöneticiler açısından asıl sorun o zaman ortaya çıktı. Uygulamayı aynı yöntemle ikinci defa yapmayı başarabilen bu ekibin yaratıcılığının da bir sınırı vardı. İstiklal Caddesi ve sokakların perişan bir vaziyet kazanması ile kısa bir süre içinde bu yaratıcı çalışmanın bir işe yaramadığı anlaşıldı.
 
Bu yüzden iş başa düştü. Tam donanımlı tamir ekipleri kuruldu ve bu ekipler sabahtan akşama kadar kırık dökük taşları tamir etmekle uğraşmaya başladılar.
 
Ancak bu da bir işe yaramadı. İstiklal Caddesi harabeye döndü. O tarihlerde yetkililerin sık sık yaptıkları Avrupa ziyaretlerinde en çok ilgilerini çeken şey tarihi kentlerde neredeyse dört yüz yıllık taşların yerinde dururken İstiklal’deki gıcır gıcır granitlerin bir türlü yerinde duramamasıydı.
 
Bu uygulama bana geçmişteki bir olayı hatırlattı. Yetkililer Beyoğlu’ndaki iri parke taşı kaplı sokakları asfaltlama kararı almışlardı. Dilimiz döndüğünce bu malzemenin sökülüp, takılabilir, yani geri kazanılabilir olduğunu, doğalgaz, su, kanalizasyon, elektrik çalışmaları v.s. nedeniyle sokaklarda kazı yapıldığında asfaltın kat kat yükseleceğini, üstelik bu döşemenin altına beton platform gerektirmediğini, yağmur suyunu emme kabiliyeti olduğunu falan anlatmaya çalıştık. 
 
Baktık ki dinlemiyorlar, koruma kuruluna gidip sokak döşemelerini, kaldırım bordürlerini tescil ettirdik. Ama ne oldu, biliyor musunuz? Saldırıya uğradık, siz halka hizmet götürmemizi engelliyorsunuz diye. Bunun üzerine üzerinden araç geçmeyen ara yollar bile defalarca yeniden yapıldı, yaşlı insanlar kapılarını açıp yarım metre yükselen kaldırımlara çıkamaz oldu. Bugün Beyoğlu sokaklarında bu sökülen ve atılan taş döşemelerin beton taklitlerinin yapıldığını gördükçe bu olayı hatırlayıp, kendi kendime acı acı gülüyorum. 
 
Burada tarihe bir not düşelim: Başka türlü bir değişiklik yapılamaz mıydı? Örneğin rahmetli Turgut Cansever üzerinden araç geçmeyen Beyazıt Meydanı’nı tasarlarken bile kılı kırk yardığını, bizzat taş ocaklarına gidip “kırma (kesme değil, o tarihlerdeki teknoloji ile) tekniği ile en büyük ve düz satıhlı taş kaplama malzemesi nasıl üretilebilir” diye araştırdığını acaba bu kentte kim hatırlıyor?