Nobel ödüllü yazar Orhan Pamuk, “Benim için batılılaşma tuhaf ürünleri tüketmek değil. Batılılaşma, ifade özgürlüğü, demokrasi, eşitlikçi ve insanların haklarına ve onuruna saygı duyan bir toplum demek. İster kırsal kesimden Anadolular, isterse İstanbullu laikler iktidara gelsin, beni pek de ilgilendirmiyor. Ben zaten ikisine de yakın değilim. Beni ilgilendiren bireye verilen önem” dedi.
Orhan Pamuk, Meksikalı yazar Carlos Fuentes’in “Dünyanın en entelektüel dergisi” dediği New Perspectives Quarterly’nin Kasım ayında yayımlanan sayısı için oldukça dikkat çeken bir mülakat vermişti.
Taraf gazetesinde yer alan habere göre, NPQ editörü Nathan Gardels, Pamuk’un röportajını Huffington Post için yeniden düzenleyip, yayımladı.
“Masumiyet Müzesi” romanınızın sonunda, Kemal sevdiği kadın olan Füsun’la geçirdiği zamanları sergileyecek bir müze inşa etme kararı alır. 10 yıl boyunca bir romanı araştırıp sonra da romana adanmış bir müze inşa etme temasını seçmenizin nedeni neydi?
Toplama alışkanlığı, eşyalara bağımlılık geliştirme insana özgü bir özellik. Ne ki, Batı medeniyeti müze kavramını icat ederek toplama alışkanlığını baş tacı etti. Müze, iktidarı temsil eder. Bu kralın gücü de olabilir, halkın da. Bu olgu, Batı dışı dünyada pek de mevcut değildi. Ne ki, son 50 yılda Batı dışı dünya da müzelere yetişmeye çalışıyor çünkü o da kendi iktidarını göstermek istiyor. Bu tarz müzeler, ekseri devletin gücünü temsil ediyor. Bayrak sallamaktan farksız, inceliksiz uygulamalar. Bu yeni müze düşkünlüğü, gerçekleri sanatsal veya kişisel olarak göstermekten sakınıyor. Dolayısıyla romanımda Kemal, gücünü sergilemek için değil, aşktaki derin tecrübelerini göstermek için bir müze inşa ediyor. Ben de İstanbul’da kendi müzemi kurmam bakımından Kemal’e benziyorum. Gücümü değil, içimdekini, ruhumu göstermek için bir müze inşa ettim.
Romanınızın adı olan, müzede de karşılığını bulan “masumiyet” kavramını nasıl tanımlıyorsunuz?
En açık anlamıyla masumiyet “bekâret” anlamındadır ki, romanımda alt orta sınıftan tezgâhtar bir kız olan Füsun, bekâretini yüzünü Batı’ya dönmüş, uzak akrabası olan Kemal’e verir. Bunun ötesinde, her akşam televizyon izlerken amaçsızca lak lak eden insanlığın da masum bir tarafı var. Her ne kadar romanda anlatılan bir Türkiye hikâyesi olsa da, Çin, Hindistan, Rusya veya Peru’daki orta sınıflar da her akşam aynı şeyi yapıyor. Televizyonun karşısında kültürel veya sınıfsal ayrımlar yok olur. Kemal üst sınıftan, Füsun ise alt sınıftan gelmesine karşın, hep birlikte her akşam 70’li yıllar Türkiye’sindeki tek kanalı izliyorlar. O günlerin modernizme ve postmodernizme geçerken kaybettiğimiz masum bir tarafı var.
Kendinizi, Batı’ya ve ülkesindeki batılılaşma yanlılarına kızgın olan Dostoyevski’yle özdeşleştiriyorsunuz. Dostoyevski’ye “sığ Batıcılara karşı açtığı savaştan ötürü” hayranlık duyuyorsunuz. Siz bu durumda Batılı bir yazar mısınız Batı-dışı bir yazar mı?
35 yıl boyunca bu sınıflandırmadan kaçınmaya çalıştım. Dostoyevski, hem Batılı hem de Batı dışı bir yazardı. Kendi halkını hakir gören Batıcıları hor görüyordu. Dostoyevski de, tıpkı benim gibi, batılılaşmanın ya da yeni tabiriyle küreselleşmenin kaçınılmaz olduğunu ama bunun geçmişi, sıradan insanları ve kendi kültürünü bastırmak anlamına gelmediğini düşünüyordu. Türkiye’de ve Rusya’da gördüğümüz tepeden inme batılılaşmanın sorunu, insanlar arasında bir sembol hâlini almaya başlamasından kaynaklanıyor. “Alafranga” revaçta ve görkemli olurken, “alaturka” gerici ve banal oluyor. Üst sınıflar, yeni elektrikli tıraş makinesini aldıklarında öylesine seviniyorlar ki... Zira bu batılılaşmış olduklarını ve geri kalan herkesten üstün olduklarını gösteren bir simge oluyor. Buna benzer örnekleri romanımda da veriyorum.
Beyaz Kale ve Benim Adım Kırmızı gibi, Masumiyet Müzesi de, son 200 yılda Türkiye’nin edindiği kimlikten doğan “Doğu- Batı romanı” dediğimiz türe ait. Bütün bu romanlar, tepeden inme ve dışarıdan gelme modernleşme ile geleneksel kültürün çatışmasından doğan gerilimleri anlatır. Bu kitapların bazıları dans etmek isterken seks işçisi olan kızın öyküsünde olduğu gibi Batı’yı kötüler, bazıları da özgüvenli, bağımsız ve eşitlikçi karakterler üzerinden Batı’yı kucaklar.
Yani “arafta” bir yazarsınız?
Bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum. Ama bunu ben seçmedim. Olaylar böyle gelişti.
Bu İstanbul ile Anadolu burjuvasının savaşı
Türkiye’deki laik kentsel elit sınıfın yerini, Anadolu’dan gelen Müslüman orta sınıflar alıyor. Muhafazakâr bir parti iktidarda. Bu durum, Türkiye’nin modernleşme projesini nasıl etkiledi?
Türkiyeli entelektüeller, mevcut durumu İstanbul burjuvazisi ile Anadolu’dan gelen yeni burjuvazinin çatışması olarak okuyorlar. Bu da bir klişeye dönüştü. Bunda doğruluk payı da olabilir ama ben duruma sosyolojik değil de etik olarak bakıyorum. Benim için, eski İstanbul’un parasıyla Anadolu’nun yeni parası arasında bir fark yok.
Aslında olan şu: Daha özgür, açık, daha demokratik ve eşitlikçi toplum, artık demode olan tutucu modernleşme anlayışı ile çatışıyor. Sorunlarını çözebilmek adına, eski ve tutucu batılılaşmış elit kesim, sadece elitler için değil bütün ülke için ifade özgürlüğüne ve demokrasiye uymak zorunda. Benim Türkiye’yle sorunum, eski veya yeni fark etmez, politik kültürün müsamahasız olmasından kaynaklanıyor. Bu sadece merkezdeki laikçiler için değil Anadolu’dan gelen İslamcılar için de geçerli. Önemli mevzularda, ikisi de birbirinin tahammülsüzlüğünü sahipleniyor.
Nobelli Japon yazar Kenzaburo Oe’yla konuşmanızda, Japonya’nın Türkiye’ye kıyasla daha batılı olduğunu söylemiştiniz. Zira Japonya’nın daha hoşgörülü bir toplum olduğunu söylemiştiniz.
Doğru. Benim için batılılaşma tuhaf ürünleri tüketmek değil. Batılılaşma, ifade özgürlüğü, demokrasi, eşitlikçi ve insanların haklarına ve onuruna saygı duyan bir toplum demek. İster kırsal kesimden Anadolular, isterse İstanbullu laikler iktidara gelsin, beni pek de ilgilendirmiyor. Ben zaten ikisine de yakın değilim. Beni ilgilendiren bireye verilen önem.