26 Mayıs 2015 17:25
İsmail Ağa Cemaati’nin içinde yer almış bir kaynağından aldığı değerlendirmeleri aktaran Prof. Tayfun Atay, cemaatin eskiden Fatih-Çarşamba merkezli küçük bir oluşum olduğunu, ancak şimdi sınırlarının Başakşehir’den Gebze’ye, Şile’den Yalova’ya kadar uzadığını yazdı. Tayfun Atay, kaynağının kendisine “Eskiden tabiri caizse kırık-dökük bir camide “kapalı bir topluluk” olarak sürdürülen faaliyetler şimdi TOKİ’lerdeki dairelerde çok daha şaşaalı koşullarda sürdürülüyor. Bu dairelerde toplanılıyor, zikir buralarda yapılıyor” dediğini aktardı.
Prof. Atay, İsmail Ağa Nakşibendi Cemaati şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu’nun ardından 15 civarında yeni şeyh adayının olduğunu ifade ederek, kamuoyunda Cübbeli Ahmet Hoca olarak bilinen Ahmet Mahmut Ünlü’nün de olduğunu yazdı.
Tayfun Atay’ın Cumhuriyet gazetesinin bugünkü (26 Mayıs 2015) nüshasında yayımlanan, “Cemaatler” yazı dizisinin dördüncü bölümü şöyle:
Bir şeyhin vefatı, her tarikat çevresi için travmatiktir. Mutlaka önde gelen “halife”ler, şeyhin yerini doldurmak için birbirleriyle rekabet içine girerler. Ama yine de ortada hepi-topu bir elin parmağını geçmeyecek sayıda aday olur.
Fakat bir şeyhin vefatı beklentisine girmiş tarikat çevresinin içinde neredeyse 15 civarında yeni şeyh adayının ortalıkta dolaşıyor olması, duyup da kolay kolay inanılabilecek bir durum olmasa gerektir.
Gerektir de İsmail Ağa Nakşibendi Cemaati, bu çevreyi iyi takip eden kimilerinin iddiasına göre tam da bu durumda!..
İskenderpaşa çevresinin efsane şeyhi Mehmed Zahid Kotku’nun 1980 yılında ölümünden sonra önü açılmış İsmail Ağa Nakşibendi Cemaati şeyhi Mahmut Ustaosmanoğlu, daha popüler namıyla “Mahmut Hoca”, ağır sağlık sorunları nedeniyle hâlihazırda yakınları tarafından sürekli bakım ve müşahede altında tutulmakta. Allah gecinden versin, onun vefatının en mütevazı tahminle 300-400 bin civarında cemaat mensubu (sayının 1 milyon olduğu iddiaları da var) açısından büyük bir keder ve sarsıntıyı beraberinde getireceğine kuşku yok.
Ancak öte yandan “Büyükşeyh”in “irtihali” sonrasında tarikatın samimi ve gariban müritlerinin hüzünlü sarsıntısına, “yukarı” katmanlarda şeyhlik mücadelesi vermeye başlayacak olanların haşin sarsıntısının da eşlik edeceğine kesin gözüyle bakılıyor.
Bunları kaydetmeye sevk eden ilk bilgi, yıllardır bu memlekette siyasetinden tasavvufuna kadar açılan yelpazede İslami hareketin içinde olan bir ismin “Mahmut Hoca öldüğünde en az 15 tane şeyhliğe soyunacak hoca var; bunların her birinin de vakfı var” demesiyle geldi.
Görüştüğümüz başka isimler rakamı abartılı buldu ve “Olsa olsa üç hoca arasında yarış olur ve Cübbeli de bunlardan biri” şeklinde bir değerlendirmede bulundular.
Fakat bunu tekrar gündeme getirdiğimizde “en az 15 aday çıkar” diyen dostumuz adeta makineli tüfek gibi isimleri sıralamaya başladı: Kemal Hoca, Mehmet Talu Hoca, Cübbeli Hoca, Abdülmetin Hoca, Hasan Hoca, Kerim Hoca, Abdullah Hoca... Gerisini takip edemedim, yazamadım!..
Bu noktada tartışmaya bir başka ve yine İsmail Ağa Cemaati’ni hem içeriden deneyimlemiş, hem de “sosyolojik” bir duyarlılıkla dışarıdan gözlemlemekte olan bir dostumuz katıldı:
“Bu çevrelere bakarken herkes 2000’ler öncesi bir çerçeveden konuşuyor. Durum çok değişti son 10-15 yılda. Bunlar artık herkesin ‘maişet kapısı’ olarak gördüğü kurumlar. ‘İsmail Ağa’ denilen yer, eskiden İstanbul’da Fatih-Çarşamba merkezli küçük bir oluşumdu. Şimdi o ‘Fatih-Çarşamba’nın bir ucu Kayabaşı’nda (İstanbul’un Başakşehir tarafında en uç noktası) diğer ucu Gebze’de; bir ucu Şile’de, diğer ucu Yalova’da... Yani İsmail Ağa, artık Çarşamba ile sınırlı olmayan, sınırı nerede başlar, nerede biter belirsiz, o kadar kolay elle tutulur-gözle görülür bir oluşum değil. O yüzden tabii ki Mahmut Hoca’dan sonra ne olacağı da ürkütücü bir muamma. Ne 15’i, ben daha da fazla aday çıkacağı kanısındayım şeyhlik iddiası için!..”
Bu söylenenleri tamamlayıcı mahiyette Türkiye’deki sosyo- ekonomik değişimin tarikatın kültürüne, nasıl yansıdığını çarpıcı biçimde özetleyecek nokta da şu:
Eskiden tabiri caizse kırık-dökük bir camide “kapalı bir topluluk” olarak sürdürülen faaliyetler şimdi TOKİ’lerdeki dairelerde çok daha şaşaalı koşullarda sürdürülüyor. Bu dairelerde toplanılıyor, zikir buralarda yapılıyor.
Anlaşılan o ki Türkiye’deki TOKİ açılımı, İsmail Ağa’yı da açmış. Tarikat, TOKİ’lere açılmış.
Recep Tayyip Erdoğan, geçen Ağustos ayında Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi İsmailağa Cemaati lideri Mahmut Ustaosmanoğlu’nu Çavuşbaşı’ndaki evinde ziyaret etmiş, bu ziyaretin fotoğrafları internette paylaşılmıştı. Cemaat tarafından yapılan açıklamada ise Erdoğan’ın Ustaosmanoğlu’ndan hayır duasını ve himmetlerini istediği belirtilmişti.
Bu tablo, bir zamanlar Türkiye’nin en mutaassıp ve “modernlik” karşısında en çatık-kaşlı Nakşi çevresine ilişkin bir yeni durumu aksettirdiği için, en çok bu nedenle ilgiye ve üzerinde düşünülmeye değer. O yüzden kısa bir tarihsel özet geçmekte yarar var.
Mahmut Hoca öncülüğünde ortaya çıkan İsmail Ağa Cemaati, Nakşiliğin kolları arasında Türkiye’nin en içekapalı ve dini hayata geçirme hususunda da en katı disipline sahip çevresiydi. Mahmut Hoca, İslami normlardan en küçük bir sapmaya dahi müsamaha göstermeyen, sakalsız müridi de, tesettüre harfiyen uygun pardösü giyse bile çarşafa girmemiş “mümine”yi de kabul etmeyen bir çizgiye sahipti.
Böyleydi çünkü İsmail Ağa Cemaati, İstanbul gibi bir megakentte kaybolmuşluk hissi içindeki, ağırlıklı olarak Karadenizli göçmenlere hitap etmekteydi. Ruşen Çakır’ın 1990 yılına tarihlenen kitabında aktardıklarından hareketle diyebiliriz ki “modern” bir yaşam biçiminin ortasında kendini güvende hissetmeyen göçmenlerin, bu yaşam biçiminden duydukları korkunun ve ona direnişin sesi olarak sosyolojik mahiyetini kazanmış bir çevreydi bu.
İçe dönük, dışa kapalı, gelenekçi ve modernliğe antipatik bu çevrenin yapısı, 1990’lardan itibaren değişmeye başladı. En temel olarak, İstanbul’da kendilerini yabancı, yalnız, kaybolmuş hisseden göçmen nüfus, giderek çoğaldı ve bu hislerden uzaklaşarak kenti sahiplenir hale geldi. Yani “getto”, şehrin efendisi oldu! O yüzden bir dönem Fatih-Çarşamba’da kendisini dış dünyaya kapatmış cemaat, gayet cüretkâr biçimde kendini kentin her yerinde, hatta en sosyetik muhitlerinde bile dışa vurur hale geldi.
Tabii sürece katalizör olacak mahiyette “28 Şubat”ın etkisini unutmamak gerekir. Darbe’nin ekranlara sıkça düşen bir icraatı, Fatih-Çarşamba’daki cemaat mensuplarının kılık-kıyafet açısından “tedip edilme” girişimleriydi. Cemaat, bu süreçte kamuoyunun gündemine sıkça gelip, çokça eza çeken çevrelerden biri olarak görüldü, daha doğrusu “görüntülendi”. Bunun, özellikle 28 Şubat “mağduriyeti”nden çıkan AKP iktidarı nezdinde cemaatin itibarını artıran bir durum olduğu düşünülebilir.
Bir diğer neden olarak, 1990’lardan itibaren Türkiye’de özel televizyonların yaygınlaşmasıyla ortaya çıkan, sonrasında başta internet olmak üzere diğer medya teknolojilerinin eklenmesiyle daha da ivme kazanan medyatik patlama zikredilebilir. Bunun sonucunda görsellik, hayatın içinde en önemli unsur haline geldi. “Görsel kültür” Türkiye’sinde kural, artık her şeyin ancak görünür olabilirse var olabileceğiydi.
İçe kapalı İsmailağa Cemaati’nin memleketteki bu yeni havadan etkilenmediğini söylemek zor. Nitekim bugün Cemaat’in içinden Cübbeli Ahmet Hoca gibi medyatik ve mizahî bir figürün çıkmasının da bu gelişmeyle bağı kurulabilir. İsmailağa Cemaati’nin yükselişinin, yukarıda da belirttiğimiz üzere, Şeyh Mehmed Zahid Kotku’nun İskenderpaşa Cemaati’nin inişe geçmesiyle de ilişkisi var tabii. Aralarında bir “müritmürşit” ilişkisi olmasa da Mahmut Hoca, Şeyh Kotku’ya karşı hürmetkâr olmuş ve o sağken hayli mütevazı bir irşat faaliyeti sürdürmüştü. Kotku’nun vefatı, Mahmut Hoca’nın da önünü açtı. Çünkü “tarikat İslâmı”nın talep ettiği geleneksel karizma, İskenderpaşa’nın yeni şeyhi, Kotku’nun damadı ve “daha çok mektepli” Profesör Esad Coşan’dan ziyade “daha çok alaylı” Mahmut Hoca’da mevcuttu. Bu süreçte İsmail Ağa Cemaati İstanbul “taşra”sının hâkim Nakşî çevresi oldu. Oradan da Türkiye taşrasına alabildiğine açılmak çok zor olmadı.
İsmail Ağa Cemaati, Gülen Cemaati’nin AKP ile “koalisyon” ilişkisinin gölgesinde “sessiz ve derinden” bir yol alış pratiği sergiledi. Bu sessiz ve derinden gidişin kamuoyuna faş olduğu ender noktalardan biri, İlhan Cihaner’in Erzincan Cumhuriyet Başsavcılığı yaptığı 2006 yılında tarikatın ildeki faaliyetlerine ilişkin başlattığı soruşturmaydı. O dönemde kamuoyunda büyük yankı uyandıran ve Erzurum Özel Yetkili Savcılığı ile Erzurum Cumhuriyet Başsavcılığı’nı “kafa kafaya getirmiş” olay, bu cemaatin Türkiye’de nasıl ve ne ölçekte yayıldığına ilişkin fikir verici mahiyet arz eder. Tarikat, çok büyümüştü, ama bunun dışa yansıyan görüntüsü ona dışarıdan bakanlar için ürkütücü olduğu kadar, içe yansıyan görüntüsü de “içeridekiler” açışından hayli ürkütücüydü. Çünkü Mahmut Hoca’dan sonra kıran kırana bir iktidar mücadelesinin işaretleri ayan beyan ortadaydı.
Tarikatın bugün içinde bulunduğu kırılgan, pare pare olmaya müsait, herkesin birbirine adeta pamuk ipliğiyle bağlanmış durumunun ise iki talihsiz olayla ilişkisi kurulmakta. Birleştirici kapasiteye sahip iki önemli ismin öldürülmesi bunlar. Birincisi Mahmut Hoca’nın damadı Hızır Ali Muratoğlu. O, 1998 yılında İsmail Ağa Camii’nde öldürüldü. Diğeri daha yakın bir zamana 2006’ya tarihlenen ve Cemaat’in bir diğer önde gelen, çok sevilen, Mahmut Hoca sonrasında da ümit bağlanan ismi Bayram Ali Öztürk’ün yine İsmail Ağa Camii’nde cinayete kurban gitmesi.
Görüştüğümüz kişiler, aslında İsmail Ağa’nın can damarlarının bu iki cinayetle kesildiği noktasında hemfikir: “Bunlar, 20-30 bin ciltlik kütüphanesi olan, medrese ile tekke geleneğini ‘mezcedebilmiş’ (birleştirmiş) adamlardı. Öyle fetva verme heveslisi de değillerdi; tam ‘ehl-i tasavvuf’ yani... Bu iki ismin ölümü büyük kayıp oldu.”
Dolayısıyla Cemaat ne kadar büyümüş olursa olsun bu iki kayıpla “niteliksel” anlamda çok ama çok küçüldüğünü düşünen kaynaklarımız, bu cinayetlerin arkasında “derin devlet” parmağı, bağlantısı olma ihtimali noktasında da hemfikirler.
Böylesi toparlayıcı, farklı unsurları organik bir bütünlük içinde tutabilecek dinsel- entelektüel yetkinlikte insanlar kalmayınca İsmail Ağa Cemaati’nin artan mensup sayısı, niteliksel açıdan da karmaşıklaşan yapısı nedeniyle ortaya hayli curcuna içinde bir görüntü çıktı. Görüştüğümüz bir kişinin bu konuda verdiği örnek şu: “Mesela ben Spinoza’dan bahsettiğimde, işte bu benim ihtiyacım olan şey diyen de var, ‘Hımmm’ diye soru işareti ile yaklaşıp, muhtemelen beni ‘kâfir mukallidi’ sayarak uzak duran da...”
Tabii iş, yine dönüp dolaşıp 2000’li yıllar Türkiye’sinde küresel tüketim kapitalizminin etkisine ve bunlarla bağlantılı olarak bir dindar-muhafazakâr iktidarın “İnşaat Ya Resulullah” sloganı etrafında özetlenebilecek performansına geliyor. Buna ilişkin veciz bir ifade şu: “2002’den sonraki Türkiye’de dindarlık, Mekke’nin Fethi’nden sonraki dindarlıktır. Rantiye dindarlığı yani!..”
Bu, yazı dizimizin ilk bölümünde etraflıca işaret ettiğimiz üzere tarikatlar açısından da geçerli. O yüzden “2000’lere kadar bu hareketler dini-siyasi açıdan iktidar-karşıtı konumdaydılar” diyen biri, şöyle devam ediyor: “2000-sonrası artık öyle değil. İktidar nimetlerinden nasiplenme hevesi-telaşı var.”
Bu gelişmelerle de bağlantılı olarak Mahmut Hoca’nın yakınları, onu gözlerden uzak tutmaya azami özen gösteriyor! Çünkü anlaşılan o ki “Büyükşeyh”, devasa bir büyüklük kazanmış Cemaat bünyesinde pek çokları için manevi kıymetinden çok “maddi” kıymetiyle yanına yaklaşılmaya çalışılan bir figür haline gelmiş! Yani, teşbihte hata olmaz, “metalaştırılmış”!.. Şu sözler, olup bitenlere aşina bir kaynaktan:
“Mahmut Hoca ağır hasta, ama konuşamıyor değil. Konuşuyor ama çıkmıyor. Çıkarmıyorlar daha doğrusu. Çünkü çıkarınca herkes kullanmaya çalışıyor.”
Böyle bir tabloda Mahmut Hoca’nın durumunun artık daha ziyade “sembolik” hale geldiği anlaşılıyor. Ve bu bakımdan da görüştüğümüz genç bir dostumuzun, sürecin ekonomi-politik mahiyetinden öte sosyolojisine ilişkin şu muhteşem saptaması, “son söz” olmaya hak kazanıyor:
“Cemaat bünyesinde Mahmut Hoca artık bir ‘iktidar simülasyonu’. Ama iktidar değil...”
Fransız sosyolog Jean Baudrillard’ın günümüz dünyasının halini, daha doğrusu hâli pür melalini açıklama yolunda işlerliğe soktuğu “simülasyon” kavramı, anlamını yitirmiş bir toplumsallığın maddi olarak sahip olduklarını yitirmeme yolunda, bitmişliğinin gizlenmeye çalışıldığı evreni tanımlar. Simülasyon, olmayan bir şeyi var gibi göstermektir. Simülasyon evreninde “toplumsal” biter, “kitle” başlar ve kitle, toplumsalın içi boş ve anlamını yitirmiş biçimidir.
Umarım bu biraz uzun ve “akademik” paragraf, İsmail Ağa Cemaati’nin yukarıda betimlemeye çalıştığımız şekilde Fatih-Çarşamba’dan Türkiye’ye açılan “kitleselleşme”si ve onun “Büyükşeyh”i Mahmut Hoca”nın “iktidar simülasyonu” olmasıyla ne denmek istendiği üzerine düşünme yolunda yardımcı olur!..
Baudrillard’ın simülasyon evreni, basitçe belirtmek gerekirse hem teknolojik, hem de özellikle “kültürel” açıdan medyanın hayatımıza hâkim olduğu bir zaman ve zemine karşılık gelir. Çünkü televizyon ekranı, her şeyi bir sahne olarak göstermeye çalışırken, hiçbir şeyin bir sahne olmadığını da gösteren bir araçtır. O yüzden medya, bir tarih sahnesinin, bir tiyatro sahnesinin, bir politika sahnesinin aslında ortadan kalktığını gösteren bir kanıttır.
Dolayısıyla bir tekke ya da dergâh sahnesinin de ortadan kalktığını gösteren bir kanıt!..
Bu “kanıt”a vasıl olma yolunda da Muhterem Cübbeli Ahmet Hoca’mızın yamacına yönelmemiz kaçınılmaz... Yarın!..
(Not: Bu yazıda Baudrillard ve “simülasyon” üzerine not edilenler, Oğuz Adanır’ın 2008 basımı kıymetli kitabı “Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler”den alınmıştır.)
© Tüm hakları saklıdır.