İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları'nın sahnelediği "Günlük Müstehcen Sırlar" oyununu müstehcen olduğu gerekçesiyle eleştirmesi tartışmalara neden olan Prof. İskender Pala, Zaman gazetesindeki son yazısında "müstehcen türküler" çıkışı yaptı.
Pala, Zaman'da yayımlanan (11 Eylül 2012) "Türküler, ah türkülerimiz!.." başlıklı yazısında müstehcen olduğu ve kadının aşağılandığını belirttiği türkülerin TRT repertuvarından çıkarılmasını önerdi. Pala'nın yazısı şöyle:
Türküler, ah türkülerimiz!...
Türküler canlılar gibi doğar, az veya çok yaşar, ama canlılar gibi ölmezler. Bazen bir huzurevinin odasında, bazen bir ıssız sahil evinde, bazen de sokaklarda kimsesiz ve yalnız yaşamaya çalışırlar.
Unutulmuş aile büyüklerimiz gibidir çoğu, bayramda seyranda uğradığımız. Hayata tutunmaları için ya toplumu çok derinden etkilemiş bir hikâyeleri, ya kulaklardan çıkmayan terennüm dolu sesleri, yahut sanat ve estetik bakımından fevkalade güzel olmaları gerekir. Tıpkı insan gibi, türkülerin de doğdukları ve genç oldukları zamanlar hep aynı cazibe ve ihtişamla devam etmez. Üstelik zaman içinde onları değişime zorlayan, kendi istekleri dışında onları değiştiren, yöreden yöreye şekil ve desen biçen, söz ve terennüm giyindiren birileri çıkacaktır. Özünden ayrılma, elbette yok olmayı ve göz ardı edilmeyi hızlandırır.
Türküler tıpkı bizler gibi söyleyen ağızlara göre, yöreye göre, bölgelere göre özellikler barındırırlar. İçlerinde yaratılıştan gelen bir zeybek veya horon kimliği kadar ağıt, bozlak, hoyrat, divan, kerem, koşma, maya veya oturak tavırları da vardır. Türküler insanlar gibi çeşit çeşit ve hatta alacası içindedir. Belki insanlardan daha özgür ve özgündür, bu yüzden haykırışları gökkubbeyi çınlatır. Bir türkünün ezgileri arasında bir yiğidin aşkıyla insan sevgisini, tabiat tutkusuyla ağıt hüznünü, kahramanlığıyla eğlencesini birlikte görürüz. Onlar kırsalların berrak yüzlü çocuklarıdır da doğduklarında tıpkı köy çocukları gibi kafakâğıtları bulunmaz, hüviyetleri sonradan yazılır. Hani bir tarlada çalışır, bir dağın yamacında haykırır, bir zirvede çığlık koparır gibi şehre ve medeniyete uzak, belki biraz yalnız, biraz küskündür. Gel gelelim bir zirvede koparılan çığlığın yankısı kadar o çığlığı koparan yüreğin yangını da etkilidir. Bir sazın tellerine bağlanıp bir mızrap onu yurdun dört bucağında dolaştırırken yer yer özgürlüğünü kısmen kaybeder, kafeste bir aslan misali kükreyişlerinde azalma olur. Artık türkünün kendi yurdundaki hikâyesi değişmeye, sesi başkalaşmaya, hüzün veya sevinci şekilden şekle girmeye, bazen zenginleşmeye, bazen fakirleşmeye yüz tutar. Yemen türküsünü dinlediğiniz zamanı değiştirin isterseniz, yasta değil de düğünde okuyunuz, farkı ve duyarlılık derecesini göreceksiniz. Tıpkı bunun gibi, türkülerin okunduğu mekân ve coğrafya da önemlidir. Karadeniz sahiline gidince "gemiciler kalkalım" diye uşakları uyandırmak varken "Kalktı göç eyledi Avşar elleri" diye haykırdığınızda, Çanakkale içinde vurulanlara "Bitez yalısı"nı okuduğunuzda belki de türkü denen nazenin güzel, saçının tellerinin acımasızca çekildiğini hissediyor, yerine düşmeyen güzel misali yerine yerine geziniyor oluverir. Bu sözümüzden türküler yalnızca yakıldığı yerde okunsun demek istediğimiz sanılmasın, hayır, bir türkünün ruhuna ancak kendi yurdunda vâkıf olunabilir demeye çalışıyoruz. Yürekler yakan ve ciğerler kanatan hüzünlü bir ezgi, o sesin koptuğu mekânda ruh bulur çünkü, insanı hayran bırakan bir güzellik, ancak kendi tenasübü içinde canlanır. Türkülerin ruhuna varmak isteyenler, bana göre, Alaşehir ovasında "Tutam yar elinden tutam / Çıkam dağlara dağlara" diyerek, Bodrum kumsallarında Sarı Zeybek yerine Köroğlu türküsü okuyup Bolu Beyi'ne tehdit selamı göndererek veya Kızılırmak ile Meriç türkülerini birbiri yerine okuyarak, Altın hızma Kerkük ağzıyla Urfalıyım ezelden diyerek, Edremit Van'a bakar derken Balıkesir Edremit'e gidip Kalenin bedenlerini sayarak, Bitlis'in beş minaresine Çanakkale'de Evreşe yollarından yürüyerek, İstanbul'da kadifeden kese içine Deryalar'ı sığdırmaya kalkarak, Denizli'nin Çil Horoz'unu Erzurum'da uzun hava ile tokuşturarak amaçlarına ulaşamazlar.
Türküler, anamızın ak sütü kadar temiz, hayatın kaynağı olan su kadar aziz ve öz kimliğimiz kadar asildir. Gel gelelim bazı türküler vardır ki maalesef eski oturak âlemlerinin veya cinsel sapkınlıkların sözcülüğünü yapar gibidir. Hazret-i Pir'in eşiğinde hiçbir Konyalının "Haniya da benim elli direm yoğurdum" diye gezip dolanacağı düşünülemez. Elbette türküler Anadolu insanının duygularını özgürce anlattıkları dizeler içerir ama bu, erotik denecek kadar müstehçen, ahlak değerlerini hiçe sayan, kadını aşağılayan söylemlerin propagandasını yapmalarını da mazur göstermez. TRT repertuarında bile kadını aşağılayan, onu alınıp satılır bir cinsel meta gibi gösteren pek çok türkü yer almaktadır. Ne dersiniz, kadını aşağılayan türkülerin ayıklanması bir ihtiyaç değil midir?!..