Gündem

İnci Aral: Maraş'tan döndükten sonra bir ay konuşmamışım

İnci Aral, 33 yıl önce yaşanan Kahramanmaraş katliamının ardından bir ay boyunca konuşamadığını söyledi.

26 Aralık 2011 02:00

T24 - Türk edebiyatının ünlü yazarlarından İnci Aral, 33 yıl önce yaşanan Kahramanmaraş katliamının ardından bir ay boyunca konuşamadığını söyledi. Aral, "Eşimin söylediğine göre bir ay filan doğru düzgün hiç konuşmamışım. Travma yaşadım resmen. Ama sonra kendimi toparlayıp avukatı aradım. Maraş davası başlamıştı" dedi.


Radikal gazetesinden Ezgi Başaran'ın "Maraş'tan döndükten sonra bir ay konuşmamışım" başlığıyla yayımlanan (26 Aralık 2011) yazısı şöyle:


Maraş'tan döndükten sonra bir ay konuşmamışım

Katliamdan bir yıl sonra köyleri gezip kitap yazan İnci Aral, "Ecevit ürktü, dosya kapandı" derken bir de endişesi var: Yine katliam olabilir.


Maraş'tan döndükten sonra bir ay konuşmamışım

Neden

Türk edebiyatının önemli isimlerinden yazar İnci Aral, Maraş katliamını en iyi bilenlerden. Çünkü katliamın üstünden bir yıl geçmişti, o Alevilerin sığındığı köylere gitti. Tanıklarla tek tek görüştü ve 1983’te dokuz öyküden oluşan Kıran Resimleri’ni yazdı. Hem kitabı yazma sürecini hem de gördüklerini anlattı. Bir de vahim endişesini paylaştı. 


Maraş katliamı olduğu günlerde neredeydiniz?

Ankara’da Gazi Eğitim Enstitüsü’nde öğretmendim. Bizim okulda da olaylar oldu. Okul, ülkücüler tarafından basılıp, müdür yardımcısı bacağından yaralanınca kapatıldı. Bu arada Maraş olaylarından çok etkilenmiştim. Basın çok korkunç fotoğraflar geçiyordu. 


1979’da bir gece Maraş’a giden bir otobüse bindiniz. Neden?

Okul kapandığı için vaktim vardı. Bir gün çocuklarımı görmeye ızmir’e gitmiştim, ani bir kararla ızmir’den Maraş otobüsüne bindim. 16-17 saatlik bir yolculuk yaptım. Hiç kimseyi tanımıyordum. Sadece bir avukat arkadaşım, Maraş’ta tanıdığı başka bir avukatın adresini vermişti. O kadar. Sabah çantam elimde şehre indim. Avukat yerinde yoktu. Yardımcısı ‘Bugün gelmez’ deyince, anlattım: Buraya Maraş’ta bir yıl önce ne olduğunu anlamak, mağdurlarla görüşmek için geldim. ‘O zaman’, dedi yardımcısı, ‘Köylere gitmeniz lazım. şehirde hiç Alevi kalmadı’. Köylere nasıl gideceğim peki? Yolun karşısındaki minibüsleri gösterdi. Çıktım, durağa gittim. Orta yaşlı, iri-yarı bir kadın duruyordu. Herhalde çok yabancı görünmüş olacağım ki, bana niçin geldiğimi, kim olduğumu sordu. Söyledim. ‘Gel benimle’ dedi, ‘Seni götüreyim.’ Adeta beni koltuğunun altına aldı. 


Kimmiş o kadın?


Aleviler güvenlik sebebiyle şehirden köylere göçmüş ve kendilerine orada izole bir alan yaratmışlar. O kadın da köylerde sözü geçen biriymiş, sonradan anladım. Ördekdede Köyü’nde inince önce sağ taraftaki kalabalığa Kürtçe bir şeyler söyledi. Bir hareketlenme oldu. Bayırdan aşağı biraz daha ilerledik, soldaki kalabalığa eliyle bir şeyler işaret etti. Sonra evine vardık, yarım saat geçmeden onlarca kişi evine dolmuştu. 


Neden?


Hepsinin bana anlatacak hikâyesi vardı çünkü. Kadıncağız onları bu yüzden çağırmıştı. Hemen çaylar, keteler yapıldı. Öğleden gece yarısına kadar konuştuk. 


Neydi ilk duyduklarınız?


Herkesin hikâyesi farklı ama aslında aynıydı. Birdenbire, beklenmedik saldırıyla karşılaşmışlar. Olaylardan önce bazı emareler var ama bu kadar gözü dönmüş bir kalabalıkla karşılaşacaklarını hiç ummamışlar. O kalabalık içinde komşuları, uzaktan hısım, akrabaları da var. En önce yaşadıkları bu şoku anlattılar. O tanıdıklarına sürekli hatırlatıyorlarmış. 


Neyi hatırlatıyorlarmış?


Ya biz seninle komşu değil miydik, sen oğlumun kirvesi değil miydin, ne yapıyorsunuz, delirdiniz mi… Bu şekilde hatırlatıyorlarmış olaylar sırasında. Ama fayda etmemiş. Çünkü ‘Bırak komşuluğu, siz Müslüman bile değilsiniz’ cevabını alıyorlarmış. 


Şehirdeki genel hava nasıldı olayların birinci yılında?


Maraş’a inip avukatın ofisini ararken gördüm, yanmış, yıkılmış, iskeletleri kalmış evleri, daha doğrusu simsiyah beton öbeklerini. Terk edilmişlerdi. Aleviler her şeylerinden olup, köyde tek bir dam edinmişlerdi kendilerine. Abartmıyorum, büyükçe bir oda düşünün, bir köşesi mutfak olarak kullanılıyor, bir bölümünde oturuluyor, bir yerinde de uyunuyor. ışyerleri yağmalandığı için geçinemez hale de gelmişlerdi. Hangi eve gittiysem, yedikleri şey aynıydı: Bulgur pilavı, yeşil soğan, sac yufkası ve ayran. 


Size nasıl güvendiler?


Bilmiyorum, insan tanımak konusunda acı tecrübeleri olduğundan bu konuda ustalaşmışlardı. Bir de birilerine anlatmak, içlerini dökmek istiyorlardı. “Bizi unuttular, sen dinle ve burada duyduklarını herkese anlat ki bilinsin” diyorlardı. ılk gece o evde duyduklarıma pek inanamıştım ama. 


O kadar korkunçtu değil mi?


İnanılmazdı, inanmak da istemedim işin doğrusu. Kadınlara tecavüz edildiğini, hamile karınların deşilip ceninlerin çıkartıldığını, genç kızların memelerinin kesilip ağaçlara çivilendiğini duymak kolay olmuyor. Ertesi gün beni başka bir köye gönderdiler. O köyün büyüğüne emanet ederek. Bir motorun arkasına binip gittim. Aynı manzaralar. Her gece başka bir evde kalıyordum. Kadın, erkek, çocuklar, hep beraber tek yer yatağına sığışarak. Ama benim üstüme en güzel yorganlar örtülüyordu. 


Kaç köy gezdiniz?


10 günde 10 köy. Ve üçüncü, dördüncü, beşinci defa aynı vahşet dolu hikâyeleri dinleyince, inanmak istemediğim her şeye inanmak zorunda kaldım. Hiç kayıt cihazı kullanmadım ve onlara “Sizin isimlerinizi kullanmadan yazacağım” dedim. Kızdılar bana. Hayır, isimlerimizle yazabilirsin, mağdur olan biziz, yaz ki hatırlasınlar dediler. Fakat daha oraya giderken, bir yazar olarak röportaj tuzağına düşmemeye karar vermiştim. Dolayısıyla onları dinlerken kendilerine özgü anlatım biçimlerini belleğime işlemekle yetindim. Mesela bir kadın, katliamın olduğu sabahı müthiş anlatmıştı: “Havasız şeyler dönüyordu.” 


Maraş’tan ayrıldıktan sonra farklı biri miydiniz?


Evet. Eşimin söylediğine göre bir ay filan doğru düzgün hiç konuşmamışım. Travma yaşadım resmen. Ama sonra kendimi toparlayıp avukatı aradım. Maraş davası başlamıştı ve benim dosyalara ihtiyacım vardı. Bana tanık ifadelerinin stenoyla tutulmuş notlarını verdi. 40 klasör filan. Hepsini okudum. Duygudan duyguya savruluyordum. Bazen ağlıyordum, bazen de duruşma salonunda yaşanan trajikomik olaylara gülüyordum. Bir de tabii, sevdiğim ve belleğime kaydettiğim o dili tutanaklarda da buldum. Bir yılda yazdım Kıran Resimleri’ni. Bir öyküyü yazıyordum, sonra tekrar başına oturmaya korkuyordum. Çünkü yazarken çok acı çektim ben. O şiddeti anlatmak çok zordu. 


Öykülerin büyük çoğunluğunda ana karakter kadınlar…


Çünkü böyle katliamlardan, savaşlardan en büyük yarayı onlar alır. Bir de kadınlar öyle detaylı anlatmışlardı ki olayları… Örneğin erkekler şöyle yansıtıyor: “Dışarıdan bir ses duydum. Cama çıktım, eli sopalı, baltalı bir kalabalık geliyor. Ayıptır, yapmayın etmeyin diyoruz. Dinlemiyorlar. Evlerimizi yaktılar. Vurdular, öldüler.” Kadınlar ise hayatta kalma refleksleri nedeniyle ayrıntıları çok daha net görüyorlar. Katliam havasını anlatmaya iki gün önceden başlıyor, en küçük detaylara kadar veriyorlar. Ve uğradıkları kötülükten inatla davacı oluyorlar. 


Üç öğretmenin cenazesinden sonra bir felaketin yaklaştığını hissetmişler değil mi?


Evet. Zaten aksi mümkün değil, çünkü belediye hoparlörlerinden ‘Komünistler ve Aleviler öldürdü’ diye anonslar yapılıyor. Yine de darbenin dost bildikleri kişilerden geleceğini tahmin etmiyorlar. Çünkü aslında Alevi ve Sünniler arasında o güne kadar çok yakın ilişkiler var. Hatta bazı olaylara katılmayan Sünniler, Alevileri evlerinde saklamışlar. Ama tabii çok az. 


Köylerde size katliamın olduğu gün şehre gelen milli piyangoculardan, Amerikalı asker
Alexander Peck’ten bahsedilmiş miydi?


Hayır, o günlerde bundan söz edilmiyordu. Fakat sonradan bu olayın önceden, nisan ayı gibi ve Malatya, Maraş ve Sivas olmak üzere üç ilde planlandığını öğrenmiştik. Arkasında da NATO’ya bağlı Gladyo’nun olduğu söyleniyordu. Çünkü mesela tam nisan ayında Alparslan Türkeş’in ‘oralar karışacak’ dediğini biliyoruz. Yine o aylarda Malatya belediye başkanına gönderilen bombalı paket var. Fakat ÜGD (Ülkücü Gençlik Derneği) ve benzeri birkaç örgüte operasyon yapılarak aylar önceki girişim durdurulmuştu. Ama Maraş’ta maalesef başarılı olunamadı. Asıl amaç Ecevit hükümetini düşürmek ve 12 Eylül’e giden yolu hızlandırmaktı, sanıyorum. 


Siz de dış mihraklar diyorsunuz?


Orada dinlediğim hikâyelerin hepsinde şu önemli detay vardı: Aleviler Maraş’ta ekonomik olarak daha iyi durumdaydı. Sünni kesim ise yoksuldu. Komşu komşuya birkaç piyangocu ve Amerikalı asker yüzünden düşer mi diye sorguluyoruz ya… ışte öncesinde insanlara ‘Aleviler bu toprakların kaymağını yiyor, size bir şey kalmıyor’ propagandası yapılmış. Benim Maraş’ta gördüğüm şey, kitabın başına da koyduğum Turgut Uyar cümlesidir: ‘Ve zoraki karmaşıklığını gördüler. Kan dökmenin ve ucuza gitmenin.’ 


Sonra davayı da izlediniz mi?


İçim acıyarak. Ben o süreçte o kadar yıprandım ki, 10 yıl sürecek bir migren sahibi oldum. Bu katliamın suçluları hiçbir zaman tam olarak bulunamadı. Çünkü planlayanlar kullandıkları kişileri sonra da kolladı. Açıklanamayan şeyler var. Mesela avukatlar resmen suçluların isimlerini veriyor. Hatta bazıları en son askerlerin ayaklarına kurşun sıkarak durdurduğu grubun en önündeki kişilerdi. Hastaneye kaldırılmışlar ama hastane kayıtlarında görünmüyorlar. Hastane başhekiminden, belediyede o anonsları yapanlara kadar o kadar farklı kişiler kullanılmış ki… Ama sonuçta bu kişilere hiç ulaşılamadı. ışte Ecevit, bu meselenin daha fazla kurcalanmasını istemedi ve Maraş dosyası kapatıldı. Böyle olduğunu biliyorum. 


Nereden biliyorsunuz?


10 yıl önce ızmir’deki imza günüme bir bey geldi ve bana kendini “Ben Özdemir’im” diye tanıttı. Önce kaldım sonra öykülerimden birine adını veren karakterden söz ettiğini anladım. “Ben o davaya bakan yargıçlardan biriyim. Biz o davanın altından kalkamadık. Ama yapacak hiçbir şey yoktu çünkü baskı altındaydık” dedi. Ecevit, Gladyo’dan ürktüğü için üstüne gitmedi zannediyorum. Olay o zamanki solun üstüne yıkılarak bitirildi. Köydeki kadınlardan biri anlatmıştı: İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı hükümet konağından çıkarken yeldirmesini başına atıp yakasına yapışıp silkelemiş adamı. ‘Seni adaletsiz!’ diye. ışte benim duygum budur. 


Hâlâ mı?


Evet. Ne sığınabileceğiniz bir hukuk sistemi ne de güvenebileceğiniz bir devlet var. Bir gün hiç yoluna çok büyük zararlara uğrayabilirsiniz. Demokratik olduğunu söyleyen bir ülkenin vatandaşı böyle hisseder mi? Ben ciddi bir endişe taşıyorum. 


Ne endişesi?


Maraş katliamının tekrarla-nabileceği endişesi… Bu saatten sonra Alevi-Sünni çatışması olur mu demeyin. Ben o bölgelerde bazı şeyler seziyorum. Ortadoğu’daki gelişmelere, Suriye’de olup bitenlere bakınca tedirgin oluyorum. Çünkü çok kolay kışkırtılan bir toplumuz. Aslında işin özü yüzleşmek, gerçek suçluları cezalandırmak. Maraş sanıkları arasında delil yetersizliğinden serbest kalıp, soyadını değiştirerek Meclis’e girenler oldu. Yani sonuçta hesabını hakkıyla kapatmadığınız her felaket tekrarlanabilir. 


Köylerde tanıştığınız kişilerle daha sonra görüştünüz mü?


Uzun yıllar mektuplaştık. Elif diye çok tatlı bir kız vardı. Ben bir yıl sonra yeniden gitmek istedim Maraş’a ve bunu Elif’e yazdım. Elif’in cevabı ürkütücüydü: ‘Abla sakın gelme. Burada 12 Eylül’de tutuklananlara ınci “Aral, Maraş’a niye geldi diye soruyorlar.” Ki daha kitap çıkmamıştı. Ben de hem kendimin hem de onların güvenliği için gitmedim. Elif sonra Avrupa’ya yerleşti ve öylece koptuk.


Alevileri yazmak için Alevi olmak mı lazım?


Alevilerin de tuhaf tavırları var. Örneğin 1990’da bana Avrupa Alevi Dernekleri Federasyonu telefon etti. Kıran Resimleri’ni okumuş. “Bu kitaptan kimsenin haberi var mı?” dedi. “Basıldı ama çok az okundu” deyince, “Bu kitabı bütün Aleviler okumalı, 500 bin basılmalı” diye isyan etti.
Yapılabileceğini söyledim. “Peki siz Alevi misiniz” dedi. Hayır dedim. Telefonu kapattı ve bir daha aramadı. Eğer ben Alevi olsaydım, bu kitabı yazmaya, Alevilerin de okumaya hakkı olacaktı. Böyle bir ülkede yaşıyoruz işte.