T24 - Gazeteci-yazar Uğur Mumcu'nun 24 Aralık 1993'te suikaste uğramasının ardından 17 yıl geçti. Suikasti gerçekleştirenler hala bulunamadı. Dün, TBMM Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu Başkanı Ersönmez Yarbay’ın, “bu cinayeti araştırırken dirençle karşılaştık” diyerek katilleri yakalamada katillerin bulunmasının neden engellemeye çalıştıkları sorusu akla geldi.
Star Gazetesi yazarı Ahmet Kekeç, Uğur Mumcu suikasti ardından Cumhuriyet gazetesine giderek İlhan Selçuk'a başsağlığı dilemesi ve orada yaşananları köşesine taşıdı. Kekeç'in "İlhan Selçuk’un tabancası!" başlıklı (19 Ocak 2009) yazısı şöyle:
Uğur Mumcu öldürüldüğünde, bir grup “öteki cenah gazetecisi” olarak Cumhuriyet gazetesine başsağlığına gitmiştik.
Bizi kapıda İlhan Selçuk karşıladı.
Berin Nadi’nin odasına çıktık.
İçeride Alev Coşkun ve Berin Nadi vardı.
Berin Hanım’la tanıştırıldık, Alev Coşkun’un “Efendim, cinayetin sağı solu dini ideolojisi olmaz, cinayet cinayettir” yollu, empati geliştirmeye çalışan nutkunu dinledik, Uğur Mumcu için açılmış deftere duygularımızı yazdık, cinayeti kınadık, katillerin bir an önce bulunmasını istedik, filan...
İsmi geçtiğinde hafif de olsa “ürperti” salan İlhan Selçuk’u, o günkü ziyaretimizde, verdiği imajın tersine, oldukça “candan” bulmuştum.
Mütevazıydı...
Daha da önemlisi, konukseverdi...
Hazır “dinleyici” yakalamışken, anılarına daldı, gazeteciliğin meşakkatlerini, Cumhuriyet gazetesinin geçtiği zorlukları ve gazeteciliğindeki kırılma noktalarını anlattı. Ben, Ali Suavi’yi anlattırmıştım. Akrabalıkları varmış... Yüzbaşı Selahattin’in anılarını, bu anıları eksik bırakıp bırakmadığını sormuştum...
Sakin bir ses tonuyla ve tane tane konuşuyordu.
İmajındaki celadetten eser yoktu.
Bu muydu “Madanoğlu cuntası”yla anılan, hatta cuntanın “iki numaralı” ismi olan İlhan Selçuk? Bütün o asker-sivil ortaklaşalığı ve dayanışmasının arkasında “fikir babası” olarak bu mütevazı adam mı bulunuyordu? “Asker siyasete karışmalı mı? Evet, karışmalı...” diyen İlhan Selçuk, bu İlhan Selçuk muydu? “Ziverbey”i faş ederken, esasında (zımnen de olsa) mevzun bir darbe hazırlığını itiraf eden, itiraf etmiş bulunan “sivil gazeteci” bu muydu?
Şaşırmıştım.
Bir ara, Uğur Mumcu’nun tehdit alıp almadığını sorduk.
Evet, alıyormuş.
Kendisi de tehdit alıyormuş.
Bilmem kaç zamandır da tabanca taşıyormuş.
Herhalde tehdidin ciddiyetini anlatabilmek için, çekmeceden tabancasını çıkarıp gösterdi, “Buyrun, bakabilirsiniz” dedi. Şaşırmış gibi yaptık. Ben ve Ulvi Alacakaptan uzaktan dikizlemekle yetindik, (yanlış hatırlamıyorsam) Abdurrahman Dilipak tabancayı aldı, inceliyormuş gibi yaptı, “inceleme halindeyken” de foto muhabirlerine poz verdi.
Bir gün, 90’lı yılların gazete arşivinden Dilipak’ın “müsellah” görüntüleriyle karşılaşırsanız “Bu nedir?” diye sormayın.
Bu, İlhan Selçuk’un tabancasıdır.
Mekan, Cumhuriyet gazetesidir.
Biz, “cenah gazetecileri” etiketi altında oradaydık.
Fakat, orada bulunuşumuzun insani gerekçeleri hep unutuldu, hep ıskalandı... Bunu, o gün, Alev Coşkun’un, iyi niyetli ve empati geliştirmeye çalışan nutkundan anlamalıydık. Sanki Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin arkasında “dini bir gerekçe” vardı ve saygıdeğer Alev Bey üzerimizdeki yükü almaya çalışıyordu, “mahcubiyetimizi” gideriyordu.
Biz cenah gazetecileri, bu mahcubiyeti hep taşıdık.
Daha doğrusu, “birileri” bize bunu taşıttı.
Handiyse, bu mahcubiyetle sınadık, bu mahcubiyetle ispat-ı vücut etmeye çalıştık.
Dün, TBMM Uğur Mumcu Cinayetini Araştırma Komisyonu Başkanı Ersönmez Yarbay’ın, “Bu cinayeti araştırırken dirençle karşılaştık” sözlerini okuyunca aklıma geldi.
Kaç yıldır Uğur Mumcu’ya katil aranıyor.
Birileri bulunuyor...
Fakat bulunanlar, belli bir zaman sonra “sessiz sedasız” salıveriliyor.
Ben bu cinayetin, Uğur Mumcu’ya katil arama aculluğu gösteren ve bir sürü “çakma operasyon”a imza atan “devletlu”nun bilgisi dahilinde işlendiğine inanıyorum...
Bizi mahcubiyete iten irade, aynı irade çünkü...