28 Kasım 2014 22:18
Öner Günçavdı*
Türkiye ekonomisinde genel anlamıyla “kayıt dışılığı” doğuran etmenler, yaygın informel ilişki ve yapılar ile uzun yıllardır kamuda uygulanan kısıtlayıcı maliye politikalarının harcamalar üzerindeki baskısından kurtulma gayretleridir. Bir iktisatçı gözüyle ilk bakışta bunlar, Türkiye ekonomisine ilişkin olumsuz gelişmeler olarak algılanabilir. Zira kayıt dışılık, kontrol dışına çıkmış ve devletin kurumsal işleyişi çerçevesinde yararlanılması kolay olmayan birtakım kaynakların varlığı anlamına gelir ve genel olarak arzu edilmez. Ancak bu kaynaklar harcama yoluyla ekonomiye yansır ve bu harcamaları yapanlar ister kamu isterse özel sektör olsun, hak etmedikleri bir refaha ulaşırlar.
Türkiye ekonomisinin temel yapısal sorunlarından biri de, devletin yüksek gelir gruplarından yeterince vergi toplayamamasıdır. Bu durum vergi yükünün daha çok sabit ve dar gelirli kesimler üzerine yüklenmesiyle sonuçlanmaktadır. Böyle bir vergi sistemi, doğal olarak yüksek gelir gruplarının vermeleri gerekenden çok daha düşük vergi vermelerine ve bir şekilde, yeterince ödenmeyen vergiler üzerinden bir tüketici rantı elde edebilmelerine imkan sağlamaktadır. Devlet, yeterince vergi alınamaması nedeniyle oluşan bu ranta da bir şekilde el koyamadığı için ülkemizdeki yüksek gelir grupları, olması gerekenden daha yüksek bir refah düzeyini yaşar duruma gelmektedirler.
Tüketici rantını doğuran neden sadece vergi kaçağı değildir. Bunun yanında kamu kurum ve kuruluşlarının bütçe dışı gelir ve harcamaları da bu rantın oluşmasına yol açar. Özellikle iktidar partisine mensup bir belediye başkanıysanız, bütçe dışına çıkartılan birtakım gelirleriniz size fazladan, dahası denetimsiz bir şekilde kullanabileceğiniz bir harcama kabiliyeti kazandıracaktır. Elbette iktidar partisine mensup olunması, kaynakları bütçe dışına çıkarmak için benimsenen ve uygulanan yöntemlerin sorgulanmamasını temin ediyor. Bütçe dışı kaynak geliştirip kullanan kamu kurumlar arasında üniversiteler de vardır. Üniversiteler geliştirdikleri bütçe dışı ek kaynaklarla YÖK ve maliye onayına gereksinim duymadan öğretim üyesi istihdam edebilmekte, bilimsel faaliyetlere daha fazla kaynak ayırabilmektedirler. Dolayısıyla bu ve benzeri resmi kurumlar bütçe dışı kaynaklarıyla resmi bütçelerinin elverdiğinden çok daha fazla harcama yapabilir duruma gelmektedirler. Makro düzeyde bakıldığında yeterince şeffaf ve hesapverebilir olmayan bu modelin, çok kötü bir yönetim modeli olduğu açıktır. Ancak siyasi anlamda değerlendirildiğinde bu, iktidar açısından hesap verme zorunluluğu olmadan kullanılabilen bir kaynağın varlığına işaret etmektedir.
Siyasi iktidar için bu noktada önemli olan, oluşan bu rantın ne kadarının bireysel refaha ne kadarının da vergilenerek toplumsal refaha dönüştürüleceğine karar verilmesidir. Genelde böyle durumlarda tüketici rantlarının bir bölümüne vergileme yoluyla el konulur ve kamu kesimi bütçesine aktarılır. Buradan da, bu gelirler toplumsal refahı arttıracak şekillerde harcamaya dönüştürülür. Fakat bu rantların ülkemizdeki oluşma şekilleri böyle bir vergilemeye izin vermemektedir. Dahası böyle bir rantın, bir şekilde kamu kesiminin kontrolü altında, belli alanlara yönlendirilerek kullanılması, siyasi iktidarların bütçe imkanlarının elvermediği türden birtakım harcamalarına kaynak yaratma fırsatı sunmaktadır.
Her ne kadar 2001 öncesinde ülkenin iç borç stoklarını arttırsa da, tasarrufların ve tüketici rantı şeklinde oluşmuş gelirlerin yüksek faiz politikasıyla hazineye aktarılması sağlanmış ve böylece bu kaynakların meclis denetimi altında kullanımı temin edilmiştir. Bu şekilde, zaten kayıtlı sistem dışında elde edilen gelir fazlalarının sağladığı refahın, kamunun sağladığı yüksek faiz gelirlerinin etkisiyle daha da arttığı ve böylece haksızlığın boyutunun yükseldiği unutulmamalıdır.
2001 sonrası dönemde kamu kesiminin kaynak ihtiyacının azalmış olması ve buna bağlı olarak faizlerin düşmesi, bahsi geçen rantların harekete geçirilmesini zorlaştırmıştır. Zaten son zamanlarda yaratılan “faiz lobisi” tartışması da, büyük ölçüde bu rantları kamu sektörüne doğru mobilize etmeyi amaçlayan yüksek faiz uygulamalarını hedef almaktadır. Zira bu tarz politikalar tüketici rantlarıyla oluşan kaynakların kayıtlı sistem içine çekilmesine olanak sağlasa da, ödenen yüksek faiz gelirleri sebebiyle kayıtlı sistem dışındaki gelirlerin yarattığı gelir eşitsizliklerinin de artmasına neden olmaktadır. Dolayısıyla kayıtlı sistem dışındaki gelirlerin mobilize edilmesi için bu politikaların tekrar gündeme getirilmesi yerine, AKP alternatif yollar bulma arayışına girmiştir.
Kayıtlı sistem dışında oluşan tüketici rantının mobilizasyonunun yapılabilmesi için mali kesim imkanlarından yararlanılabilir. Ancak bu noktada, AKP’nin ekonomik tercihlerini anlama bakımından önemli olan Türkiye ekonomisinin bir diğer özelliğine dikkat çekmekte yarar vardır. O da mali piyasaların gelişmişlik düzeyinin hala istenilen düzeylerde olmayışıdır. Ekonomik büyüklüğümüze göre, bu piyaslar hala sığ bir özellik göstermektedir. Aslında artık bu durum, şu anda Türkiye’deki kamuoyunun algıladığından çok daha önemli bir sorun haline gelmiştir. Zira mali piyasalar modern ekonomilerde çok önemli bir fonksiyonu yerine getirirler. Ekonomide bir şekilde meydana gelen kullanım fazlası mali kaynağın absorbe edildiği (emildiği) piyasalar mali piyasalardır. Mali piyasalarda satın alınabilecek ne kadar çok ürün (ki bunlar yatırım araçlarıdır) bulunursa, kullanım fazlası kaynakların değerlendirilebileceği seçenekler de o kadar fazla olacak ve o kaynaklar mali sistem içinde tutulabilecektir.
Mali kesimin yeterince gelişmediği ve yeterli yatırım araçlarının bulunmadığı Türkiye açısından kullanım fazlası kaynakların nasıl değerlendirileceğidir. Böyle durumlarda alışılagelmiş yatırım araçları dışında birtakım araçlar devreye girer ve harcamalara yönlendirilemeyen mali kaynaklar bu araçlar ve/veya varlıklar satın alınarak değerlendirilir. Bu tarz araçların neler olacağı ekonominin gelenekleriyle ilgilidir. Örneğin ülkemizde altın böyle bir seçeneği oluşturmaktadır. Bir diğer alternatif ise gayrimenkuldür.
Ülkemizde toplumun gayrimenkule yönelik tutkusu, kamu otoritesinin tasarrufları ve/veya bir şekilde kayıt dışına çıkmış kaynakları kontrol edebilmesi, çok daha önemlisi kimseye hesap vermeden kullanabilmesi için ciddi fırsatlar sunmaktadır. Bu, 1980’li yıllarda Turgut Özal liderliğinde ANAP iktidarının da başvurduğu ve ekonomide karşılığını toplu konut sektörünün doğuşu ile gördüğümüz bir fırsattır. Bu olanaktan AKP iktidarı kendi kontrolünde olan bir mekanizma kurarak yararlanmıştır. 2002 sonrası AKP iktidarı döneminde bu sitemin adı TOKİ sistemidir.
TOKİ, öncelikle yüksek gelir grubundaki tüketicilerin talebini karşılamak için lüks konut üretimi yapıp, gelir temin etmek; ardından elde edilen bu gelirlerle, düşük gelir grubundaki tüketicilerin ihtiyacını karşılamaya yönelik konut üretimine kaynak sağlamaktadır. Sistemin bu şekilde oluşma neden, lüks konut talebinde bulunan yüksek gelir grubundaki tüketiciler kredi imkanlarına kolay erişme ve gelirlerinin de desteğiyle daha yüksek borçlanabilme kapasitesine sahip olabilmeleridir. Tersizne düşük gelir grubundaki tüketicilerin kredi imkanlarına erişimi bu derecede kolay değildir.
Aslında büyük şehirlerde cazibesi olan birtakım alanların imara açılması ve bu alanlarda lüks konut inşaatına izin verilmesiyle, yüksek gelir gruplarında yer alan ve yüksek miktarlarda borçlanma imkanları bulunan tüketicilerin talepleri uyarılmaya çalışılmıştır. Devletin zaten yeterince vergi toplayamadığı bu kesimin konut edinmek için yapacağı yüksek harcamaları TOKİ bünyesinde toplayarak oluşturduğu gelirlerle, bir bakıma, toplanamayan vergilerin telafi edebilmesinin yolu bulunmuş olmaktadır. Kaldı ki vergi gelirlerinin kullanımındaki yasal sınırlamalara göre, bu şekilde elde edilen gelirlerin iktidar tarafından kullanımı çok daha kolaydır. Bir yandan kamu bütçesine yük getirmeden yapılacak harcamalara kaynak yaratılmış olmakta, diğer taraftan da bu kaynakların kullanımı iktidarın tercihine bağlı olmaktadır. Ayrıca kayıtlı sistem dışındaki gelir sahipleri de, gayrinmenkul varlık edinme yoluyla sahip oldukları kaynakları bu şekilde sistem içinde kanalize edebilmektedirler.
Zaman içinde TOKİ sistemiyle elde edilen gelirlerle sadece dar gelirlilere yönelik konut üretiminin yanında, kamu kesiminin yapması gereken altyapı harcamalarına da finansman sağladığı görülmüştür. Aslında vergi gelirleriyle finanse edilemeyen bu harcamalar, yine kamu kesiminin bütçesi dışındaki kaynaklardan finanse edilir hale gelmiştir. Bunun en güzel örneğini, son zamanlarda Cumhurbaşkanlığı konutunun inşaası ile gündeme gelen TOKİ’den çeşitli kamu kuruluşlarının yatırımlarına aktarılan kaynaklar oluşturmaktadır.
Bu durum mali anlamda bir kamu kesiminin bütçe disiplininin sağlanmasına da olanak sağlamıştır. Zira birtakım altyapı harcamalarının bütçe dışına çıkartılması, kamu gelirlerini arttıramayan maliyenin işini kolaylaştırmıştır. İlk bakışta belli bir mantık çerçevesinde işleyen bu sistem, aslında vergi toplamada etkinliği sağlayamayan ve kayıt dışı işleyişe bir türlü son veremeyen bir devletin, çok da etkin olmayan bir gelir yaratma sistemi olarak düşünülebilir ve kabul görebilir. Ancak TÜSİAD’ın en son gelir dağılımı raporunda da görüldüğü üzere, ülke düzeyinde uygulanan bu sisteminin gayrimenkullerin giderek daha çok yüksek gelir gruplarının elinde toplanmasıyla sonuçlandığı ve neticesinde de gayrimenkul gelirleri açısından tüm ülkede ciddi bir eşitsizlik kaynağı oluşturduğu görülmüştür.
Ortaya çıkan bu yeni durumun da, 2001 öncesi yüksek faiz uygulamasının neden olduğu ve bugün böyle bir uygulamanın özlemini duyanların faiz lobisi olarak yaftalandığı bir dönemde ortaya çıkan sonuçlarla benzerlikler göstermesi manidardır. Zira netice olarak her iki uygulama da, arzulanan amaçların dışında gelir eşitsizliklerini arttırıcı şekilde sonuçlanmıştır. Bu itibarla, yüksek faiz uygulamasından medet umup, arayış içine girenlerin nitelendirildiği gibi, bu yeni duruma uygun olarak ülkemizde bir de “gayrimenkul lobisinin” varlığından söz etmek mümkündür. Ancak siyasi konjonktürün lehinde seyretmesinden dolayı, faiz lobisine kıyasla bu yeni lobinin daha güçlü ve mevcut siyasi yapı ile ittifak içinde olduğu ifade edilebilir.
Bu ittifakın sürekliliği, bugünkü iktidarın önemli boyutta güç aldığı tüketici rantları üzerinden elde ettiği kaynakların sürekliliğine bağlıdır. Bu konuda görülen bir aksama geçmişte olduğu gibi bu ittifakın da bozulmasına ve oluşan yeni koşullara uygun yeni siyasal ittifak arayışlarına yol açacaktır. Elbette iktidarın herşeye rağmen eski ittifakların lehinde tavır alması da mümkündür. Ancak bu tavırda ısrar, günümüz Türkiyesinin koşullarında ve demokratik kurallar çerçevesinde uzun süre sürdürülebilecek bir tavır olmayacaktır. Aksine bu ısrar iktidara ve/veya iktidar erkini kullananlara otoriter bir rejimi benimsemekten başka bir seçenek bırakmıyacaktır.
*İTÜ İşletme Fakültesi
© Tüm hakları saklıdır.