Gündem

'Hükümet Mısır darbesi ile siyasette U-dönüşü yaptı'

Fuat Keyman: Başbakan'ın ekonomi kurmayları ile yaptığı toplantı ile hükümet 'Faiz Lobisi' vurgusundan vazgeçti

16 Temmuz 2013 17:33

Deniz Zerin 
[email protected]

 

Barışçıl Gezi Parkı direnişinin, çadırların parka kurulduğu ilk gününden itibaren  sert polis müdahalesi ile karşılaşması, eyleme katılanlar kadar eylemleri izleyenler tarafından yoğun şekilde eleştirildi. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın polise müdahale emrini bizzat kendisinin verdiğini açıklaması ile, Gezi Parkı direnişini Erdoğan'ın giderek katılaşan egosuna yönelik bir mücadele olduğuna dair yorumlar basında yer aldı. Öte yandan Gezi Parkı direnişini çözüm süreci ile birlikte okuyanlar sorunun Erdoğan'ın şahsindan ziyade "devlet aklı" ile ilişkili olduğunu beyan ediyorlardı.

T24 olarak, gündeme damgasını vuran Gezi Parkı direnişi, çözüm sürecinde ikinci aşama, Türkiye - Avrupa Birliği ilişkileri, Askeri İç Tüzüğün 35. maddesinin değiştirilmesi, Başbakana raporlarını sunan Âkil İnsanlar heyetinin önerileri gibi konuları Sabancı Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi ve Milliyet gazetesi yazarı Prof. Dr. Fuat Keyman'a danıştık.

Türkiye'nin çözüm sürecine güvenlik paradigması ile girdiğini söyleyen Fuat Keyman, çözüm sürecinin bir "devlet projesi" olduğunu ifade ediyor. Keyman'a göre, yakın dönemde Orta Doğu'daki değişimler Türkiye'yi Kürt hareketi ile işbirliğine yöneltti.

Keyman şöyle diyor: "Abdullah Öcalan, PKK, BDP ve diğer Kürt aktörler, bugüne kadar, gerekli irade ve çabayı gösterdiler. Göstermeye devam edeceklerini de düşünüyorum. Aynı derecede iradeyi ve çabayı, Başbakan Sn. Erdoğan ve AK Parti hükümetinden görmüyorduk. Hükümet, hala ilk aşamadayız diyerek, demokratik reform sürecine güçlü bir irade ile yaklaşmıyordu. Ta ki, Mısır darbesine kadar."

Mısır darbesi ile birlikte hükümetin siyasette bir U-dönüşü yaptığını belirten Fuat Keyman'a göre, ancak Mursi'nin devrilmesinin ardından hükümet yeni anayasayı tekrardan gündeme getirdi ve çözüm sürecinin ilerlemesi için çalışmalara başladı. Başlatılan çalışmalar sonucunda "Ana Dilde Eğitim gibi somut taleplere" somut yanıt verilemese dahi, aktörlerin irade ve çabası Ekim ortasına kadar ilerleme getirebilir.

Keyman, Başbakan'ın 14 Temmuz'da ekonomi kurmayları ile yaptığı toplantının hükümetin Gezi Parkı direnişine yönelik açıklamalarında "Faiz Lobisi" vurgusundan vazgeçtiğini savunuyor. "Bugün yaşanan ekonomik sorunların, küresel ölçekte olduğunu ve gelişen tüm pazarları, ya da ülkeleri kapsadığının kabulü" yabancı yatırımların olumsuz etkilenmesini beraberinde getiriyor.

Prof. Dr. Fuat Keyman ile internet üzerinden yaptığımız söyleşiye buyurun:

 

 

‘Çözüm süreci, bir ‘Devlet Projesi’’

 

Barış sürecinin ikinci aşamasının tartışıldığı günlerdeyiz. Beşir Atalay tarafından açıklanan yasal düzenlemelerde Kürt kanadının merkezi talepleri olan anadilde eğitim hakkına ve seçim barajının düşürülmesine yer verilmedi. ‘Hükümetin barış sürecinin ilerlemesi için gerekli adımları atmadığı’ ifadesine katılıyor musunuz? Erkene alınma ihtimali konuşulan seçimlerden önce tabanının kabullenmekte zorlanacağı düşünülen adımlardan çekinmek bunun bir sebebi olabilir mi?


İlk önce çözüm sürecinin hangi amacı içerdiğine, ve niye başladığına bakmak gerekiyor. Kısaca, ben, çözüm sürecinin, birbirleriyle ilişkili iki amacı içerdiğini düşünüyorum.

Birinci amaç, PKK’nın silah bırakması ve sınır dışına çekilmesi sürecini içeriyor. Son otuz yılda, büyük bir insan acısı yaratmış; ve, demokrasinin pekişmesinin, ekonominin güçlenmesinin, birlikte yaşamanın, ve vizyoner dış politikanın önünde en büyük engel olmuş Kürt sorunun en önemli boyutu olan, “silah dönemi”nin bitmesi, ve “siyaset dönemi”nin başlaması olasılığının ortaya çıkması anlamına geliyor.

Şüphesiz ki, ölümün ve acıların bitmesi, dolayısıyla,  ahlaki ve normatif boyut çözüm sürecinin ilk amacını oluşturuyor.

Bununla birlikte, çözüm süreci, bir “Devlet Projesi” de. Devlet aklının güvenlik paradigmasında bir değişimi içeriyor. Arap Baharı ile Kuzey Afrika ve Orta Doğu’da başlayan değişim süreci; bu sürecin Suriye’de çok ciddi bir krize ve iç savaşa yol açması; Irak’ta mezhep savaşları olasılığı; İran sorunu; İsrail-Filistin çatışması; şimdi de Mısır’da yapılan darbe; tüm bu güvenlik sorunları, riskleri, ve çatışma alanları, “Türkiye-Kürtler işbirliği” diyebileceğimiz yeni bir güvenlik anlayışı ve hareket tarzının gerekliliğini ortaya çıkartıyor. Türkiye-Kürtler işbirliği, bu anlamda, bölgesel ve küresel değişime verilen bir yanıt olarak düşünülebilir.

 

Yeni güvenlik modeli

 

Aynı zamanda, Türkiye-Irak-Kuzey Irak arasında gelişen enerjiye ve ekonomiye dayalı yakınlaşma ve bu yakınlaşmaya Suriye Kürtlerinin de dahil edilebileceği düşüncesi de, yeni güvenlik modelinin maddi temelini de oluşturuyor.

Bu bağlamda, çözüm süreci, Türkiye-Kürtler (Türkiye’de, Irak’da, Suriye’de yer alan Kürt aktörler) arasında, “karşılıklı bağımlılık anlayışına” bir işbirliğinin ve hareket tarzının yaşama geçirilmesi amacını içeriyor. Çözüm süreci, “güvenlik-demokrasi-ekonomi ekseninde” oluşan bir “karşılıklı bağımlılık ilişkisi”, tüm tarafların kazanması anlamına geliyor. Çözüm süreci, aslında, hem Türkiye’yi, hem de Kürtleri, eş-zamanlı ve birlikte, “güçlendirmeyi”, “ekonomik kalkınmayı” ve “güvenli kılmayı” amaçlayan bir süreç.

Bu temelde baktığımız zaman, tarafların çözüm süreci için iradeleri ve süreci götürme çabaları, çok önemli gözüküyor. Abdullah Öcalan, PKK, BDP, ve Kürt aktörler, bugüne kadar, gerekli irade ve çabayı gösterdiler. Göstermeye devam edeceklerini de düşünüyorum.

Aynı derecede iradeyi ve çabayı, başbakan Sn. Erdoğan ve AK Parti hükümetinden görmüyorduk. Hükümet, hala ilk aşamadayız diyerek, demokratik reform sürecine güçlü bir irade ile yaklaşmıyordu.

Hem Yeni Anayasa sürecinde ikircikli davranıyor, hem de, ikinci aşama için gerekli olan, Demokratik Reform Paketini açıklama da isteksiz gözüküyordu.

 

‘Mısır darbesinin ardından siyasette U-dönüşü yapıldı’

 

Ta ki, Mısır darbesine kadar. Bugün, Gezi Parkı protestolarından sonra Mısır’da da Darbe ile karşılaşan Başbakan ve AK Parti hükümetinin, siyasette bir U-dönüşü yaptığını görüyoruz. Tekrardan, son dönemlerde ikinci plana atılmış Yeni Anayasa ve Çözüm Süreci gündemin ve siyasi tartışmanın ana maddesi oldu ve bu bağlamda işleyecek bir süreç başladı.

Hükümetin, Çözüm Süreci’nde ilerleme için, Yeni Anayasa ve Demokratik Reform Paketini birlikte harekete geçireceğini söyleyebiliriz.

Belki, Ana Dilde Eğitim gibi somut taleplere, somut yanıt verilmeyecektir, ama bugünden Ekim ortasına kadar, Çözüm Süreci’nin ikinci aşaması için ilerlemelerden bahsedebileceğiz.

PKK’nın üst yönetimindeki değişiklikler de, bu seyirde ve yol haritasında hareket edecektir.

Yeni Anayasa sürecinde yaşanacak gelişmeler, olumlu olarak, Çözüm Süreci’ni etkileyecektir.

AK Parti son Kongresi’nde yayımlanan demokratikleşme maddeleri, CHP’nin Demokratikleşme Paketi, ve BDP’nin Reform Paketi, içerdikleri ortak maddeler temelinde, Çözüm Süreci’ni ileriye götürme olasılığını ortaya koymaktadır.

Bu nedenle, ben, aktörlerin irade ve çabasını, somut maddelerden daha önemli görüyorum. İrade ve çaba, süreç içinde, demokratik reform için somut maddelerin de masaya gelmesine neden olacaktır. Sn. Beşir Atalay’ın belli somut taleplere yanıt vermemesi, yarın böyle olacak demek değildir.  

 

‘Akillere ‘Acaba yeni bir cumhuriyete mi geçiyoruz’ sorusu sıklıkla soruluyor’

  

Âkil İnsanlar heyeti çalışmalarını tamamladı ve hazırladıkları raporu Başbakana sundu. Bu hazırlanan raporda barış sürecinin ilerlemesine ilişkin ne tür hukuki ya da kurumsal adımlar atılması önerildi? Sizce bu adımlar Âkil İnsanlar heyetinin gerçekleştirdiği temaslarda dinledikleri talepleri karşılayabilir mi? 


Akil İnsanlar heyeti, yedi bölgede çalıştılar. Ben Ege Bölgesi’nde çalıştım. Başbakan ile yaptığımız son toplantıda, yedi bölge raporları sunuldu. Bu raporların iki ortak paydası vardı. Birincisi, süreçle ilgili endişeler, korkular ve çekinceler. Çözüm sürecine destek var, ve çok yüksek oranda. Ama, endişeler,  korkular, ve çekinceler de var.

Çözüm sürecinde bugüne kadar, umut ve endişe birlikte gözlemlendi. Umutların artması endişelerin azalmasına neden olurken, endişelerin varlığını ortadan kaldırmadı. Bugün geldiğimiz noktada, çözüm için umut yüksek, ama endişeler tam olarak giderilmiş değil. Son dönemde yaşanan Gezi Parkı Protestosu, ya da, Lice olayları, endişelerin artmasına neden oldular; toplumsal destek ve toplumsal güven noktalarında, hala yapılması gereken çok işin olduğunu gösterdiler.

 

‘Türklük ortadan kalkabilir endişesi dile getiriliyor’


Peki, ne tür endişeler, korkular, ya da çekinceler toplum tarafından dile getiriliyor? Birinci ve en fazla paylaşılanı, acaba üniter devlet ortadan kalkacak mı, ve Türkiye federatif bir yapıya gidecek mi endişesi.   İkincisi, acaba ‘Türklük’ ya da ‘Türk üst kimliği’ ortadan kalkacak mı endişesi. Bugün olmasa bile yarın, Türklük ortadan kalkabilir endişesi dile getiriliyor. Üçüncüsü, acaba cumhuriyet değerlerine zarar veriliyor mu endişesi. “Acaba yeni bir cumhuriyete mi geçiyoruz” sorusu sıklıkla soruluyor. Laik ve üniter yapısın devam etmeyeceği düşünülüyor. Dördüncüsü, İmralı görüşmelerinde acaba hükümet Öcalan’ı güçlü ve önemli bir noktaya mı getiriliyor endişesi. Öcalan’ın giderek artan önemi ve güçlenen konumu kafa karışıklığı yaratıyor. Beşincisi, “gerçekten demokrasiye ve birlikte yaşamaya geçilecek mi, yoksa, AK Parti, bu süreci, kendi gücünü arttırmak, ya da başkanlık sistemine geçmek için mi yapıyor” endişesi.

Bölge raporlarının ikinci ortak paydasıysa, bu endişelerin giderilmesi ve Çözüm Süreci’nin başarısıyla ilgili. Bu da, Türkiye’de tüm kimlikler, hepimiz için, “yeni ve demokratik anayasa”, ve yeni anayasa yoluyla farklı kimlikler arasında oluşacak ve eşit haklar, özgürlükler ve sorumluluklar temelinde hareket edecek  “eşit vatandaşlık” anlayışı. Eşit vatandaşlık üzerine inşa edilecek demokrasinin pekiştirilmesi. 

Hükümet, bugün, Akil İnsanlar heyetinin yeni anayasa çağrısını kabul etmiş gözüküyor. Buradan, umarım eşit vatandaşlığa ve demokratikleşmeye dönük bir irade ve çaba çıkar.

Ben, Yeni Anayasa’nın giriş paragrafında yer alacak, “tüm kimlikleri içeren ve kapsayan, kimlikler arasında hiyerarşi kurmayan ve insan haklarına saygılı ve koruyan bir Türk Milleti kavramı;  eşit vatandaşlığı simgeleyen, Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlığı; Yerel Yönetimlerin Güçlendirilmesi; ve Ana Dilde Eğitimin önündeki engelleri kaldıran bir Yeni Anayasa’nın, Çözüm Süreci’nin başarı olasılığını yükselteceğini, ve bu bağlamda da, aktörler arası bir uzlaşmanın olduğunu düşünüyorum. 

 

‘Türkiye-AB ilişkilerinin canlanmasını CHP ve BDP de istemelidir’

 

Gezi Parkı eylemlerine yönelik polis müdahalesinin şiddetine ilişkin AB’den gelen tepkilere Başbakan Erdoğan sert cevap vermiş, Avrupa Parlamentosu’nu tanımadığını ilan etmişti. Sizce zedelenen AB – Türkiye ilişkilerinin iyileştirilmesi için yeni anayasa ne gibi bir rol oynayabilir?


Hem Yeni Anayasa, hem de Çözüm Süreci, Türkiye-AB ilişkilerinin yeniden canlanmasına yol açabilecektir. Bu ilişkilerin canlanması ve özellikle, “AB çapası”, genelde, Türkiye’nin demokratikleşmesi, gerekse de, somuttta, Çözüm Süreci için çok faydalı olacaktır. İnsan hakları ve azınlık hakları ve özgürlüklerinin korunmasını içeren Kopenhag siyasi kriterleri Türkiye’yi demokrasi havzasında tutarken, Ankara kriterleri, ileri demokrasi retoriği altında otoriterleştirmekte ve hak ihlallerini arttırmaktadır.

Gezi Parkı protestolarında yaşanan ölümler, yaralanmalar, kötü muamele, aşırı devlet şiddeti, Kopenhag kriterlerinin önemini, Ankara kriterlerine de niçin şüphe ile yaklaşmamız gerektiğini ortaya net olarak koydu. 

Bununla birlikte, Türkiye-AB ilişkilerinin ve AB çapasının canlanmasını, en azından, CHP ve BDP de istemelidir ve bu yönde çaba göstermelidir. Maalesef, AK Parti hükümeti gibi, bu partilerin de AB süreci için yeterince aktif olmadıklarını görüyoruz.   

 

Medyanın ‘komple teorisi’ içinden Gezi Parkı’na yaklaşması Başbakanı ‘tepkicilik girdabı’na itti’

 

Gezi Parkı eylemlerinin ilk günlerinde Nabi Avcı ve Abdullah Gül “mesaj alındı” açıklaması ardından Başbakan Erdoğan’ın eylemcilerinin taleplerine daha ılımlı yaklaşan isimlerin açıklamalarını yok saymıştı. Erdoğan’ın takip eden günlerdeki açıklamaları Erdoğan’ın psikolojik durumu üzerinden yorumlanmıştı. Psikolojik açıklamalardan bağımsız olarak, Erdoğan sizce Avcı ve Gül’ün açıklamalarını bastırmak zorunda mıydı? Erdoğan siyaseten içinde bulunduğu durumdan ötürü göstericilerin taleplerini görmezden gelmek zorunda kaldı diyebilir miyiz? Öyle ise sizce neden görmezden gelmek zorunda kaldı?


Gezi Parkı protestosunu, Başbakan ve AK parti hükümeti çok kötü yönetti. Yönetmeye de devam ediyor. Kötü yönetim, yurt dışı medyasında, Gezi Parkı, hiç bir AK Parti eleştirisi olmadan, tümüyle “Erdoğan eleştirisi odaklı” olunca, iyice kemikleşti ve tepkici oldu.

AK Parti’ye yakın medyanın da, yol gösterici, objektif ve olaylara çok-boyutlu yaklaşan bir nitelikte değil; tam da aksine, sadece Başbakana ‘evet’ diyen, bazen Başbakan’dan daha sert bir “komplo teorisi” içinde Gezi Parkı’na yaklaşması da, çok olumsuz rol oynadı ve Başbakan’ı “tepkicilik girdabına” itti.

Ben, Başbakan’ın, son Akil İnsanlar Heyeti toplantısıyla, gündemi, “Gezi’den Çözüm Süreci’ne” dönüştüreceğini umuyordum. Ama o toplantıda bu olmadı.

Fakat, başta, Mısır Darbesi, ve de, Türkiye ekonomisinde ortaya çıkan olumsuz gelişmeler, Başbakan’ı, Yeni Anayasa ve Çözüm Süreci’ne tekrardan dönmeye zorladı.

 

‘Başbakan’ın ekonomi kurmaylar ile toplantısı ‘Faiz Lobisi’ açıklamalarından vazgeçildiğini gösteriyor’

 

Başbakan Erdoğan Gezi Parkı eylemlerinin arkasında faiz lobisinin olduğunu söyledi. Bu sözleri Erdoğan’ın finans sektöründeki ekonomik aktörlerin somut çıkarlarına soyut niyet atfetmiş olması yönünde yorumlandı. Böylesi bir niyetin atfedilmesi İktidarın finans sektörü ile arasında güven temelli bir ilişki olmadığı anlamına mı geliyor?


Gezi Parkı protestosuna faiz lobisi ve komplo temelli yaklaşım çok hatalıydı. Gezi Parkı sürecini anlamamak anlamına geliyordu. Ve, bu hatalı yaklaşım, ve “tepkici söylem ve tavır” başta Başbakan ve AK Parti’yi manipülasyonlara kırılgan hale getirdi. Bu kırılganlık, başta uluslararası medya olarak kullanıldı. Ekonomi ile süreç, Gezi Parkı protestosu olmasa da olacaktı.

Mısır’daki darbe ve bu darbeye Batı’nın darbe dememesi, aslında, Batı ile ilişkilerde ne kadar dikkatli olunması gerektiğini, ülkelerin kendi iç demokrasi ve iyi-adaletli yönetim mekanizmalarının ne kadar önemli olduğunu bize gösterdi.

Alınacak ders, eğer dışa karşı güvenli olunmak isteniyorsa bile, demokrasinin önemidir. Bu da bize, Gezi Parkı protestosuna doğru yaklaşımın, demokrasi, hak ve özgürlük ekseninde olması gerektiğini bize gösteriyor.

Yeni Anayasa ve Çözüm Süreci, bu anlamda da, çok önemli. İkisi de, Türkiye’nin demokratikleşmesini ve kendi içinde istikrarlı olmasını olanaklı kılacaktır.  

14 Temmuz’da Başbakan'ın, ekonomi kurmaylarıyla yaptığı uzun toplantıdan çıkan sonuç da, Gezi ile faiz lobisi ilişkilendirilmesinden hükümetin vazgeçtiğini gösteriyor. Bugün yaşanan ekonomik sorunların, küresel ölçekte olduğunu ve gelişen tüm pazarları, ya da ülkeleri kapsadığının kabulü, sadece, Gezi'yi faiz lobisiyle açıklamanın hatalı olduğunu değil, aynı zamanda, bu ilişkilendirmenin yabancı yatırımı ve yatırımcıyı da olumsuz etkilediğini hükümetin gördüğünü ortaya koyuyor. Yeni Anayasa ve Çözüm Süreci'ne hükümetin dönmesinden sonra, bu toplantıda, faiz lobisi açıklamasından da vazgeçildiğini gösteriyor.  

 

‘Gezi Parkı’nın devlet aktörleri için önemi, darbe ile değil; ‘toplum yönetimi’ ile ilgili olmasında’

 

Gezi Parkı eylemleri için hükümete yakın medya kuruluşlarında Gezi Parkı eylemlerinin darbe girişimi olduğuna yönelik açıklamalar yer aldı. Bu açıklamalar hükümet tarafından da kullanıldı. Eylemcilerin meydandan çekilmesinden kısa bir süre sonra hükümetin darbeye yasal dayanak sağladığı öne sürülen TSK İç Tüzüğü 35. Maddesini değiştirmeye koyulması sizce Gezi Parkı için ‘darbe’ açıklamalarının hükümet nezdinde ciddiye alınmaya başlandığının göstergesi mi?

 
35. Madde’nin değişmesi çok önemli. Asker-sivil ilişkilerinin ikincinin ağırlığında yeniden düzenlenmesini ve “askeri vesayet”ten çıkışı olanaklı kılıyor. Türkiye’nin demokratikleşmesi için gerekli bir değişiklik. Olumlu görmemiz ve desteklememiz gereken bir yaklaşım.

Ama, Gezi Parkı’nın, başta AK parti hükümeti olmak üzere, tüm siyasi ve devlet aktörleri için önemi, darbe ile ilgili değil; aksine, “toplum yönetimi” ile ilgili. Gezi Parkı, özünde, kentli orta sınıfların, “katılım” ve “onur” için verdikleri bir mücadeleyi, bir direnişi yaşama geçirdi. Bu şekilde de, Türkiye siyasi tarihine ve dünya direniş, ve de sivil toplum, tarihine geçti.

Ek olarak, Gezi, Türkiye’de, AK Parti, Vesayet rejimine karşı mücadelesinde başarılı olmasından sonra,  benim, “post-vesayet Türkiye’si” dediğim durum ve dönemde oluştu.

 

‘PKK ile düşük-yoğunluklu savaş devam etseydi Gezi Parkı olmazdı’

 

Dahası, Gezi’yi olanaklı kılan, yaşadığımız Çözüm Süreci ve “post-vesayet” dönemiydi. Eğer, devlet ile PKK arasındaki düşük-yoğunluklu savaş devam etseydi, tabutlar savaştan gelseydi, Gezi Parkı protestosu olamazdı.

Türkiye, hala vesayet rejimiyle yönetiliyor olsaydı da, Gezi Parkı protestosu olamazdı. Kimse oraya gitmezdi.

O nedenle, Gezi, özü, söylemi ve örgütsel(sizlik) niteliği içinde, darbe ile ilişkili bir süreç, bir olay değildi.

Şüphesiz ki, Gezi Parkı sürecinde, hiç kabul edemeyeceğimiz olumsuzluklar, saygısızlıklar, şiddet eğilimleri oldu, bunlarda eleştirildi.

Ama, bu olumsuz referanslar, Gezi Parkı’nın özüyle ve dünyada algılanışıyla ilgili değildi. Katılım ve Onur- ya da Ahmet İnsel’in değişiyle, Haysiyet- talebi ve mücadelesi Gezi Parkı protestosunun tanımladı.

Hükümet bunu göremedi, ve hala, Gezi’yi darbe temelinde hatalı okuyor. Hatalı okudukça da, tepkici söylem ve tavır devam ediyor.

Umarım, Yeni Anayasa ve Çözüm Süreci’ne dönüş, bu hatanın önüne geçer.

35. Madde değişikliğini Gezi ile ilişkilendirmek hatalıdır ve bu yapılıyorsa, Gezi Parkı protestosu hala anlaşılmış değil anlamına gelir.