04 Ekim 2019 11:20
HDP Sözcüsü Günay Kubilay, parti genel merkezinde basın açıklamasında bulundu. Açıklanan enflasyon verisine ilişkin değerlendirmelerde bulunan Kubilay, "Bir yıl boyunca elektriğe yüzde 60, doğalgaza yüzde 52 zam gelen ve enflasyonun yüzde 9 olduğu bir ülke ancak Türkiye olabilir. Böylesine bir ekonomi dehasıyla yüz yüzeyiz! Bu rakamlar gerçeği yansıtmıyor. Sokağın enflasyonu yüzde 30'un altında değil" dedi.
Kubilay şöyle konuştu:
Ülkemizde sürekli iç karartan gelişmelere rağmen dün Anayasa Mahkemesi’nden, geçen dönem milletvekilimiz Sırrı Süreyya Önder hakkında güzel bir haber aldık. Sırrı Süreyya Önder'in “ifade özgürlüğünün ihlal edildiği” yönünde AYM karar verdi. Önder'in önceki dönem Eş Genel Başkanımız Selahattin Demirtaş'la birlikte ceza aldığı dosya da AYM kararıyla bir kez daha bozulmuş oldu.
Hatırlanacağı gibi 2013'te Kazlıçeşme’de düzenlenen Newroz etkinlikleri konuşmaları nedeniyle Önder ‘terör örgütü propagandası yapmak’la suçlanarak 3 yıl 6 ay hapis ceza verilmişti.. Öncelikle çok geç kalmış da olsa kararın yerinde olduğunu, düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında alınmış olumlu bir karar olduğunu ifade etmek istiyoruz. Önder'in derhal tahliye edilmesi ve Demirtaş'la birlikte bu dosyadan haklarında beraat kararları verilmesi gerekiyor.
Sırrı Süreyya Önder'in cezaevinde bir gün bile kalması zaten hukuksuzdu. Sadece Sırrı Süreyya değil, cezaevindeki tüm milletvekili arkadaşlarımız düşüncelerini ifade ettiği için rehin alındılar. Biz AYM'nin milletvekillerimizin dosyalarına öncelik vermesini ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmesini aynı zamanda halka olan sorumluluğun bir gereği olarak görüyoruz.
4 Kasım darbesinin üzerinden üç yıl geçti. Bu zaman diliminde görülen tüm duruşmaların siyasi iktidarın istediği biçimde sonuçlandığına ve yargıya direktif verildiğine pek çok kez tanık olduk. Cumhurbaşkanı'nın da ‘onları bırakamayız’ gibi cümlelerle yargıya doğrudan müdahale etmediğini kim iddia edebilir. Eğer bu ülkede hala hukuktan ve adaletten geriye en küçük bir kırıntı dahi kalmışsa milletvekillerimiz, belediye eşbaşkanlarımız dahil, bütün HDP’lilerin derhal serbest bırakılması gerekir.
Kayyımlarına meşru dayanak gösteremediler çünkü tek gerçek var: Kürt düşmanlığı
Kayyım Darbesinin bugün 47’nci günü. 19 Ağustos’tan bu yana bir buçuk ay geçti. Spekülasyon ve demagoji yapmaya devam ediyorlar. İleri sürdükleri iddialara ve suçlamalara dair tek bir hukuksal kanıt, tek meşru dayanak gösteremediler. Kanıt gösteremezler, gösteremeyecekler de çünkü iddialar, suçlamalar gerçek değil. Tek gerçek var: İktidarın Kürt düşmanlığı. Tek gerçek var: Belediyelerin yağmalandığı, talan edildiği, kentlerin geleceğinin ipotek altına alındığı.
Her şeyin Kürt halkının siyasi iradesinin gasp edilmesi, seçme ve seçilme hakkının ortadan kaldırılması, Kürtlerin kendi kendilerini yönetmelerine son verilmesi üzerine inşa edildiği bir süreçten söz ediyoruz. Söz konusu Kürtler olunca hiçbir hukuksal gerekçeye, yasal dayanağa, toplumsal meşruiyete gerek duymuyorlar.
Kayyımlara karşı demokratik ve meşru direnişimiz başta Diyarbakır, Van ve Mardin olmak üzere İstanbul, Ankara, İzmir gibi illerde de görüldüğü gibi Batı’da da genişleyerek devam ediyor. Yaygın bir imza kampanyası yapılıyor. Milyonlarca insan atacakları her imzayla kendi siyasi geleceklerine sahip çıkacak, seçme ve seçilme haklarının gasp edilmesine itiraz edecek ve Saray rejimini güvenceye almak için çocuklarının geleceğini karartan ve ipotek altına alan bu despotik siyasete hayır diyecek.
İktidarın HDP’ye yönelik saldırıları kayyımlarla sınırlı değil. Meclis açılır açılmaz, Eş Genel Başkanlarımız Pervin Buldan ve Sezai Temelli'nin de aralarında bulunduğu 44 HDP milletvekiline ait dokunulmazlık dosyaları TBMM Başkanlığı'na sunuldu.
Amed il binamızın önünde annelerin eylemi ısrarla devam ettiriliyor. Annelerin evlat acısının iktidar tarafından istismar edildiği, çözüm üretilmek istenmediği ve iktidar tarafından HDP’ye yönelik saldırıların bir parçası haline getirildiği her geçen gün daha fazla anlaşılıyor. Biz bir kez daha bütün anneleri Meclis'e çağırıyoruz. Çünkü, çözüm yeri, çözümün adresi Meclis'tir.
Çözüm yeri Meclis olduğu için, Erdoğan anneleri ısrarla Meclis'ten uzak tutuyor, Meclis'e yaklaştırmak istemiyor. Nitekim, HDP’nin daha önce pek çok kez yaptığı çağrılar üzerine Meclis’e gelen Harbiyelilerin anneleri cezalandırılmıştı. İki gün önce Meclis'e gelmek isteyen bu anneler Meclis kapısında gözaltına alındı.
Darbeci kayyım zihniyeti, 3 büyük şehir belediyesi, Karayazı ve Kulp belediyelerini gasp etmekle sınırlı kalmadı, Güneydoğu Anadolu Belediyeler Birliği (GABB) yönetimini de ele geçirerek kayyım darbesini genişletmeye yönelmiştir. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’ne (DBB) kayyım olarak atanan Vali Hasan Basri Güzeloğlu, kendisini GABB Başkanlı'ğına da vekil olarak atamıştır. Güzeloğlu’nun, GABB’nin toplantısına gönderdiği Vali Yardımcısı ise, bileşenlerin yeni başkan seçilmesi yönündeki önerisi üzerine yetkili olmamasına rağmen “Ben devlet adına buradayım ve size bir oylama yaptırmayacağım” diyerek toplantıyı sabote etmiş ve kürsüyü işgal etmiştir.
Ülkenin tüm kurumlarına kayyım atıyorlar. Meclis'e, belediyelere, üniversitelere, şirketlere, marketlere, gazetelere, matbaalara. Şimdi de belediyeler birliğine kayyım atadılar. Çünkü kayyımsız yönetemiyorlar, nitekim yönetemeyecekler de.
Hukuksuzluğa karşı söz söylemek, direnmek, hukuksuzluğu protesto etmek demokratik meşru ve anayasal haktır. Bu hakkın kullanımını engellemekse faşizmdir, açık bir diktatörlüktür. Biz anayasal hakkımızı kullanmaya devam edeceğiz. Belediye eşbaşkanlarımız görevlerine dönene kadar sesimizi bütün demokratik ve meşru zeminlerde yükseltmeye devam edeceğiz.
Hepsi bu kadar değil elbette. 1 Ekim’de Meclis'in açılmasıyla ilk gündem yargı paketi oldu. Ancak Yargı Reformu Stratejisinin birinci paketinin Meclis gündemine gelmesiyle görüyoruz ki bu pakette adalet, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığına ilişkin aslında esastan hiçbir şey yok. OHAL uygulamalarının kalıcı hale getirildiği, TMK ve TCK’dan kaynaklanan ağır haksızlıkların giderilmediği, adalet sistemine reform düzeyinde en ufak bir katkının sağlanmadığı bir paketin bu toplumun sorunlarına çözüm olması mümkün değildir!
Ne yazık ki Meclis, 71’i HDP milletvekillerine ait olmak üzere 75 fezleke ve Erdoğan’ın operasyon ve savaşa devam mesajlarıyla, iktidarın ne ülkenin geleceğine ne demokrasisine ne de adaletine ilişkin bir adım atma iradesini göstermeyeceğine dair sinyaller vererek açılmıştır. Meclis açılışında Erdoğan’ın, yüzde 40 artı 1’e dair muhalefetten bir teklif gelirse tartışmaya hazır olduklarını ifade etmesi, aslında tabanlarının eridiğinin ve yüzde 50 artı 1’e bir daha ulaşamayacaklarının kendileri tarafından da çok açık bir şekilde görüldüğünün itirafıdır. Diğer yandan da başkanlık sisteminin çöktüğünün görülmesi üzerine Anayasa'da buna yönelik değişiklikler yapılarak önünü açmaya yönelik manevralar, yoklama hamleleridir.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen bu otokratik rejim bir yıl gibi bir kısa zaman diliminde iflas etmiş, lime lime dökülmeye başlamıştır. Yamalarla, pansumanlarla iyileştirme çabaları boşunadır. Yapılacak olan toplumun enerjisini yamalara, pansuman tedbirlere harcamak değil eşitlikçi, özgürlükçü, çoğulcu ve demokratik bir anayasayla demokratik bir rejime geçiş yapmaktır. Türkiye toplumunun sosyopolitik, sosyokültürel dokusuyla bağdaşmayan bu otoriter rejimin varlığına son vermektir. Her bakımdan Türkiye’nin sırtında taşınması ağır bir yük haline gelen Saray rejiminden kurtulmaktır.
Son günlerde Kuzey Doğu Suriye Özerk Yönetimi'ne yönelik tehditlerin dozu giderek artıyor. Ankara’da yapılan 3’lü zirveden beri bu tehditlerin dozunda ciddi bir artış var. Erdoğan, BM Genel Kurulu’nda bölgenin haritasını göstererek, açıktan işgal girişimini ilan ettikten sonra “Sabrımız kalmadı, kendi göbeğimizi kendimiz keseriz, bir gece ansızın gelebiliriz” şeklindeki açıklamaların ısrarla devam ediyor olması meşru temellere dayanan bir Suriye politikasının olmadığının ilanından başka bir şey değil.
Özellikle Rusya 3’lü zirveden bu yana Türkiye’yi Kuzey Doğu Suriye’ye saldırtmaya ve bu yönde cesaretlendirmeye çalışıyor. Rusya ne söylerse söylesin Türkiye bu tuzağa düşmemelidir. Türkiye’nin başka bir ülkenin toprağına saldırmasının hiçbir haklı yanı, meşru gerekçesi ve kabul edilebilir bir tarafı yoktur. Bu saldırganlığı meşru gösterenler, Türkiye’yi Kürtlere saldırtmaya çalışanlar bu iki ülkenin de iki ülke halklarının da dostu değildir.
Güvenli bölge dedikleri Kürtsüz bölgedir
Güvenli Bölge dedikleri, Kürtsüz Bölge yaratmaktır. Kuzey Suriye’nin demografisini değiştirmektir. Erdoğan’ın, BM’de sunduğu harita çok açık bir şekilde bir dönem Suriye rejiminin yapmak istediği ‘Arap Kemeri’ politikasının Türkiye eliyle güncellenmesidir. Bu politika sadece Türkiye’ye sığınmış olan Suriyeli mültecileri ‘Kürtsüz bölge yaratma’ stratejisinin bir aracı olarak kullanmakla kalmayacak, bölge halkları arasında uzun yıllara yayılacak bir husumeti de başlatacak, düşmanlık tohumları ekecektir.
AKP’nin bu gerçeği gizlemeye çalışması boşunadır. Savaştan kaçıp gelen insanlara dönecekleri güvenli bölge yaratmak istiyorlarmış güya! Eğer, Suriye’den Türkiye’ye sığınmış insanlardan bir kısmı, bir siyasal çözüm sürecinden sonra kendilerini güvende hisseder ve ülkelerine dönmek isterlerse, onların nereye döneceklerine, nerede yaşayacaklarına Erdoğan ve Bahçeli mi karar verecek?
Bir kez daha ısrarla altını çizerek söylemek isteriz ki, Suriye’nin Kuzeyinde Türkiye’ye tehdit oluşturan herhangi bir şey yoktur. Suriyeli Kürtler Türkiye’nin düşmanı değil, kardeşidir. Türkiye Suriyeli Kürtlere husumet beslemek yerine, oradaki ortak yaşam anlayışını, demokratik yönetim biçimini örnek alarak, Kürt sorunu dahil yaşanan demokrasi eksenli sorunları çözebilir. Kuzey Suriye modeli sorunların eşit haklar temelinde kurulacak ortak yaşam modelleriyle aşılabileceğinin iyi bir örneğidir.
Son MGK toplantısında yine Kürtler temel tehdit olarak gösterildi. MGK’nın ülkenin yönetiminde birinci dereceden belirleyici rol oynadığının teyit edildiği toplantıda Türkiye’nin gerçek anayasası olarak kabul edilen ‘Kırmızı Kitap’ın güncellendiğini de öğrenmiş olduk. Kırmızı Kitap’ın güncellendiği bilgisi şu sözlerle bildirgede yer almıştı: ‘Ülkemizde, bölgemizde ve dünyada meydana gelen gelişmelerin milli güvenliğimize yönelik tesirlerinin tüm yönleriyle değerlendirilmesi suretiyle hazırlanan Milli Güvenlik Siyaseti Belgesi görüşülmüş ve uygun bulunmuştur.’
Türkiye’nin gözü aydın! Hani ‘Biz askeri vesayete son verdik, siyaseti sivilleştirdik.’ gibi böbürlenmelere ne oldu? Yine bildiğimiz ‘Kırmızı Kitap’ alttan alta hayatlarımızı belirlediğini, Türkiye’nin siyasi geleceğine yön vermeye devam ettiğini bir kez daha bu toplantı ile öğrenmiş olduk.
Son olarak zamlar ve enflasyona da değinmek istiyoruz. Bir yıl boyunca elektriğe yüzde 60, doğalgaza yüzde 52, akaryakıta yüzde 30 zam gelen ve enflasyonun yüzde 9 olduğu ülke ancak Türkiye olabilir! Böylesine bir ekonomiyi yöneten, yönlendiren bir ekonomi dehası bakanla karşı karşıyayız. Tekrar etmek istiyoruz: son bir yıl içerisinde; elektriğe yüzde 60, doğalgaza yüzde 52, akaryakıta yüzde 30, tekel ürünlerine yüzde 60, beyaz ete yüzde 40 son olarak da süte yüzde 50 zam geldi.
Açlığı ve yoksulluğu bitirmek için 17 yıl önce çözüm üreteceği iddiasıyla iktidar olanların 17 yıldır halka sunduğu tek şey daha fazla işsizlik, yoksulluk, pahalılıktan başka bir şey değil. Son açıklanan enflasyon rakamı yüzde 9,26. Enflasyon rakamları gösteriyor ki kalem kimin elindeyse hükmü o belirliyor. Bu rakamlar gerçek mi? Hayır, bu rakamlar resmi rakamlar ve gerçeği yansıtmıyor. Enflasyon rakamları ne olursa olsun sokağın enflasyonu bu ülkede yüzde 30’un altına düşmüyor. Enflasyon diye bu uyduruk rakamları açıklayanlara Saray sofralarından kalkıp sokaklardaki gerçeği görmelerini öneriyoruz. Burası Ankara, salı pazarı burnunun dibinde, gitsinler salı pazarına, görsünler enflasyon yüzde kaçmış?
TÜİK verilerinin zamlarla aynı anda açıklanması ise bir rastlantı olamaz. Bu, bir işbirliği göstergesidir. Yıllar önce TÜİK ulusal gelir hesaplama yöntemini değiştirmiş, ulusal gelirin arttığını açıklamıştı. Evet istatistiksel olarak kağıt üzerinde ulusal geliri arttırmış olabilirsiniz ama toplumun cebine giren para azalıyor, sofrasındaki ekmek küçülüyor. Ulusal gelirin artmasıyla gelir dağılımı arasında doğru orantı mı var? Ulusal gelir artınca, işçinin ücreti de otomatik olarak o oranda artıyor mu, sofrasındaki ekmek büyüyor mu? Hayır!
Saray'ın israfına, şatafatına para yetiştiremeyen iktidar, bunun ceremesini her geçen gün yoksulluğa mahkum ettiği, vergileriyle köleleştirdiği halktan çıkartmaya çalışıyor. Bunun bir abartma olduğu düşünülmemeli. Saray'ın günlük giderlerinin 2,5 ile 4 milyon arasında olduğunu dikkate aldığınızda bunun üzerinde herkesin bir kez daha düşünmesi gerekiyor.
Nitekim gelir dağılımı adaletsizliğine baktığımızda da kimin zenginleştiği de rahatlıkla görülebilir. 34 Avrupa ülkesi içinde gelir dağılımı eşitsizliği sıralamasında Türkiye ikinci sırada. Üzülmeyelim Türkiye’nin de rekor kırdığı alanlar var! Türkiye’de en zengin yüzde 20’lik nüfus, toplam gelirin neredeyse yarısını (yüzde 47,4) alıyor. Ülkemizdeki son ‘ekonomi dehası’ bakan Albayrak “Ekonomideki her iyileşmeyi vatandaşımıza yansıtıyoruz” dedikten hemen sonra iyileşme niyetiyle elektriğe yüzde 15 zam yaptı. Demek ki bakan ne kadar çok susarsa yaşamımız o denli rahat olacak.
Türkiye’de kriz derinleşiyor. İşsizlik, enflasyon ve yoksulluk içindeki ekonomisi 9 aydır küçülmeyi sürdürüyor. Geçen gün açıklanan “Yeni Ekonomi Programı”nda ülke ekonomisinin binde 5 büyüyeceği ileri sürülüyor. Peki bu büyüme nasıl olacak? Yeni yatırımlar mı yapılacak? Üretim mi artacak? Hayır! Binde 5’lik büyümenin sulama ve sera yatırımları gibi, özel tüketim harcamalarında artış gibi esas olarak tüketim yoluyla yakalanacağı varsayılıyor. Anlaşılan o ki, ekonomiyi büyütmek için halk daha fazla borçlandırılarak tüketimin artırılması sağlanacak. Böylece faizlerin indirilme nedeni de daha net anlaşılmış oluyor. Bundan böyle hane başı borçluluk oranı katlanarak büyüyecektir.
Tüketime dayalı, altını çizmek istiyorum, tüketime dayalı büyümeyle 3 yıllık sürede gerçek enflasyonun nasıl yüzde 5’in altına düşürüleceği ise çözümsüz bir bilmece olarak ortada duruyor. Hafızamızı tazelemekte fayda var. 2018 Ağustos’unda kriz, kendini finansal kriz biçiminde ortaya koyduğunda Türkiye’nin dış borç stoku 457 milyar dolardı ve bu borcun yüzde 70’i özel sektöre aitti. Özel sektörün aldığı borçların büyük bir kısmı ise hazine garantiliydi. Bu borçların sahipleri şimdi borçlarını ödemiyor, kamu kaynaklarından ödettiriyorlar. Asgari ücretliye, kamu emekçisine beş kuruş ücret artışı için kılı kırk yaran hükümet yandaş sermaye gruplarına gelince, hiç gözünü kırpmadan enerji ve inşaat holdinglerine 1,67 milyar yani 1 milyar 670 milyon lirayı Varlık Fonu’ndan aktardı. Bakınız halk bu yandaş büyük sermaye gruplarına yaptığı bir işten dolayı kaç kez para ödüyor:
1- İstanbul-Bursa-İzmir otoyolu hariç bu yandaş şirketlere yaptırılan işlerin toplam maliyeti 64 milyar dolardı. Bu şirketlere hazineden ödenen para ise 140 milyar dolardı. Bu işleri devlet kendisi yapsa 76 milyar dolar hazineye kalacaktı. Eğitime, sağlığa, sosyal güvenliğe harcanabilecekti.
2- Bu yetmiyor, bir de bu sermaye gruplarınca yapılmış yollara, köprülere, şehir hastanelerine para ödüyoruz. Halk tedavi olmadığı şehir hastanesine, geçmediği köprülere, yürümediği yollara para ödüyor.
3- Bu da yetmiyor, şimdi de bu şirketlerin kamu kaynaklarından borçlarını ödüyoruz.
2020 yılında ödenmesi gereken borç miktarı 126 milyar dolar. Bu borcun 96 milyar doları özel sektörün. 30 milyar dolar da kamunun borcu var. Bu 30 milyar doların 23,5 milyar doları da kamu bankalarının borcu. Eğer, bu gelişmelere kitlesel tepkiler gösterilmezse, kamu kaynaklarının birkaç yandaş sermaye grubuna peşkeş çekilmesine büyük itirazlar yükselmezse kamu ve özel sektörün borçlarının halkın kaynaklarından ödenmesine ve bu kaynakların yaratılması için de yağmur gibi zamların yağmasına devam edilecek.
Sonuç olarak açlığa, yoksulluğa, işsizliğe karşı çözüm üretemeyen iktidar istatistiki bilgilerle kendini kurtaramaz, gizleyemez. Bu ülkenin sorunları gün gibi ortada. İktidar, kamu kaynaklarını yandaş sermaye gruplarına peşkeş çekmediği, savaş politikalarından vazgeçip savaş baltalarını indirmediği sürece, halka verdiği her söz koca bir yalandan ibaret olacaktır. İktidar, savaş ve soygun düzeninden vazgeçmediği sürece ekonomik ve siyasi kriz derinleşmeye devam edecektir.
© Tüm hakları saklıdır.