Cengiz Aktar*
HDP Selâhattin Demirtaş önderliğinde seçim kampanyasına başladı. Memleketin eski, yeni her sorununa çözüm önerileri var, politika üretiyor ve AKP’nin yarattığı tahribatı faş etmekte en önde. Müdahillik partinin Türkiyelileşme hedefinin içini dolduruyor, çıtayı Kürt barışının ötesine taşıyor. Parti memleketin tümünü kucaklayıcı bir tavır sergilemeye özen gösteriyor ve kayda değer bir sorumluluk yaklaşımıyla çalışıyor.
Yine de kimse Kürt siyasî hareketinden Kürtlerden önce Türkiye’yi kurtarmasını isteyemez. Bedel ödemiş, hâlâ bir bakıma ödemeye devam eden, adaletsizliği kitlesel olarak yaşayanları temsil eden bir hareketin siyaset alanı bellidir. “Kimlik siyaseti” kaçınılmaz bir olgudur. Üstelik uluslararası ve bölgesel konjonktür Kürdistanî açıdan olumluyken. Ancak HDP cumhurbaşkanlığı seçiminden beri ufkunun Kürdistan’la sınırlı olmadığını ve siyasî iddiasının Türkiye’yi hatta bölgeyi kapsadığını anlatıyor bizlere.
Bu çerçeveden bakınca şu sıralar iyice gündeme yerleşen partinin parti olarak seçime girmesi kararını ve parti yetkililerinin kararı ısrarla savunma gerekçelerini anlamak zorlaşıyor. Zira HDP’ye muhalif olmaktan çok uzak sayısız gözlemci ve araştırmacı adeta söz birliği etmişçesine barajı zorlama hedefinin çok riskli olduğunu tekrarlıyor.
Sözkonusu olasılık gerçekleşirse bu, her şeyden önce HDP’nin “Türkiyelilik sorumluluğu” açısından bir hezimet olmaz mı? Keza, yegâne muradı müstakbel Meclis’ten devlet başkanlığının hukukî zeminini elde etmek ve böylece total iktidarını tesis etmek olan, Demirtaş’ın her fırsatta eleştirdiği o Erdoğan’a Putinvarî başkanlığı altın tepside sunmanın mantığı ne olabilir?
Bu soru ve kuşkuların geçerli olmadığını anlatmak için Demirtaş’ın geçendeki basın toplantısında ve Tanıl Bora söyleşisinde öne sürdüğü gerekçeleri inceleyelim. “Seçimleri ölüm kalım meselesi olarak görmüyoruz. Barajı aşamazsak 4 yıl dışarıdan çalışırız.” Bu “Türkiyeli siyaseti denedik olmadı, küsüyoruz” demenin kibarcası mı? Şahsen, HDP oy verdiğim ve Meclis’te istediğim parti!
“Barajı aşamazsak yüzde 18 civarında irade parlamentoya yansımayacak.” HDP’siz bir Meclis’in temsiliyet açısından gayrimeşru, sistemi tıkayabilecek, Kürt barışı açısından da riskli olacağı söyleniyor. Karşımızda, yegâne meşruiyeti tam da barajı geçemeyecek olan HDP’nin dolaylı olarak kendisine “teslim” edeceği mutlak çoğunlukta bulacak AKP denen heyula olmasa anlayacağım. Üstelik meşruiyetini ahlâken ve manen çoktan yitirmiş bir iktidarın müstakbel meşruiyet kaygısından nasıl bahsedilebilir? Üstelik böyle bir AKP’nin memlekete ve Kürtlere uzun vadede ne faydası olabilir?
Demirtaş’a göre, eğer parti olarak girilmezse bağımsızlardan oluşacak HDP Meclis grubu sınırlı da olsa temsiliyet demek olacağından, sistemi rahatlatma riski taşıyacakmış. Neden risk olsun? Er veya geç yazılacak anayasa için 35-40 HDP’li vekilin işlevi, tıpkı lağvedilen anayasa komisyonunda olduğu gibi, azımsanacak şey mi? Yine de bu riskse eğer, barajı geçemeyince ortaya çıkacak riskin yanında hiç kalır.
Demirtaş’ın, bağımsız adaylarla seçime girmenin parti dinamiğini seçmen indinde berhava edeceği endişesini anlamak da mümkün değil. Sanırsın seçmen “öyleyse HDP’li bağımsız adaya oy vermem” deyip küsecek. Kaldı ki en demokratik seçim, seçmenin bire bir tanıdığı adayın seçimi değil mi?
HDP’nin gerekçeleri bizden ziyade yeminli Kürt düşmanlarının kuşkularını karşılamaktan uzak. Memleketin bekası açısından en ciddî risk de bu. Parti olarak seçime girme iddiası, Cumhuriyet tarihinin en sefil döneminde, selefîlikle faşizm arasında gidip gelen Türkiye için, keza altüst olmuş bölge açısından göze alınabilecek bir risk değildir. Türkiye’nin anamuhalefet partisi HDP bu sorumluluğu alamaz. Hele komşuda SYRİZA hükümet ederken HDP’nin Meclis’te olmaması pek yazık olur.
*Bu yazı Taraf gazetesinde yayınlanmıştır.