08 Mayıs 2014 02:57
Işıl Öz
2008 krizinin 1929 krizi ve 1970’lerdeki krizlere benzeyen ve bunlardan farklılaşan yönleri nelerdir? Marksist kriz teorilerinden yola çıkarak 2008 krizi açıklanabilir mi? Finansallaşma ile krizin nasıl bir bağlantısı var? Dr. Ümit Akçay ve Dr. Ali Rıza Güngen bu soruların yanıtını arıyor. Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği adlı kitapları yeni yayımlanan Akçay ve Güngen’e göre son kriz ile bazı firmalar iflas etse de, bu beraberinde sermayedarların mülksüzleşmesini getirmedi.
Akçay ve Güngen, Hazine Müsteşarlığı’nın 1 milyar dolardan büyük inşaat projeleri için Hazine garantisi getiren yönetmeliğini, “İlki bu yönetmelikle tamamen yeni bir garanti mekanizması getirilmiş olmasıdır. Önceki uygulamalardan farklı olarak bu projeleri üstlenen firmaların daha inşaat aşamasında karşılaşacakları finansman sorunlarına dahi Hazine garantisi verilecektir. Yani bu ihaleleri alan firmaların fiiliyatta batmak ya da kar etmemek gibi seçenekleri yoktur. İşler yolunda giderse zaten karlı bir yatırım yapmış olacaklar. İşler kötü giderse, Hazine devreye girip onların borçlarını bize aktaracak, yani bu firmalar yine karlı olmaya devam edecek” sözleri ile değerlendirdiler.
T24’ün sorularını cevaplayan New York Üniversitesi, Misafir Öğretim Üyesi, Ekonomist Dr. Ümit Akçay ve Ondokuz Mayıs Üniversitesi, İİBF, Araştırma Görevlisi Dr. Ali Rıza Güngen, küresel kapitalizmin geleceği hakkında şunları söylediler:
“Kriz sonrasında alınan önlemlere baktığımızda meselenin işsizlikle sınırlı olmadığını, finansal sektörün kayıplarının toplumsallaştırıldığını ve artan kamu borçları nedeniyle kesintilerin gündeme geldiğini görüyoruz. Kamunun toplumsal harcamalarının kesintiye uğraması bizim bütçemize doğrudan etki ediyor. Avrupa ülkelerinde gördüğümüz üzere bazı hizmetler alınan politika önlemleri sonucu daha pahalı hale geliyor. Ya da çalışanların maaş artışları dondurulabiliyor.
Krize karşı ve kriz sonrasında alınan önlemler radikal ve eşitlikçi önlemler olmadığı müddetçe yaşam standardımızın düştüğünü ya da göreli olarak gerilediğini görüyoruz. Finansallaşma süreci daha fazla canlılık ve çöküş çevrimi getiriyor ve sıradan vatandaş finansal sektördeki oynaklıklara daha fazla maruz kalıyor.”
Kitapta küresel krizin öngörülebilir olduğunu iddia ediyorsunuz. Bunun için yeni bir yöntem öneriniz mi var?
Ekonomik krizler, nedenlerini bilemediğimiz, başımıza gelen, maruz kaldığımız doğa olayları değildir. Genellikle krizi açıklamak üzere kullanılan metaforlar, yaşanan gerçekliği açıklamaktan çok bu gerçekliğin üzerini örtmeye yarıyor. Örneğin krizi depreme benzettiğimizde, bunu önleyemeyeceğimiz, sadece başımıza geldiğinde daha hazırlıklı olabileceğimiz, bizim kontrolümüz dışında bir olay olarak anlaşılıyor. Bir dönem sıklıkla kullanılan “enflasyon canavarı” gibi yakıştırmalar da benzer bir işlev görüyor. Bu açıklamalar, meselenin aktörsüz hale getirilmesine, yani krize maruz kalanların gözünde hesap soracak kimsenin olmadığı imajının yaratılmasına yarıyor. Bunun yanında, bu açıklamaların etkili olmasının diğer nedeni gerçekten de standart iktisat teorisinin krizi açıklamak için yeterli donanıma sahip olmamasıdır. O nedenle kitapta, krizin nedenlerinin ancak eleştirel ekonomi-politik geleneğinin bugüne kadar biriktirdiği kavramsal araçlarla anlaşılabileceğini ileri sürüyoruz.
İlerisi için ne tür bir beklentiniz var? Kitapta bahsettiğiniz dinamikler işleyeme devam ederse hangi ülkeler (gelişmiş vs gelişmekte olan) ya da bölgeler (Latin Amerika, Asya, Orta Doğu, Avrupa, Afrika) krize daha meyilli?
Bir dünya parası olarak doların miktarı ve ABD otoritelerinin kararları krizin seyrinde çok önemli. FED’in tahvil alım programında değişikliğe gitmesi ve faizleri arttırması Türkiye’nin de aralarında bulunduğu “yükselen piyasalar” olarak adlandırılan ülkelerden 2014 ve 2015’te sermaye çıkışlarına neden olabilir. Geç kapitalistleşen ülkelerden başlayan bir kriz dalgası tartışılan senaryolardan birisidir. Başka bir ifadeyle finansal istikrarsızlık Küresel Güney’de çok daha belirgin hale gelebilir.
Bunun yanında Avro Bölgesi’nde Yunanistan’ın çözülemeyen borç sorunu kaynaklı bir istikrarsızlık ve zayıf toparlanmanın süregitmesi ihtimali göz ardı edilmemeli. Krize verilen politika tepkilerinin ekonomik büyümeye katkısı olumsuzdur. 1970’lerden itibaren krize verilen cevaplardan birisi kredi mekanizması aracılığıyla hanehalkı borçlanmasının artışı ve tüketimin canlı kılınmasıydı. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde böyle bir seçenek de olası görünmemektedir. Dünya ekonomisinde uzun yıllara yayılan bir durgunluk ihtimali bu nedenle halen mevcuttur.
Amerika’da 2008’den beri yaşanan finansal düzelmeyi nasıl görüyorsunuz? Size göre suni bir gelişme mi yoksa tekrar nüksedecek problemlerin habercisi mi?
Bu soruya cevap verirken, ABD ekonomisiyle ilgili üç noktanın altını çizmeliyiz. İlk olarak ABD çok dinamik ve büyük bir pazara, oldukça zengin doğal kaynaklara sahip; dünyanın finans merkezi konumunda ve en önemlisi dünya parası olan doları basıyor. İkincisi, ABD’nin idari olarak Avrupa’dakinin tersine karar alma ve uygulamada çok daha hızlı davranabiliyor olmasıdır. Sonuncusu da, devletin geçmiş krizlerden edindiği deneyimlerle krize çok etkili ve hızlı bir şekilde müdahale etmesidir ki bu müdahale FED’in miktarsal genişleme uygulamalarıyla bugün halen sürüyor. Bunların sonucunda yaşanan ekonomik gelişmelerin suni olduğu kanısında değiliz. Ancak altını çizmemiz gereken husus, bu “toparlanma” görüntüsünün ardında milyonlarca kişinin evsiz ve işsiz kalması, çalışanların büyük çoğunluğunun işten atılma korkusuyla daha fazla çalışmak zorunda kalması, güvencesiz işlerin artması, ücretlerin düşmesi ve eşitsizliklerin artmasının olduğudur. Dolayısıyla ABD’de sermaye, krizin maliyetini devlet müdahalesi kanalıyla çalışanların üzerine yıkmayı başarılı bir şekilde gerçekleştirmiştir. Son olarak, finansal sektörün bugün kriz öncesinden daha kırılgan olduğunu da eklememiz gerekiyor. ABD finans piyasasının büyük çoğunluğunu elinde tutan 5 büyük banka, kriz öncesindekine göre daha da büyüdü. Dolayısıyla 2008’de finansal krizin patlamasına neden olan gelişmeler değişmeden durduğu sürece, krizin tekrarlanmayacağını ileri sürmek mümkün değildir.
Kitabınızda 2008-9 krizine neden olan ekonomi politikalarının halen uygulanmaya devam ettiğine işaret ediyorsunuz. Krizle sonuçlanan bu ekonomi politikalarındaki ısrar niye?
Krizin deneyimlenmesi her ülkede farklılıklar göstermekle birlikte 2008-9 krizinin ortaya çıkışında ABD’de görece dar gelirlilerin ve azınlıkların finansal sistemle bütünleşmesini getiren bir finansal mimarinin oluşturulması önemli rol oynadı. Bu mimari neoliberalizmin bir sonucu olarak kuralsızlaştırmanın faydalarına ve türev piyasalar ve kredi araçlarının riski dağıtıp yönetmek için yeterli olduğuna dair bir inançtan güç alıyordu. Çalışmamızda gösterdiğimiz üzere alternatif ve somut politika önerileri oluşturulmadığı müddetçe neoliberalizme karşı hareketler yeniden yapılanmayı engelleyemiyorlar. Bunun anlamı politikayı biçimlendiren sınıfsal güç dengelerindeki kaymaların bir fay hattı kırılması anlamına henüz gelmediğidir.
Rasyonel ve herkesin uzlaştığı politika formülasyonları olabilirmiş gibi düşünmek anlamsızdır. Neoliberalizm bir sınıfsal proje ve özel olarak finansal varlıkları ellerinde tutanlar ve genel olarak da sermaye sınıfı için oldukça işlevsel. Bu işlevini yitirmediği ve güçlü karşı koyuşlar yaratılmadığı müddetçe krizler sonrasında daha fazla neoliberalizme maruz kalabiliriz.
Türkiye ekonomisi ABD’den daha çok Avrupa ile bütünleşmiş durumda. Avrupa’daki krizin nedenleri nelerdi? Avrupa krizi bitmiştir diyebilir miyiz?
Avrupa’daki kriz ABD’de başlayan kredi çöküşünün Avrupa’ya yansıması ile başladı. Ancak Avro Bölgesi krizi olarak adlandırdığımız esasen bu arka planda mali bir birlik yaratmadan parasal birlik yaratma çabasının ortaya koyduğu çelişkilerle ilişkilidir. Güney Avrupa ülkelerinin devlet tahvillerinin getiri oranlarının fırlaması ile Avro Bölgesi krizi bir borç krizi şeklinde cisimleşmiş ve Avro Bölgesi’nde tekrar ekonomik daralmaya neden olmuştur.
Avro Bölgesi krizindeki durumu biraz Hotel California şarkısının sözlerine benzeterek anlatabiliriz: Krize yakalanabilirsiniz ama krizden çıkamazsınız. Bir yandan Kıbrıs’taki banka krizi, öte yandan beklenen ekonomik büyüme oranlarının yakalanmaması ya da Yunanistan’da borç oranının yeni bir yapılandırmayı işaret etmesi krizin bir aşamasının geride kaldığını ama Avro Bölgesi’nin henüz toparlanmadığını söylememize izin veriyor. Avrupa Merkez Bankası’nın miktarsal genişleme dahil ekonomik canlanma için arayış içinde olması da bunun göstergesi olsa gerek.
ABD’deki krizin konut sektörü kökenli olduğunu söylüyorsunuz. Türkiye’de de son dönemde inşaat ve konut sektörünün giderek daha öne çıktığını görüyoruz. Sizce Türkiye için konut sektörü kaynaklı bir kriz olası mı?
Bu konuda doğrudan ABD ile Türkiye’yi karşılaştırmak çok doğru olmayabilir. Finansal piyasaların gelişmişliği, konut sektörüyle finansın entegrasyonu ya da konut sektörünün hacmi gibi alanlarda oldukça farklı yapıda olan iki ülkeden bahsediyoruz. Ancak söyleyebileceğimiz, bu farkın hızla kapandığıdır. Bu durum sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Özellikle dünya genelinde artan rekabet nedeniyle üretim sürecinde kar olanaklarının giderek daralması, firmaları alternatif karlılık alanları bulmaya zorluyor. Geri dönüşün çok çabuk olması ve kent mekanındaki rantı da eklediğinizde, konut sektörü karlı bir yatırım alanı olarak karşımıza çıkıyor. Bu konuda devletlerin de ekonomik büyümeyi sürdürebilmek için bu sektöre ya doğrudan girdiklerini ya da desteklediklerini görüyoruz. Sonuçta Türkiye açısından konut sektörü nasıl ekonomik büyümenin lokomotifi olarak görülüyorsa, aynı şekilde bu sektörde meydana gelebilecek sorunlar, daha büyük bir krizin tetikleyicisi olabilir. Ancak bu ilk başta konut kredisi alanların geri ödeme sorunlarından çok sektördeki büyük firmaların finansal güçlüklerle karşılaşmaları nedeniyle olabilir ki geçtiğimiz günlerde gündeme gelen Hazine garantisini de bu bağlamda düşünmeliyiz.
Hazine garantisi konusunu biraz daha açabilir misiniz?
Bildiğiniz gibi Hazine Müsteşarlığı 19 Nisan 2014 tarihinde bir yönetmelik yayınlayarak, AKP hükümetinin üzerine hassasiyetle durduğu “çılgın projeler” başta olmaz üzere, 1 milyar dolardan büyük inşaat projeleri için Hazine garantisi getirdi. Bu yönetmeliğin dikkat çekici iki özelliği var. İlki bu yönetmelikle tamamen yeni bir garanti mekanizması getirilmiş olmasıdır. Önceki uygulamalardan farklı olarak bu projeleri üstlenen firmaların daha inşaat aşamasında karşılaşacakları finansman sorunlarına dahi Hazine garantisi verilecektir. Yani bu ihaleleri alan firmaların fiiliyatta batmak ya da kar etmemek gibi seçenekleri yoktur. İşler yolunda giderse zaten karlı bir yatırım yapmış olacaklar. İşler kötü giderse, Hazine devreye girip onların borçlarını bize aktaracak, yani bu firmalar yine karlı olmaya devam edecek. Yönetmeliğin ikinci özelliği, hangi firmanın ya da projenin Hazine tarafından destekleneceğinin açıklanmayacak olması. Dolayısıyla bu durumda akıllara, “yeni bir örtülü ödenek mi yaratılıyor?” sorusu gelmektedir. Bu çerçevede, hükümete olağanüstü yetkiler veren bu yönetmeliği, önümüzdeki iki seçim sürecinde, hükümetin ekonomik sorunlar nedeniyle sıkıntıya düşmemek için aldığı önlemlerden biri olarak düşünebiliriz.
Son olarak, iki ay kadar önce İngilizce olarak da yayımlanan ve özellikle ABD’de çok ilgi çeken Thomas Piketty’nin “21. Yüzyılda Sermaye” kitabı hakkında ne düşünüyorsunuz? Sizin kitabınızda tartıştığınız alternatif senaryolar içinde Piketty’nin önerisi de var mıydı?
Piketty’nin yeni çıkan kitabı gerçekten de büyük ilgi gördü, geniş bir şekilde tartışılmaya başlandı. Tartışılan konu esas olarak gelişmiş ülkelerde gelir eşitsizliğinin artmakta olduğu ve bunun sürdürülemezliğine odaklanıyor. Sistemin sürdürülebilirliği için çözüm olarak da zenginlerin vergilendirilmesi öneriliyor. Biz kitapta bu gibi önerilerin tartışılmasının önemli olmasına rağmen neden naif bulduğumuzu anlatmaya çalıştık. Ekonomi politikalarındaki değişim, ekonomi alanda ortaya çıkan yeni, rasyonel ve ikna edici bir görüşün politikacılar tarafından benimsenmesiyle gerçekleşmiyor. Yaşadığımız ekonomik sorunlar, bilim insanlarının “en iyi” teoriyi ya da politika uygulamasını bulamaması gibi bir nedenle de ortaya çıkmadı. Biz kitapta ekonomi politikasının neden ve nasıl değiştiğini (ya da değişmediğini) anlamak için, toplumdaki güç dengelerine ve sınıfsal ittifakların değişimine bakmak gerektiğini savunduk ve günümüzdeki krizle, 1929 ve 1970 krizini bu bağlamda karşılaştırdık. Sonuçta, neoliberalizm krize girdiğinde, yerine Keynesci politikaların uygulanmamasının nedeni, Piketty gibi birinin çıkıp, bunu gündeme getirmemesi değildir. Bunun nedeni, sermaye ve devleti ekonomi politikası değişikliği yapmaya zorlayacak bir sosyal muhalefetin geliştirilememiş olmasıdır.
© Tüm hakları saklıdır.