Gündem

Haydi Alışalım: Amed

Aydın Engin Diyarbakır'da görülen KCK ana davası izlenimlerini yazdı.

19 Ekim 2010 03:00

AYDIN ENGİN / T24


Diyarbakır, pazartesi gününü epey heyecanlı yaşadı. KCK ana davasının kimi tutuklu, kimi tutuksuz 103 sanığı nihayet yargıç karşısına çıktılar.

Yurt dışından epey büyük bir gözlemci, dayanışmacı Diyarbakır’a akmıştı. Otel lobilerinde Kürtçe ve Türkçe’den çok değilse bile en az onlar kadar  İngilizce, Fransızca, Almanca, İtalyanca konuşuluyordu.

Yurtdışından gelenlere bir o kadar da Türkiye’den gazeteci, dayanışmacı eklendi. Nitekim kaçınılmaz kargaşayı düzene sokmaya çabalayan Kürtlerin, tutuklu yakınlarını ilk duruşmaya girmemeye, dışarıda beklemeye ikna; sayılarının 250’yi bulduğu bildirilen avukatlar ordusuna yakınlarını, eşlerini duruşma salonuna getirmemeye razı etmelerine rağmen saatler süren bekleyişten sonra yine de duruşma salonuna giremeyen epey kişi oldu.

*    *    *

Aylar ve aylar sonra yargıç karşısına çıkan tutukluların kimlik tesbitinde Kürtçe konuşmalarını önlemek için yargıç ince bir taktik uygulamak istedi. “Adınız okununca ayağa kalkmanız yeterli” dedi. Bencileyin hukukçu olmayan kıdemli bir sanık bile biliyor ki bu usüle aykırıdır. Sanığın adını soyadını, mesleğini, sabıkası olup olmadığını filan sesli olarak belirtmesi ve bunun tutanağa geçmesi gerekir. Yargıçın bu manevrasına itiraz eden olmadı. Ama adı okunanlar da ayağa  kalkmakla yetinmediler ve Kürtçe “Burda” deyiverdiler. Kürtçe üstüne ilk yasak böylece ve görece kırılmış oldu.

Kimi okurlar bunun önemli olmadığını düşünebilir. Önemliydi. Bugüne kadarki, pratik duruşmalarda Kürtçe konuşma, Kürtçe ifade vermekte ısrar edenlerin daha ağır cezalar aldıklarını, tutukluluk hallerinin daha, çok daha uzun sürdüğünü gösteriyor. Bunu sanıklar da biliyordu. Ama göze aldılar ve Kürtçe de ısrar ettiler.

*    *    *

İlk duruşma yine de bütün ilk duruşmalar gibi rutinin dışına çıkmadı. Örneğin mahkeme  iddianame –özetle de olsa- okunmadan; sanıkların ve avukatlarının iddianameye cevaplarını (kimileri buna savunma der ama değil, savcının iddialarına cevaptır) almadan tutukluluk haliyle ilgili bir karar vermeyeceklerini belli etti. Yani öyle sanıyorum ki tutukluluk haliyle ilgili karar taa 12 Kasım’a kadar sürecek. O gün ne karar çıkacak? Bilmiyoruz. Ama bu kararın hukuksaldan çok siyasal bir karar olacağını, en azından siyasal bir tercihi yansıtacağını biliyoruz. Bakalım, göreceğiz.

İlk duruşma rutinin dışına çıkmadı, dedik. Yani çok sıkıcıydı. O yüzden mahkeme salonunda çok kısa kaldım ve kendimi, Diyarbakır Adalet Sarayı denen koca binanın önündeki geniş caddeye ve alana attım. Günün kalan saatlerinin büyük bir bölümünü de orada geçirdim. (“Sokak yazarı” oldum yani!)

Bayram yeri gibiydi. Az sayıda BDP bayrağı, çok sayıda genç, yaşlı, kadın,  erkek ve tabii içeri girmeseler de oraya gelmiş tutuklu yakınları ile çok hareketli bir kalabalık sloganlar, zılgıtlar eşliğinde bekliyor, oynuyor, şarkılar söylüyordu.

Diyarbakır’da kitlesel bir eylem söz konusu olduğunda bir işaretleri ile onbinleri alanlarda toplayabileceklerini bildiğim BDP’li tanıdıklara “Kalabalık biraz az değil mi” diye sordum. “”Engin bey bu miting değil, nöbet. Bugün bu arkadaşlar burada. Yarın başka bir Kürt ilinden gelenler nöbeti devralacak ve bu, duruşmaların aralıksız süreceği 12 Kasım’a kadar devam edecek. Burada nöbet günü gelenler toplanacak ve içerdekilerle bir ve aynı yürek olduklarını dosta düşmana gösterecekler” dedi.

O kalabalığın içinde dolandıkça sahiden sadece “Nöbet sırası gelenler”in orada olduğuna ben de tanık oldum.

Dedik a burası Diyarbakır.

*    *    *

“Burası Diyarbakır” nitelemesi salt bana ait değil.

Birinci elden dinledim. Aktarayım.

Dayanışma amacıyla İstanbul’dan gelen üç avukat Mebuse Tekay, Bahri Bayram Belen, Yücel Sayman yanlarında  avukat kimliklerini getirmeyi unuttukları için duruşma salonuna alınmadılar. Mebuse Tekay “Savcı bey’in emri böyle” açıklamalarına razı olacak avukatların en sonunda gelir. Nitekim üst kata çıkıp Başsavcı’nın karşısına çıktı. “Benim avukat olduğum Barolar Birliği’nin web sitesinde açık seçik görülür. Bir tık’la bu bilgiye ulaşırsınız. Bu engellemeyi anlamıyorum” diye itiraz etti ve ekledi “Ben bu güne kadar avukat kimliğim olmadığı için benim  duruşma salonuna girmemi engelleyecek hiç bir olay yaşamadım” dedi.

Koskoca Başsavcı “Evet ama burası Diyarbakır” diye cevap vermesin mi ?

Mebuse Tekay’ın “Ne yani, bazı yasa ve kurallar Türkiye’nin öteki bölgelerinde başka, Diyarbakır’da başka mı uygulanıyor” itirazını ise savcı suskunlukla cevapladı.

Ne diyebilirdi ki? Ama adam haklı: Burası Diyarbakır!.

*    *    *

Burası sahiden Diyarbakır mı ?

Artık pek emin değilim. Bölgeye defalarca gitmiş, oralarda haftalarca kalıp çalışmış bir gazeteciyim. Bugüne kadar Diyarbakır yerine kentin eski ve tarihi adı olan “Amed”i kullananlar sadece aşırı politize olmuş, dahası Kürt siyasal hareketinde öne geçmiş kişilerle sınırlıydı.

Sokaktaki adam belleğim beni yanıltmıyorsa, Diyarbakır ve daha çok da “Diyarbekir” derdi.

Bu defa durum değişik. Bu Kürt siyasal hareketinin aldığı yol ve kitleselleşmesinin küçük ama çok anlamlı bir göstergesi gibi. İstanbul’dan gelen ve TV ekranlarından tanıdığı kimi gazetecileri (Mesela Cengiz Çandar, mesela Ruşen çakır),  ya da meslek örgütü, ya da STK yöneticilerini (Mesela Gencay Gürsoy, mesela Süleyman Çelebi, mesela Sami Evren) gören sokaktaki (okuyup geçmeyin: Sokaktaki) Kürt ya sevgiyle yaklaşıp el sıkıyor, sarılıyor ya da saygıyla selamlıyor ve ekliyordu “Amed halkı olarak sizi takip ediyor ve çok teşekkür ediyoruz” ya da “Amed halkının kalbinde yeriniz büyüktür ve azizdir” ya da “Ben bir Amedli olarak size teşekkür ederim”...

Otelin yolunu sormak için yanına yaklaştım dönerci ustası, bir yandan döner bıçağını hünerle kullanırken bir yandan cevapladı:

- Amed’i bilir misin ? Galeria’yı bulabilir misin? Otel onun tam karşısında...

Yani dilimizi Diyarbakır yerine  “Amed”e alıştırsak iyi olacak. Hiç olmazsa oralı Kürt yurttaşlarımızla iletişim zorluğu yaşamayız. Hem de bakır madeni bulunmayan bir kente Diyarbakır (=bakır diyarı) yakıştırmasının saçmalığından da kurtuluruz...

*    *    *

Şu uzayan Diyarbakır izlenimlerini kişisel bir notla bitireyim:

O bölgeye giderken taşınabilir bilgisayarını yanına almayan; almadığı için de izlenimlerini sıcağı sıcağına T24 okurlarına iletemeyen Aydın Engin adlı bu sözüm ona “kıdemli haberciyi” ben olsam derhal kapının önüne koyardım.

Ama bu da ona ders oldu. Bir dahaki sefere pantolonunu giymeyi unutabilir ama bilgisayarını unutmaz. Sizlere de böyle tam bir gün gecikmiş, bayat izlenimler okutmaz...

Söz...