Bir şeye duyulan kuvvetli inanç ve ondan kaynaklanan güçlü haklılık duygusu; aynı inanca ve duyguya başkalarının da kolayca ulaşabileceğini (ahlaken ulaşması gerektiğini) düşündürttüğü ölçüde, o inancın-duygunun daha geniş çevreler tarafından benimsenmesinin önünde bir engel teşkil edebilir...
Diyelim, işgal edilmiş bir ülkede kararlı bir direnişçisiniz ve düşmana direnmeyi basit bir ahlaki zorunluluk olarak görüyorsunuz. Oysa sizin için bu kadar net olan durum, herkes için o kadar da net olmayabilir. Onları ikna edebilmek için gayret sarf etmeniz, başka argümanlar geliştirmeniz gerekebilir. Fakat siz herkesin kendiliğinden “ahlaklı” bir tavır geliştirmesini beklediğiniz için böyle bir çaba göstermezsiniz; bu da pek tabii direnişçi saflarının genişlemesinin önünde bir engel teşkil edebilir.
Bu çerçevede hakiki bir örnek, 12 Eylül’ü halk nezdinde (de) mahkûm etmek için girişilen mücadelenin neden bir türlü istenen sonucu vermediğine dairdir...
Daha önce de yazmıştım, bunun nedeni, 12 Eylül’ü sadece 12 Eylül’ün zalimlikleriyle teşhir etmeye çalışmaktı. Bu, “eksik” bir teşhirdi.
Sol, 12 Eylül faşizmi karşısında kesin olarak yenildikten sonra, onu teşhir etmede de yanlış (eksik) bir siyaset izledi. Zannetti ki, bu dönemin kaba şiddetini, insafsızlığını teşhir ederse, halk da bu şiddetin sahiplerinden hesap sorulmasını isteyecek. Bu beklentinin karşılık bulmamasının temel nedeni, halkın, 12 Eylül’ün, başka çare kalmadığı için yapıldığına inanmasıydı.
Toplumlar, böyle koşullarda, otoriteyi (“istikrarı?”) sağlayan kuvvete çok geniş bir kredi tanırlar; o kuvvetin otoriteyi sağlamak için şiddet kullanmasını da meşru sayarlar.
Bu zincirin (halkta rıza yaratma sürecinin) kırılmasının tek bir yolu vardı: Kendisine kredi verilen gücün bizzat o kargaşanın aktörlerinden biri olduğunun, kargaşaya iktidar için bilerek göz yumduğunun ve kargaşayı kışkırttığının gösterilmesi...
Çeşitli nedenlerle bu yapılmadı ve işte bu yüzden 12 Eylül, halk nezdinde hiçbir zaman tam olarak mahkûm edilemedi; referandumdaki “yüzde 58”e rağmen söylüyorum bunu.
“Kürtlere ne yaptık ki, dağa çıkıyorlar?”
Salı günkü yazımda “Kürt sorunundaki Türk sorunu”nu özünde bir bilgisizlik; bilgisizliğe bağlı bir duyarsızlık; duyarsızlığa bağlı bir kibir sorunu olarak tarif etmiştim.
Kürtlere Cumhuriyet tarihi boyunca ve özellikle de 12 Eylül’den sonra büyük haksızlıklar, hukuksuzluklar, kötülükler yapıldığına inanan sınırlı sayıda Türk, tıpkı işgal edilmiş bir ülkedeki direnişçilerin haklılık duygusuna benzer bir duyguyla bu inançlarının herkes tarafından paylaşılmasını bekledi. Oysa onlar için bu kadar net olan durum, bütün Türkler için o kadar da net değildi. Düşünmüyorlardı ki, sahip oldukları duyarlılık, sahip oldukları bilgiden kaynaklanıyordu ve geniş Türk kesimler o bilgiden mahrumdu. Yapmaları gereken şey, o bilgiyi bıkmadan, usanmadan kendileri dışındaki Türklere de taşımaktı. Bunu yapmazlarsa, bilgisizliğin duyarsızlığa, duyarsızlığın kibre dönüşüp bir “Türk sorunu” olarak karşılarına çıkacağını öngörememişlerdi.
Şimdi yaşadığımız odur işte: Kürt sorunundaki Türk sorunu, Türklerin, ortada ciddi hiçbir neden yokken Kürtlerin sırf kötülük olsun diye dağa çıkmalarına inanmaları sorunudur.
Geçen yazıda, “Kürt sorunundaki Türk sorununu aşabilmek için Türklere ‘ora’da ne olduğunu anlatacak bir medyaya ve böyle bir medyayı yüreklendirecek bir iktidara (ve siyasete) ihtiyacımız var” demiştim.
Ben, bilhassa medya açısından bazen böyle hayallere kaptırıyorum kendimi... Mesela Diyarbakır cezaevi gerçeğine ilişkin büyük basında çıkan ilk söyleşiyi (Radikal, Neşe Düzel’in Selim Dindar’la 2003’te yaptığı söyleşi) okuduğumda da aynı hayali kurmuş, şöyle demiştim:
“(...) Vakit hâlâ geç değildir ve o günleri bize anlatmaya başlayacak bir yayıncılık, bu ülkenin demokratikleşmesi için tayin edici önemdedir... Radikal ve Neşe Düzel sağ olsunlar, onlara ne kadar teşekkür etsek az olur ama bu gazetenin eti ne budu ne? Öyleyse hadi bakalım bu ülkenin büyük televizyonları ve büyük kanalları... Hadi cesaret...”
Benim bu satırları yazdığım gazetenin bağlı olduğu kurum, o satırlardan üç-beş ay sonra bir televizyon kanalı kurma kararı aldı. Hazırlık toplantılarından birine ben de katıldım. Kanalın, Türkiye’nin en temel sorunları üzerinde farkındalık yaratma amacıyla kurulacağı söylendiğinde, hatırlıyorum, çok heyecanlandım. O heyecanla, Serbestî dergisinin yayımladığı, aralarında Selim Dindar’ınkinin de bulunduğu Diyarbakır cezaevi tanıklıklarının televizyon versiyonunu uzun soluklu bir program olarak yayınlamayı önerdim. Tahmin edeceğiniz gibi toplantı salonu buz gibi oldu, konu açılmadan kapandı.
Bilgi sahibi olmadan duyarlılık sahibi olunamaz
Medya öyle de siyaset çok mu farklı? 78’liler Vakfı, yıllar süren bir çalışmayla Diyarbakır cezaevi tanıklıklarını belgeledi. Girişimin sözcüsü Celalettin Can, referandum tartışmaları sırasında, belgeselin tamamlanması ve yayını için ilgili bakanlıklardan destek aradıklarını, fakat bu desteğin kendilerine verilmediğini anlatmıştı.
Televizyon dizisi Bu Kalp Seni Unutur mu’yu hatırlayın... Oradaki, Diyarbakır cezaevini anlatan birkaç kare bile ne kadar büyük bir etki yapmıştı.
Belki bıktınız ama ben tekrar edeceğim: Kürt sorunundaki Türk sorunu, bizim bildiğimizi başkalarının da bilmesini sağlayarak aşılabilir... Bilgi sahibi olmadan duyarlılık sahibi olunamaz... “Ora”nın tarihine ilişkin bilgi sahibi olanlar, bu bilgiyi yaygın bir bilgi haline getirmek için yeteri kadar çalışmadılar. Oysa bıkmadan, usanmadan yapılmalıydı bu.
Evet, zaman zaman saman alevi gibi yanıp sönen girişimlere rastlıyoruz medyada, fakat bunlar yeterli olmuyor. Kürt sorunundaki Türk sorununun çözümü, hakiki hikâyeler anlatmaktan geçiyor, teorik kimlik tartışmalarından değil...
Emekli General Atilla Kıyat’ın 1990’lardaki faili meçhul cinayetlerin bir “devlet politikası” olduğuna dair açıklamalarının gazetelerde yer aldığı günlerde ben, bu tanıklığın Türklerin ikna sürecindeki önemini vurgulamak amacıyla “Atilla Kıyat, Türk sorununun çözümünü gösteriyor” diye not almışım.
Fakat ne yazık ki bu fırsat da kaçırıldı. Sorsanız, her gazete, her televizyon “biz verdik haberi” diyecektir. Verdiniz ama nasıl verdiniz? Benim gördüğüm kadarıyla, medyada, bu tanıklığın “Kürt sorunundaki Türk sorunu”nun çözümü açısından taşıdığı önemin farkında olanların sayısı üçü beşi geçmiyordu.
İhtiyacımız olan gazetecilik...
İnternet sitesi T24’te Selin Ongun imzasıyla yayınlanan “Güneydoğu’da neler oluyor” dizisini, hasretini çektiğim bir gazetecilik-habercilik anlayışının ete kemiğe bürünmüş hali olarak dikkatinize sunmak istiyorum.
Selin Ongun, referandumdan bir gün sonra bölgeye gitmiş, orada hemen hemen her kesimin sözcüleriyle konuşarak olağanüstü zenginlikte bir toplumsal-siyasi panorama derlemiş.
Selin Ongun’un dizisi beni neden bu kadar heyecanlandırdı? İki temel noktaya işaret edeceğim:
Her şeyden önce, muhabirin, okurların önüne gerçeğin tümünü sermekten ve kendi kararlarını ona bakarak vermelerini sağlamaktan başka hiçbir amacının olmadığını görmek heyecanlandırdı beni... Oysa biliyorsunuz, Türkiye gazeteciliğinde, bir meseleyi işlemeye başlarken öncelikle o meseledeki “doğru”nun ne olduğu tesbit edilir... Sorular ona göre hazırlanır; kim sıkıştırılacak, kime gollük paslar verilecek, onlar tesbit edilir ve işin sonunda mutlaka en başta tesbit edilen “doğru”lara ulaşılır.
Selin Ongun’un söyleşileri ise “okurların beynini iğfal gazeteciliği”ne bir reddiye mahiyetindeydi.
İkinci nokta: İstanbul gazetecileri, malum, sırf siyasi figürler üzerinden yürütüldüğü gerekçesiyle “Ankara gazeteciliği”ni eleştirirler... Fakat aynı şeyi, toplumsal boyutu çok önemli bazı haberlerde kendileri yaparlar ve bunun farkında bile olmazlar.
Öyle değil mi? Mesela Kürt meselesine ilişkin haberler hep siyasi figürler (parti ya da kişiler) üzerinden götürülmüyor mu?
Selin Ongun’un dizisi, Türkiye’nin en önemli meselesini toplumsal figürler ve aktörler üzerinden tartışmaya açtığı için de çok heyecanlandırdı beni.
Salı günü, bence bu dizinin en önemli yanlarından biri olan, PKK ile bölgedeki İslami yapılanmaları kapıştırma çabaları üzerine yazacağım.
(Alper Görmüş - Taraf - 24 Eylül 2010)