Hükümetin 17 Aralık yolsuzluk operasyonu sonrası yargıya yönelik bazı düzenlemelere karşı çıkan ve AKP'ye yakın çevrelerce eleştirilen eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, görevden ayrılmasının ardından ilk kez bir konferansta konuşma yaptı. Özgürlük Araştırmaları Derneği’nin düzenlediği "Hukuk Devleti Konferansı"nda konuşan Haşim Kılıç, "Eskiden TCK'nın 163 ve 312. gibi maddeleriyle yapılan zalimliklerin yerine bugün başka maddeler kullanılarak insanlarımızı susturulmaya çalışıyor" dedi.
Konuşmasında "Sessiz kalmak utancını yaşamamak için bir kez daha sesleniyorum" diyen Haşim Kılıç, son dönemde artan çatışma ortamı ve terör saldırılarına ilişkin olarak, "Hiç şüphe yok ki bu sıkıntıların yaşanmasında büyük pay barış dili yerine nefret dili kullanan yanlış politika ve gerilim üreten siyaset kurumlarımızındır" ifadesini kullandı.
İki günlük konferansın konuşmacıları arasında 2007’de sivil anayasa taslağı hazırladıkları AKP’yi son dönemdeki politikaları nedeniyle eleştiren Prof. Ergun Özbudun, Prof. Serap Yazıcı ile Prof. Mehmet Turhan, Prof. Levent Köker ve Prof. Mustafa Erdoğan da bulunuyor.
Haşim Kılıç'ın açıklamalarından satır başları şöyle:
"Bu sıkıntıların yaşanmasında büyük pay barış dili yerine nefret dili kullanan yanlış politika"
Son yıllarda yaşanan olaylara bakıldığında siyasi hayatımızda gerilim üzerine kurgulanan politikaların doğurduğu sıkıntılı zorlu, ağır ve sorunlarla dolu bir sürecin yaşandığına tanık olmaktayız. Hiç şüphe yok ki bu sıkıntıların yaşanmasında büyük pay barış dili yerine nefret dili kullanan yanlış politika ve gerilim üreten siyaset kurumlarımızındır" diye konuştu. Kılıç, "Hukuk devletinin özü ve kurucu unsuru olan hukuk güvenliğini yakından ilgilendiren bu konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Özellikle son yıllarda dini etnik ve mezhebi inanç ve düşüncelerin siyasi bir kimliğe dönüştürülerek ön plana çıkarılmasıyla çok karlı bir siyasi rant kapısı açılmış oldu. Kimlikler üzerinden üretilen siyasi söylemler oy kazandırsa da ekonomik, kültürel, sosyal ve siyasal alanında ciddi bir hukuk güvenliği sorununu oluşturmuştu.
Çizilen tablonun bilançosuna bakıldığında en büyük hasarın hukuk güvenliği alanında yaşandığı açıktır. Hukuk güvenliğinin sorumlu olduğu bir iklimde toplumsal birlik ve barış sürecinin üretilmesi de zaten düşünülemez. Teselli bulduğumuz nokta ise bu hasarın toplumun büyük bir kesiminde henüz kalıcı izler bırakmamış olmasıdır. Denilebilir ki bu gerilim ve kutuplaşma toplumun ana kütlesinde henüz ayrışmaya dönüşmemiştir. Sağduyu sahibi toplum kesimlerinin sunduğu bu şansı ıskalamanın mevcut hasarı daha da ağırlaştıracağı kuşkusuzudur. Türkiye sevdası olan her bireyin sıfatı ve konumunu düşünmeden bu şansa destek verme zorunluluğu vardır.
Bugünkü etkinlikten çıkacak mesajların bu şansa ivme kazandıracağına olan inancımı belirtmek istiyorum. Bu inancı belirtirken siyasi partilerimizin çok değerli yönetici ve mensuplarına da bir çağrıda bulunmak istiyorum. Siyasi partiler vazgeçilmez değerlerimizdir. Her derdimizin her toplumsal sorunumuzun çaresi ve çözüm kapısıdır. Bu kapılar kapanırsa demokrasi dışı güçlerin kapılarını açmış olacağımız kesindir. Demokrasi dışı güçlerin toplumun dini, etnik ve mezhebi değerlerini ve kimliklerini siyasetten uzaklaştırmaları h?linde gerilim kaynakları olan bu değerlerin kin ve nefret kültürüne dönüşmesi engellenmiş olacaktır. Bunu siyasilerimiz gerçekleştirdikleri takdirde yücelirken, toplumun bir arada yaşama iradesine de güç kazandıracaklarına inancımı belirtmek isterim. Hukuk devletinin amacı topluma adaleti sunmak ise, öncelikle yargı gücünün sorgulanması kuşkusuz gerekir. Yasama ve yürütme organlarının pozitif hukuk normlarını üreten ve uygulayan güçler olarak adaletin dışında tutulması düşünülemez. Ancak ülkemizdeki yasama ve yürütmenin güç birliği oluşturduğu bir sistemde yargının sorumluluğu yaşamsal önemdedir.
90 yıllık Cumhuriyet döneminde yargı, siyasi, dini ve ideolojik yapılanmaların her zaman ilgi alanına girmiş. Etkisi, tartışılmaz gücü ele geçirenler rakiplerinin hak ve özgürlüklerini yok ederek onları etkisiz hala getirmek istemişlerdir. Oysa yargı toplumun vicdanıdır. Bu vicdanı işgal edenlerin kimlikleri ve kutsalları ne olursa olsun insanlık onurunun bekçisi olan yargıdan üstün tutulamaz. Hangi kutsal değerlerin temsilcisi olursa olsunlar yargıyı intikam aracı olarak kullananları asla meşru görmemiz mümkün değildir. Yargı gücünü siyasi, ideolojik veya kutsal değerlerine lojistik destek sağlamak için gayret sarf eden yargı mensuplarının da meslek onuru sorunludur. Yargıcın Anayasa, yasa ve vicdani kanaati sonucu oluşması gereken yorum ve kararlarını kendini bağımlı hissettiği vesayet odaklarının emir ve direktifleri doğrultusunda seleksiyona tabi tutarak oluşturması daha önceki konuşmalarımda ifade ettiğim gibi ağır bir vicdan yolsuzluğu suçunu oluşturur. 12 Eylül 2010 yılında yapılan Anayasa değişikliği tüm bu işgallere ve yolsuzluklara son veren yargının bağımsızlık günü olarak düşünülmüş idi. Ancak 100 yıla yaklaşan katı, baskıcı, dayatmacı ve vesayetçi seküler bir anlayış yerine evrensel hukuka entegre olmuş demokratik özgürlükçü, müzakereci bir sistem kurulması beklenirken, renkleri değişmiş yeni bir vesayet odağının işgaliyle maalesef karşı karşıya kaldık.
"Geçmişte TCK’nın 163. ve 312. maddelerin kullanılarak zalimlikler yapılıyordu"
Geçmişte TCK’nın 163. ve 312. maddeleri kullanılarak zalimlikler yapılıyordu. Bugün başka maddeler kullanılarak insanlarımız susturulmaya çalışılmaktadır. Geçmişte yaşanan bu örnekler hukukun bir gün herkese lazım olacağının en tipik kanıtlarıdır. Günümüzde kamu gücü kullanılarak toplum korkutulmaya devam edilmektedir. Hukuk devletinin ’korku devletine’ dönüştüğü bir yapı ile ülkelerin ayakta kaldığı insanlık tarihimiz şahitlik etmiyor.
Adaletin vesayet odaklarından korkanlarla değil ancak vicdan azabı çekmekten korkanların eliyle gerçekleşeceği açıktır. Hukukun yerine korkunun hakim olduğu dönemlerde aydınlarımızın tepkisizlik ve suskunluğun arkasına gizlenerek zalimlikleri savuşturma refleksi ürkütücü ve utanç vericidir.
"Sessiz kalmak utancını yaşamamak için"
Sessiz kalmak utancını yaşamamak için bir kez daha vurgulamak istiyorum. Siyaset dünyasında yaşanan olumsuzlukların basın dünyasında da yaşandığına dikkat çekti. Haşim Kılıç, "Farklı düşünenler ve en masum eleştiri sahipleri ’hainlik’ suçlamasıyla linç edilmektedir. Gazetecilerin kamu adına yaptıkları görev ve düşüncelerini ifade etmeleri nedeni ile işlerine son verilme ya da cezalandırılma korkusu altında kimyalarının bozulduğu yaşanan gerçeklerimizdir. Oysa demokratik bir ülkede özgürlükler en çok muhalifler için değerlidir."
TCK'nın 312. maddesi ne diyor?
Kılıç'ın geçmişte "zulüm aracı olarak kullanıldığını vurguladığı eski TCK'nın 312. maddesi şöyleydi:
Madde 312 - Kanunun cürüm saydığı bir fiili açıkça öven veya iyi gördüğünü söyleyen veya halkı kanuna itaatsizliğe tahrik eden kimse altı aydan iki yıla kadar hapis ve iki bin liradan on bin liraya kadar ağır para cezasına mahkum olur.
Halkı; sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik eden kimse bir yıldan üç yıla kadar hapis ve üçbin liradan onikibin9 liraya kadar ağır para cezasıyla cezalandırılır. Bu tahrik umumun emniyeti için tehlikeli olabilecek bir şekilde yapıldığı takdirde faile verilecek ceza üçte birden yarıya kadar artırılır.