Şükrü Hanioğlu
(Sabah - 7 Mart 2013)
Selçuklu ile başlayan egemenlik
Tarihin, toplumumuzda genellikle varsayıldığı gibi, gerçeklik arkeolojisi faaliyeti değil, yeniden inşa çalışması olduğu göz önüne alındığında, "Türk" ifadesinin "vatandaşlık tarifinden" çıkarılmamasını talep ederek "Türk milleti adına hareket edenleri uyaran" bildirinin yaklaşık bin yıllık bir süreci tezinin kanıtlayıcısı olarak sunmasını yadırgamamak gerekir.
Bu bildirinin inşa ettiği tarihe göre "Türk millet"i, "Anadolu coğrafyasında" Selçuklulardan başlayarak kesintisiz devam eden bir egemenlik kurmuş, Atatürk de bunu esas alan bir "millî devlet yapısı" oluşturmuştur.
İnşa edilen bu "tarih"in ciddî sorunlar taşıdığı ortadadır. Bunların en başta gelenleri ise bin yıla ulaşan bir dönemin günümüz değerleriyle yeniden üretilmesi ve teleolojik bir evrim yaşandığının varsayılmasıdır.
Osmanlı milliyetçi mi idi?
Milliyetçilik ve ulus- devletin uzun süreli egemenliği sonrasındaki bir zaman diliminde yaşamamızın milliyetçiliğin olmadığı, etnik kimlik ve aidiyetin önem taşımadığı bir dünyayı anlayabilmemizi zorlaştırdığı açıktır. Bunların olmadığı bir dünyada bize doğal gelen, hep varolduğunu düşündüğümüz "Türk milleti" benzeri bir kavramsallaştırma da yapılmıyordu.
Bu nedenle Selçuklu ve erken Osmanlı asırlarını kendi tarihî bağlamlarında inşa edebilmek ancak "Türk egemenliği" benzeri kavramları barındırmayan bir değerler dünyasını tarihselleştirmekle mümkün olabilir.
Bu yapıldığında ise Fars kültürünü benimseyen Büyük Selçuklular ile Türkçeyi kullanmakla birlikte, bunu günümüzde anladığımız anlamda "milliyetçi" amaçlarla yapmayan Anadolu Selçukluları ve beyliklerin "Türk milleti" adına egemenlik tesis ettiklerini savunabilmek mümkün olmaz. Milliyetçilik, etnik kimlik ve "Türklük bilinci" olmadığı için Anadolu beylikleri uzun süre aralarında savaşmışlardır.
Anadolu ile sınırlı olmayan bir alanda egemenlik kuran, Timur ordularının karşısına Sırp süvarisini çıkaran Osmanlı devleti de kendisini öncelikli olarak bir "Türk" devleti olarak görmediği ve etnik kökene ehemmiyet atfetmediği için süreç içinde devşirmeler tarafından idare olunan ve vurucu gücünü yeniçerilerin oluşturduğu bir Müslüman Roma'ya dönüşmüştür.
Avrupalılar tarafından Türk İmparatorluğu olarak adlandırılan bu yapıda etnik gruplar milliyete değil dine göre örgütlenmişlerdir. Örneğin Müslüman bir Arnavut "Müslüman millet-i hakimesinin" üyesi sayılırken, Ortodoks bir Arnavut, Rum milletine dahil edilmiş ve Rum Patrikhanesi'ne tabi olmuştur.
Her imparatorluk gibi bir hiyerarşisi olan Osmanlı devletinde "egemenlik" uzun süre adından da anlaşılacağı üzere "millet-i hakime" olan Müslüman unsura ait bulunmuş ve hanedan aracılığıyla kullanılmış; Türklük ile egemenlik arasında ise son yıllardaki kısa parantez dışında, belirleyici bir ilişki söz konusu olmamıştır.
Dolayısıyla Selçuklu ve erken Osmanlı yapılanmalarına bakarak modern anlamıyla bir "Türk hakimiyeti"nden bahsedebilmek mümkün değildir. Hanedan kurucularının Türk olması (bu Safevi hanedanı için de geçerlidir) ve bu etnik kökenden gelenlerin tedricen Anadolu'da nüfus çoğunluğunu oluşturması günümüz değerleri çerçevesinde bir "Türk egemenliği"nden bahsedilebilmesini mümkün kılmaz. Varolan egemenlik İslâm ve hanedân adına gerçekleştirilmiştir.
Söz konusu dönemler için Türk egemenliğini savunmak merhum İsmail Hâmi Danişmend'in Erken Cumhuriyet milliyetçiliği değerleriyle Türk olmayan unsurları ve devşirmeleri suçlama temelinde yarattığı Osmanlı tarihine benzer, fazla anlamı olmayan, bir geçmiş inşa etmektir.
Tarihin amacı var mı?
Zikredilen açıklamanın ikinci sorunu tarihe bir özne ve teleolojik, bir amaç çerçevesinde ilerleyen evrim süreci olarak yaklaşmasıdır. Türk tarih yazıcılığına egemen olan bu yaklaşım (Bernard Lewis benzeri yabancı tarihçiler de Türk tarihine bu şekilde yaklaşmışlardır) Osmanlı geçmişine günümüzün seküler Türk ulus- devletini yaratma "amacı"nı yüklemektedir. Halbuki tarihin amacı olamayacağı gibi onun aktörleri de bu tür bir neticeye ulaşılması amacıyla hareket etmemişlerdir.
Osmanlı devletinin mirasçılarından birisinin Türkiye Cumhuriyeti olması böylesi bir nedensellik ilişkisinin tesisi amacıyla kullanılamaz. Buna karşılık en çarpıcı örneği merhum Niyazi Berkes'in Türkiye'de Çağdaşlaşma çalışması olan bu yaklaşım içinde yaşanılan gerçeklikten geçmişe bakarak, onu mevcut değerler üzerinden değerlendirmekte ve geçmiş ile günümüz arasında teleolojik bir belirleyicilik ilişkisi kurmaktadır.
Dolayısıyla Osmanlı geçmişinin Atatürk'ün kurduğu devletin "millî karakterini" belirlemesi ve onun geliştirdiği "Türk egemenliği"nin düşünsel arka plânını oluşturması söz konusu değildir. Bu Atatürk'ün de şiddetle reddettiği bir tarihselleştirmedir.
Bu düşünsel plân tam tersine Osmanlı geçmişi ve onun egemenlik biçimini reddederek yirminci asır siyaset, sosyoloji ve antropoloji kuramları çerçevesinde yaratılan bir "egemenlik" yaklaşımının benimsemesini sağlamıştır.
Egemenlikler arası farklılık
Dolayısıyla söz konusu uzun dönem ele alındığında aynı anlamda bir "egemenlik"in niteliksel sürekliliği yerine ciddî kırılmaları tespit edebilmek mümkündür.
Burada gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta geriye dönük etnik kimliklendirmeler üzerinden "Türk egemenliği" benzeri bir kavramsallaştırmanın üretilemeyeceğidir. Bu 2003'te Atlanta'daki bir müzeden Kahire'ye iade edilen ve I. Ramses olduğu inanılan bir mumyanın içine yerleştirildiği tabutun Mısır bayrağına sarılmasına benzer bir yaklaşımdır.
Çağrı metninde kullanılan anlamıyla "Türk egemenliği," temelde 1922 sonrasında yaratılan bir kavramsallaştırmadır. Bunun kendinden önceki "egemenlik" anlayışına bir meydan okuma ve önemli bir kırılma noktası olduğu ortadadır. Etnik temelli ulus anlayışı, dini bütünüyle dışlayan seküler dünya görüşü ve kapsayıcı ancak tektipleştirici kimlik temelinde üretilen bu kavramsallaştırma günümüzde yaşadığımız sorunların da temel nedenlerinden birisini oluşturmaktadır.
Bu nedenlerle 2013'te yapılacak bir anayasanın vatandaşlık tanımında "Türk" ifadesinin kullanılmasını bin yıllık bir süreç üzerinden talep etmek anlamlı değildir. Söz konusu arzunun dile getirilmesi doğal olarak mümkündür. Ancak bu bin yıllık bir sürecin günümüz değerleriyle yorumlanmasıyla değil, doksan yıllık bir kavramsallaştırmanın sahiplenilmesiyle yapılabilir.
Tarihten yararlanırken Annales okulunun savunduğu gibi "uzun dönem"e bakmak ve olaylara saplanmadan "yapılar"ın tedricî dönüşümünü ele almak bize daha anlamlı ipuçları sunabilir. Ama "uzun dönem"in günümüzden geriye bakarak inşa edilemeyeceği de unutulmamaktadır.
Bin yıllık bir süreci yorumlayarak 2013'te yapılacak bir anayasanın vatandaşlık tanımında "Türk" ifadesinin kullanılmasını talep etmek anlamlı değildir.