Gündem

Halil Berktay: Türkiye bu savaşa girmek ve Kobane'yi kurtarmak zorunda

'Türkiye dahil pek çok şeyin kaderi, savaşa girmesine ama çok dikkatli ve ölçülü girmesine; sınırlı bir cerrahî müdahalede bulunmasına bağlı'

05 Ekim 2014 01:33

IŞİD saldırısı altındaki Kobanê’deki geliştirmeleri değerlendiren Prof. Halil Berktay, “Bu savaş ABD ve müttefiklerinin 20 Mart 2003’te Irak’a girmesiyle aynı şey değil. Türkiye’nin bu savaşa girmemesi, ‘bu savaşın bir parçası olma’ması olanaksız. Hattâ Türkiye dahil pek çok şeyin kaderi, girmesine ama çok dikkatli ve ölçülü girmesine; sınırlı bir cerrahî müdahalede bulunmasına; Kobane’yı savunmaktan başlayarak kuzey Suriye Kürdistanı’nı IŞİD (İD) saldırısına karşı korumasına ve bununla yetinmesine bağlı” görüşünü dile getirdi.

Halil Berktay’ın Serbestiyet.com’da yayımlanan yazısı şöyle:

[3-4 Ekim 2014] Hayır, katılmıyorum. Meclis’ten tezkerenin hem de büyük bir çoğunlukla çıkması kötü değil çok iyi oldu. Bu savaş ABD ve müttefiklerinin 20 Mart 2003’te Irak’a girmesiyle aynı şey değil. Türkiye’nin bu savaşa girmemesi, “bu savaşın bir parçası olma”ması olanaksız. Hattâ Türkiye dahil pek çok şeyin kaderi, girmesine ama çok dikkatli ve ölçülü girmesine; sınırlı bir cerrahî müdahalede bulunmasına; Kobane’yı savunmaktan başlayarak kuzey Suriye Kürdistanı’nı IŞİD (İD) saldırısına karşı korumasına ve bununla yetinmesine bağlı.

Evet, Irak’ın bundan 11 yıl önceki istilâ ve işgali tamamen yalan üzerine kurulu ve haksız bir savaştı. Saddam Hüseyin’in “tek adam”ı haline geldiği Baas yönetimi berbat bir despotizmdi; doğru. Ama isteyenin, sevmediği bir rejimi dışarıdan diktatörlükle suçlayıp zorla devirmeye kalkmasının uluslar arası hukukta yeri yok. Zaten onun içindir ki George W. Bush’un neo-con’ları, Saddam’ın güya El Kaide’ye destek verdiği ve 9/11 teröründen kısmen de olsa sorumlu sayılabileceği, ayrıca elinde “kitle imha silâhları” olduğu ve her an komşularına karşı yeni tecavüzlere girişebileceği yolunda kesif bir dezenformasyon kampanyasına başvurarak, kendi halkını, Avrupa’yı ve Birleşmiş Milletleri zar zor ikna edebildi. Tabii ardından hepsi fos çıktı; üstelik Ortadoğu’yu tam anlamıyla batırdılar, darmadağın ettiler kaosa sürüklediler; gene de örneğin Cheney “bir diktatörü devirdik, iyi oldu” gibi zırvaları hâlâ hiç utanmadan telâffuz edebiliyorsa, bu sadece kendi fütursuzluğu ve gergedan derili vurdumduymazlığını yansıtıyor.

Bugün ise durum tamamen farklı. Doğru, aynı zamanda bir mayın tarlası gibi tuzaklarla dolu. Ama en temel gerçek şu: Gerek Suriye ve gerekse Irak’ta devlet otoritesi diye bir şeyin kalmadığı koşullarda, ortaya İD gibi bir örgüt, bir kuvvet çıkmış bulunuyor. Son derece zalim, saldırgan, hunhar, sınırsız derecede kıyıcı ve kan dökücü, hem topluca hem bireyler bazında merhamet duygusundan tümüyle yoksun bir akım bu. Cihadizmin “aman (verme)” kavramını da tanımayan en uç noktası. Tek mesajı var: Ya bize katıl, ya da kafanı keseriz. Evet, Barack Obama güzel söylemiş: network of death; bir ölüm ağı, şebekesi, makinesi. Ve bütün bölge halkları, kendinden başka herkes ve her şey, şimdi bu korkunç tehditle yüz yüze. Öncelikle buna karşı çıkmak ve bunu durdurmak zorunlu.

Olabilir; herkesin farklı hesapları vardır bu konuda. Bir kısım Batı politikacılarının da önce göz yummuş ve şimdi sırf ucu kendilerine dokunuyor diye karşı çıkıyor olmaları pekâlâ mümkündür. Buna da bir çekince koyuyorum gerçi; büyük devletlerin yaptıkları dahil yeryüzündeki  her şeyi maddî çıkarlara, dolayısıyla ikiyüzlülüğe indirgemekten yana değilim. Ahlâk diye, etik tepkiler diye bir şey de var; dünya kamuoyu ve evrensel insanlık vicdanı diye bir şey de var, bu hayatta. Göreli özerkliği içinde, başlı başına bir faktör. Çok mükemmel olmasa da, iyi kötü işliyor, zamanla devreye giriyor büyük katastroflar karşısında. Onsuz, 19. yüzyılın ilk yarısı ve ortalarının kölelik aleyhtarlığını ve Amerikan İç Savaşını da açıklayamayız. Faşizm ve Nazizmin total yenilgisini de açıklayamayız. 1945 sonrasındaki sömürgesizleşmenin barışçı varyantlarının kapsamını (yani meselâ İngiltere’nin Hindistan’dan sonra neden Afrika’daki o kadar çok kolonisine kendi kaderini tâyin hakkı tanıdığını) da açıklayamayız. Amerika’nın Vietnam’ı, Sovyetlerin Afganistan’ı kaybedişini (ve çöküşünü) de açıklayamayız. İki Amerikalı ve bir İngiliz gazetecinin, ardından bir Fransız turistin tavuk gibi boğazlanmasını cümle âlem seyretti. Az şey midir? Yetmiyorsa, bu yazının başındaki, IŞİD’lilerin gaddarlık nümunesi infazlarından sonra gene kendilerinin çekip sosyal medyalarına yükledikleri diğer bazı fotoğraflara da bir bakın. En son haber, Kobane civarında PYD’den esir aldıkları üç kadın gerillayı da aynı şekilde gırtlakladıkları (Milliyet, 3 Ekim). Düşünün ki bunları kılları kıpırdamadan, eğlenircesine yapıyorlar — Moğol istilâsı misali, sırf dehşet salmak, terörize etmek uğruna. Buna kim dayanır, ne dayanır, hangi can dayanır? Kendinizi yere yatırılıp kurşuna dizilmek veya kafası arkaya kanırtılıp kesilmek üzere olan zavallıların yerine koyun. O ânın çaresizliğini biraz hissedebiliyor musunuz kendi içinizde? Daha önce hangi ucuz çıkar hesabı yapılmış olursa olsun, başka her şeyi, bütün diğer faktörleri silip süpürmez mi vahşetin bu düzeyi? Bütün devlet ve hükümetler üzerinde de bir bağlayıcılık, bir yaptırım gücü oluşturmaz mı? Artık bundan sonra da bu sırf Batı’nın ve/ya Hıristiyan âleminin bir sorunu gibi gösterilebilir; “bakmayın siz Batılıların demeçlerine, ne hinoğlu hindir onlar” denebilir, böyle yazılar yazılabilir mi?

Çok net söyleyeyim; en azından ben, bu noktada kendimi o “var yok dinlemez” mutlak insanlık vicdanının içinde görüyor, onu benimsiyor, ona tutunuyor, onun icabının yerine getirilmesini talep ediyorum. Bu da İD’nin artık zerrece vakit geçirmeksizin, şiddet yoluyla durdurulması, en azından durdurulmaya başlanması demek. Tezkere karşısındaki bazı reaksiyonları okudum ve acı acı gülmekten başka bir şey gelmedi elimden. “IŞİD’in şiddet dolu yöntemleri, çağdışı hukuku dışarıdan askerî müdahalelerle, bombalarla engellenemez”miş. “IŞİD, ancak Ortadoğu halklarının, demokratik çoğulculuğu esas alan yaygın mücadelesiyle durdurulabilir”miş. Dolayısıyla Türkiye, zinhar “sınır ötesine asker göndermemeli”ymiş. Ya, evet, Hitler de öyle durduruldu, değil mi? Ölme eşeğim ölme. Hani nerede, o mükemmel ve muhayyel “halkların” mükemmel ve muhayyel bir “demokratik çoğulculuk” doğrultusundaki mükemmel ve muhayyel “yaygın mücadelesi”? Bunun “bırakalım ve seyredelim”den başka hiçbir anlamı yok. Somut durumda bunu demek, bütün Suriye ve Irak’ın bir kan banyosundan geçerek İD kontrolüne girmesini ve her bakımdan “kara bayraklı, kara vicdanlı”; maalesef aşırı kullanılıp yozlaştırılmış bir kavramın tam anlamıyla Islamofascist bir Halifelik diktatörlüğünün kurulmasını istemekle bir. Üstelik aynı anda “Kobane ve Rojava’da saldırılara direnen Kürt halkının yanında” olunmasını da istiyorlar. Peki ama nasıl? Hem mutad solcu muterizliği, hem “her şeyi birden isteriz”ciliğinin, hiçbir çözüm önerisi yok bu konuda. Kimisi AKP’yi İD’ye hiçbir şey yapmamak suretiyle “Rojava’nın kazanımlarını ortadan kaldırmak”la, kimisi de “çözüm diye Rojava’yı işgale hazırlanmak”la suçluyor. PKK da aynı kafada üstelik. Öcalan “Kobane’de katliama seyirci kalınırsa çözüm süreci biter diyor; Kandil’den ise “sınırı geçerseniz savaş ilânı sayarız” ve “PYD’ye ağır silah gönderilmezse çözüm süreci biter” mesajları geliyor. Tavşana kaç, tazıya tut. Olmazsa düz duvara tırman. Girerse(n) de bitti, girmezse(n) de bitti. Kürt önderliği TSK’nın İD ile savaşmak için Suriye’ye girmesine güvenemiyor ama PKK/PYD’ye kendi eliyle ağır silâhlar vermesini bekleyebiliyor, isteyebiliyor. Nasreddin Hoca fıkrasındaki gibi: “Köpekleri salmışlar, taşları bağlamışlar.” Bu işin içinden nasıl çıkılacak?

Bazı şeyler vardır ki insanın üzerine üzerine gelir ve kaçılması olanaksızdır; sığınıp saklanacak yer bulamazsınız; öte yandan, biraz daha yakından bakıldığında bütün dünya ve insanlık için doğru, haklı ve gerekli olanın (İD’nin yenilgisi), kendiniz ve ülkeniz için de (Türk-Kürt barışı açısından) çok yararlı olacağı ortaya çıkar. Öyle ki, bu uğurda çeşitli engelleri aşmaya da değer ve çalışılırsa mutlaka bir çözüm bulunur. Çok değil, daha birkaç ay önce hükümet, “Esad’a karşı çıkmayan ve savaşmayan, ama Esad’ın krizini fırsat bilerek kuzey Suriye’ye egemen olan bir Kürt gücü”nün oluşmasını endişeyle izliyor; madalyonun diğer yüzünde, Kürt siyaseti ve Türk solcuları dahil çeşit çeşit muhalif, “Kürtlerin Türkiye’yi her taraftan kuşatıyor olması”nı sevinçle karşılıyordu. (Öyle yazılmıyor muydu çok yakın geçmişte, yoksa ben mi yanlış hatırlıyorum?) Derken durum bir kere daha ve olağanüstü hızlı değişti; realpolitik anlamında kozlar gene TC’nin eline geçti; bir kere, Türkiye’nin Batı açısından önemi ve vazgeçilmezliği gene tavan yaptı; ikincisi, Rojava umulan kuşatma şeridi olmaktan çıktı ve Türkiye ile İD arasında sıkışmışlığa dönüşünce sırtını TC’ye vermek zorunda kaldı. Öyleyse hükümet ne yapmalı — PKK önderliğinin korktuğu, bazı solcuların da alelacele felâket tellâllığını yaptığı gibi, fırsat bu fırsattır diye Kürtleri İD’ye ezdirip kırdırmaya mı çalışmalı? İstemese bile, kısıtları gözünde büyütüp pasif kalarak benzer bir sonuca mı yol açmalı? Veya, başka, daha derin ve çok daha önemli bir tarihsel fırsatı gözetip, geçmiş devlet refleksleri ve alışkanlıklarının da dışına çıkarak, çok daha büyük mü oynamalı?

“Olayların mantığı bizim mantığımızdan üstündür.” Bu sıradan cümle Stalin’e ait. Basit gözükebilir ama bağlamıyla çok ilginç ve önemli: 1941’de, yani (ideo-politik çizgisi veri kabul edildiğinde, o ölçüler içinde) Stalin’in hayatındaki en büyük taktik ve stratejik hatâdan sonra sarfedildi. Sovyetler Birliği’nin Faşizme ve Nazizme karşı tutarlı bir mücadele çizgisi izlediği; buna karşılık yatıştırmacılığa sadece Batı’nın başvurduğu iddiasını bir yana bırakalım. Eski sosyalist ve komünistler olarak bu defansif uydurmaya maalesef yıllar yılı inandık. Oysa gerçekler çok farklı. Komintern “yaklaşan dünya devrimi” beklentisini ve buna bağlı olarak (burjuva demokrasisini savundukları, reformcu oldukları, barışçı evrim yolunu gösterdikleri, dolayısıyla devrimi asıl onların saptırdığı ve engellediği gerekçesiyle) sosyal demokratları baş düşman sayma, en azından faşistlerle aralarında fark gözetmeme cinnetini tâ 1934’e, yani Hitler’in iktidara gelmesinden bir yıl sonraya kadar sürdürdü. Ancak iş işten geçtikten sonradır ki, 1934-39 arasında “faşizme karşı birleşik cephe” benimsendi. Derken 1938 Münih Konferansı’nda Chamberlain ve Daladier Çekoslovakya’yı satıverdi. 1939 yaz aylarında ise Hitler Polonya’yı giderek baskı altına almaya başladı. Sırtları duvara dayanan  İngiltere ile Fransa bu sefer daha sağlam durdu; Polonya uğruna savaşabilecekleri sinyallerini verdi. Ne ki, cayan, kıvırtan ve kaçan Sovyetler oldu. 1939 Ağustos sonunda, ansızın Almanya ile bir saldırmazlık anlaşması imzalayıp Nazizmin önündeki son engeli onlar kaldırdı. Uluslar arası komünist harekette muazzam bir sarsıntı ve hayal kırıklığı yaşandı; bazı partilerde bu yüzden intihar edenler olduğu söylenir. Karşılığında, “Batılı emperyalistlerin Hitler’i Sovyetler Birliği’ne saldırtma planını boşa çıkarmak için” başvurulan bir taktik olduğu vurgulandı. Tümüyle yalandı — Molotov-Ribbentro Paktı’nın uzun süre varlığından şüphe edilen, ama ancak Sovyetler Birliği çöktükten sonra arşivlerden bulunup çıkarılan gizli protokolü, basit bir zaman kazanma yöntemiyle açıklanamayacak alçaklıkları: (a) Polonya’nın Üçüncü Reich ile SSCB arasında düpedüz paylaşılmasını; (b) Polonya krizi yüzünden herhangi bir savaş çıkarsa bunun sorumlusunun İngiltere ve Fransa olacağını (anti-faşizm vizyonundan bu denli haince bir ricatı) içeriyordu. Nitekim 1 Eylül 1939’da Alman orduları batıdan, 15 Eylül’de de Sovyet orduları doğudan Polonya’ya girdi. Kısa vâdeli bir oyun filan değildi; Stalin düpedüz Doğu Avrupa’da ortak bir Alman-Sovyet hegemonyası peşinde koşuyor; Batı’yla kapışan Hitler’in artık Sovyetlere saldıramayacağını hayal ediyordu. Bu yüzden uykuya yattı; 1941 Haziran ortalarında gelmeye başlayan vahim istihbarat raporlarına bile inanmadı. Ardından, 22 Haziran 1941 Barbarossa Harekâtıyla yataktan (veya eşekten) düşmüşe benzedi. Kremlin’deki odasına kapandı; ne yaşadıysa yaşadı; bir hafta sonra çıkıp komutayı ele aldı ve savaşmaya girişti.

“Olayların mantığı bizim mantığımızdan üstündür.” Stalin’in durumu kendi partisi ve merkez komitesine açıklamak (deyim yerindeyse, hesap vermek) için kullandığı bu cümle, bugün Türkiye için de, Türkiye-Suriye-Irak Kürtleri ve Kürt hareketleri için de fazlasıyla geçerli. 1941’de Stalin’in artık hiç beklemediği şey olmuş; yeni bir mevzilenme doğmuş; Almanya’nın saldırdığı Sovyetler Birliği, istese de istemese de Batı demokrasileri ile aynı kampa itilmiş. Şu 2014 yılında da, gerek Türkiye’nin ve gerekse Kürt önderliğinin hemen hiç beklemediği bir şey olmuş; yeni bir mevzilenme doğmuş; her iki taraf hâlâ doğru dürüst barış yapmamış, çözüm sürecini gitmesi gereken en ileri noktalara götürmemişken, hattâ zaman zaman yekdiğerini çözüm sürecini bitirmekle tehdit edebilirken, İD karşısında gerek ABD ve diğer Batı ülkeleriyle, gerekse birbirleriyle fiilen aynı kampa itilmiş. Ancak anlaşılan insan bilinci ve idraki biraz geriden geliyor; henüz jeton tam düşmemiş.

Bu açıdan sözüm, azıcık daha şaşkın ve ne yaptığını (daha doğrusu ne dediğini) daha bilmez konumdaki, Stalin’in Kremlin’deki odasına kapanması aşamasından çıkamamışa benzeyen PKK ve PYD’ye değil; benim burada sözüm, cumhurbaşkanı ve başbakanıyla asıl TC hükümetine. Elleri daha serbest olduğu için de; her bakımdan çok daha muktedir oldukları için de. Dün, yani 2 Ekim Perşembe akşamı, tezkerenin henüz daha yeni geçtiği saatlerde, Başbakan  Davutoğlu Kobane’ye yardım ve düşmesini önlemek için ellerinden geleni yapacaklarını söyledi. Bu umut verici demeç bugün (3 Ekim Cuma) akşam saatlerinde BBC’de yaygın olarak yer alıyor — Kobane’nin durumu giderek vahimleşirken, hemen sınırda, topu topu birkaç kilometre ötedeki Türk tankları ve zırhlı birliklerinin hareketsiz beklediğine ilişkin, mahallinden raporlarla birlikte. Öyle çok fazla beklemeyi ve uzun boylu düşünmeyi tolere edebilecek bir durum da yok; dolayısıyla dilerim ki herkesin sinirini bozan bu pasif seyircilik sona ersin artık. Suriye’nin içlerine ilerleyip İD’yle her yerde çarpışmaya girmek ve Ortadoğu’yu tek başına düzeltmeye kalkmaktan söz etmiyorum; bunu deliler bile artık hayal edemez. Nitekim Amerikan yönetimi de, aklını başına toplayıp neo-con hezeyanlarından arınmış, kendine çok daha dikkatli ve mütevazı restorasyon hedefleri koyan bir koalisyonun bile tekrar içeri ve kara harekâtına girmesini öngörmüyor da, hava bombardımanın frenleyici ve yavaşlatıcı etkilerinin ötesinde, ancak tamamen yerli güçlerin toparlanmasıyla sonuç alınabileceğinin, bunun da çok uzun süreceğinin altını çiziyor.

Normaldir; sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer. Birinci Dünya Savaşı sonrasında da ABD infiratçı (izolasyonist) bir reaksiyon yaşayıp Avrupa’dan çekilmiş ve içine kapanmış; bu da özellikle Milletler Cemiyeti’ni çok zayıf kılmıştı. Şimdi ise “W”dan müdevver bir bocalama yaşanıyor. Ama öyle de olsa, Amerika’nın yeni düzen getiriyorum diye ortalığı altüst ettikten sonra kaçıp gitmesi ve dönmesi gerekirken dön(e)memesi, Türkiye’nin de aynı tavırla her şeye sırt çevirmesini gerektirmez. Kaldı ki, bunu yapamaz ve yapma lüksü de yok, çünkü ABD kriz alanıyla sınırdaş değil ve olsa olsa (savaş gemileriyle) Kızıldeniz’de veya Basra Körfezi’nde — ama Türkiye hemen orada, bölgenin göbeğinde ve bütün Rojava, özellikle de Kobane burnumuzun dibinde. Sırf Kürt direnişine yardım etmeyi amaçlayan, derinliği sınırlı operasyonlar yapılabilir ve yapılmalı. Televizyon ekranlarında herkesin gördüğü gibi, arazi oldukça düz ve çıplak; helikopter ve zırhlı birlik harekâtı için neredeyse ideal. İD güçleri üç yönden elini kolunu sallayarak geliyorsa, PKK/PYD’nin bunu durduracak ne hava gücü, ne ağır silâhları olmadığı için gelebiliyor. Oysa Türkiye’nin, açık alanı ve hattâ ana karayolunu kullanan bu taarruzları, helikopterleri ve topçu ateşiyle kırması da mümkün. Kobane’nin doğusu ve batısından tanklarıyla iki kol halinde içeri girip beş on kilometre ilerlemesi ve Kobane’nin güneyinde bir güvenlik kordonu oluşturması da mümkün. Bu yolla İD’yi kilometrelerce öteye püskürtmesi ve bir daha yaklaştırmaması; bu arada 200.000’e yaklaşan sığınmacının sağ salim yerlerine yurtlarına dönmesini sağlaması da mümkün. Özetle, Türkiye’nin önünde küçük ve sınırları belli bir alanda yerel bir barış gücü rolünü oynama olanağı duruyor.

Fakat bütün bunlar için elbette çok değişik bir vizyon ve önemli bir takım siyasî koşullar gerekli. Böyle çok sınırlı bir kurtarma operasyonu da yapılacaksa, sonuçta Suriye ve Rojava topraklarında yapılacak. Onun için Türkiye’nin, “olayların mantığı”nı kabullenip bir yandan Suriye’ye, diğer yandan Kürtlere güven vermesi şart. (1) Suriye açısından bu, zaten Arap Baharı’nın nefesi çoktan tükenmiş ve bütün Batı Esad ile yeni bir modus vivendi’ye yönelirken, AKP önderliğinin de inadı bırakıp Esad’ı devirme hedefini en azından askıya alması; sınır ötesi harekâtın güvenliğini Batı’nın “uçuşa kapalı” bir alan tesis etmesinde ısrar yoluyla değil asıl bu sayede garanti altına alması demek. (2) Kürt önderliği açısından, ne kadar saçmalarsa saçmalasınlar, karşılığında didişmeye girmeksizin ve “terör örgütü” misillemelerine tevessül etmeksizin, çok çelişkili şeyler istediklerini tane tane anlatıp, bunların yerine karşılıksız bir koruma-kurtarma operasyonunu, her iki tarafın yararına olacağı için, içtenlikle, yeni bir dille, olabildiğince yumuşak ve kazanıcı bir yaklaşımla teklif etmek demek. İcabında “siz isteseniz de istemeseniz de yapıyoruz, ama bakın haber verdik ve kendi taahhüt ettiğimiz koşullara mutlak surette uyacağız” noktasına kadar. (3) Yerel Kürt savunma güçleri açısından da, artık Öcalan üzerinden mi olur, Kandil üzerinden mi, veya doğrudan PYD ile temas kurarak mı; bu operasyonun onlara asla dokunmayacağı ve zarar vermeyeceğine, TSK’nın orada ayrı bir yönetim kurmaya kalkışmayacağına ve Rojava’nın içişlerine karışmayacağına dair olabilecek en net, en kesin güvenceleri sunmak; hattâ sıhhî yardım ve yiyecek-içecek dağıtımı işlerine bile fazla bulaşmamak; ya kendilerinin ve/ya BM kuruluşlarının diledikleri gibi halletmesine olanak vermek demek. (4) Nihayet, İD tehdidi bertaraf edilmiş gözüktüğü anda da artık orada durmayıp Türkiye sınırlarına geri çekilmek demek.

Yapılabilir mi? Bilmiyorum, ama sanırım yapılması tarihsel bir sorumluluk ve yükümlülük haline geldi. Yapılmazsa ne olur, düşünmek istemiyorum. Yapılması, dış politikada alışık olmadığımız bir altruizmin, diğergâm bir koşulsuz yardım (no strings attached) tavrının öne çıkmasına bağlı. Yapılırsa, en azından şu somut facia önlendiği gibi, çözüm süreci de bundan çok güçlenerek çıkacak. “Sıfır sorun, sıfır düşmanlık” mı demiştiniz? O yolda büyük bir adım atılmış olacak. Türkiye de kazanacak, Kürtler de, bütün bölge de.

Son söz. Bu yazıya 3 Ekim Cuma sabahı başladım. Görüyorsunuz ki hayli uzadı. Öğleden sonra, İD’nin üç yönden Kobane’ye girmeye başladığı haberleri geldi. Daha bitirmeden, acaba başına “ben bu yazıyı Kobane düşmeden yazdım; siz keşke şöyle şöyle olsaydı diye okuyun” diye bir not mu koymak zorunda kalacağım diye düşünür oldum. Akşama elektrikler kesildi; şarjım da bitti sonunda; tabii internet de gittiğinden dünyadan habersiz kaldım. Saat 22’den sonra cereyan geldiğinde, açıp baktım ki bir Müttefik uçağı bölge üzerinde uçup Kobane taarruzuna destek veren İD tankı veya tanklarını bombalamış. PYD güçleri ve yöre halkınca alkışlanmış; sloganlar atılmış. Hiç olmazsa ilk istihbaratı, müdahale talebi ve hedef tesbit bilgisinin (meselâ her şeyi adım adım bildiren BBC’den değil de) Türkiye’den geldiğini umarım.