Halil Berktay
(Taraf, 18 Temmuz 2012)
Gene berbat bir ülke
14 Temmuz Cumartesi. Liseyi yeni bitiren kızım, günler öncesinden bilet aldığı, Bilgi’nin Santral Kampüsü’ndeki Efes One Love Müzik Festivali’ne gitmek üzere evden çıkıyor. Arkadaşlarıyla buluşacak; saatlerce müzik dinleyecek, belki kalkıp dans edecek, 17-19 yaşlarındaki gençler bir araya geldiklerinde ne yaparlarsa onları yapacak, kendilerince iyi vakit geçirecekler. Öyle bira filân içme delisi de değiller – ama içseler ne olur; alışılmış toplumsal kuralların askıya alındığı bir özgürlük ve olağan-dışılık hissi, Bakhtin’lerin ve Le Roy Ladurie’lerin (Le Carnaval de Romans, 1980) işaret ettiği gibi, bu tür bütün festivallerin, eğlencelerin, karnavalların, hattâ maç tribünlerindeki parti havasının olmazsa olmazı değil mi? Biraz da bu atmosfer uğruna gitmiyorlar mı zaten – kendilerine özel bir mekânda, “büyük”lerin, devletin, iktidarın, örf ve âdetin, geleneklerin, konvansiyonların tahakkümünden uzak bir espas, bir ferahlık bulabilmek için?
Ne ki, zaten sırf bu nedenle, o yaşlı, kabız, böyle hiçbir boşluk bırakmamak için yanıp tutuşan muktedirlerin huşuneti eksik olmuyor üzerlerinden, hele bizimki gibi, neredeyse deli gömleği giydirilmişçesine önü ilikli bir toplum ve kültürde. Fanatik, taşkafa birilerine fazla geliyor, gençliğin bu şekilde eğlenmesi. Neden acaba? Bunu da bir diğer Fransız tarihçisi, Georges Duby kaydetmiş (Le chevalier, la femme et le prêtre, 1981): aile babalığına erebilmiş Germen savaşçı soylularının (ama başka herhangi bir ataerkil hâkim sınıf da olabilir), delikanlıların “tehdidi”ne karşı genç kadınları kendi tekellerinde tutma denemesi, diye açıklamıştı feodal evlilik müessesesini.
Şimdi o binlerce yıllık kontrolü yitirme korkusu, bizde (17. ve 18. yüzyılların geride kaldığını sanabileceğimiz çalkantılarının ardından) bir kere daha İslâmî gerekçelere bürünerek çıkageliyor. Öyle “münferit bir olay” da değil; kamusal alanı Müslümanlık adına fethetmeye yönelik, genel ve yaygın bir manevî taarruza eklemleniyor, böyle bir profil çiziyor. İlk-orta öğrenimde, bal gibi dinî gerekçelerden (kızların zorunlu okulluluk süresini kısaltma amacından) kaynaklanan, dünyanın gidişine ters 4+4+4 bölünmesi; ardından Taksim camii; ardından Çamlıca tepesine cami; sonra Diyanet ve kürtaj fetvacılığı; sonra Alevilik ve cemevleri fetvacılığı derken, şimdi de bu festival rezaleti patlak veriyor.
Gideli bir iki saat oldu; bir mesaj yazıyor kızım: “Baba, geldik, içeride içki satışını yasaklamışlar, pes etmişler yani, üstelik de bunu dışarıda söylemiyorlar kimseye. Sadece içeride, ekrandan, zaten girmiş olan kitleye, çıkmak isterseniz bilet paranızı iade ederiz diyorlar. Biraz garip değil mi?” Gece 9’da dönüyor: “Müzik harikaydı, biz çok eğlendik her şeye rağmen. Ama insanlar bu sefer dışarıda içiyorlardı, Eyüp belediyesini protesto etmek için.” Ben de o dışarıda içen gençler gibi, buradan protesto ediyorum, “bira ve fuhuş” söylemiyle kendi kafasının içini açığa vuran Eyüp belediye başkanını; o belediye başkanına dur demeyen AKP liderliğini; bu baskı ve şantaja boyun eğmekle, gelecekteki başka baskı ve şantajlara yeşil ışık yakan, cesaret veren Efes Pilsen’ciler ve diğer festival organizatörlerini. Son olarak da, tabii ancak bu işte bir dahli varsa, velev “aman olay çıkmasın”cı bir apolitik (ama sonunda politik) muhafazakârlık yüzünden, koruyabilecekken korumama şeklinde en küçük bir dahli varsa, 15 Temmuz açıklamasını tatmin edici bulmadığım şimdiki Bilgi Üniversitesi yönetimini.
14 Temmuz Cumartesi. İstanbul’un bir köşesinde bunlar olurken, Türkiye’nin diğer ucunda, Diyarbakır’da kıyamet kopuyor, BDP mitingine valiliğin izin vermemesi, buna karşı da BDP’nin illâ miting diye sokaklara dökülüp polisle çatışmaya girmesi yüzünden. İnternet üzerinden, “iki Türkiye”nin iki aynasını, kentsel mekân ve gençlik sorunu ile Kürt sorununu izliyorum.
Burada sözüm işin BDP cephesine değil, AKP’ye ve hükümete. Murat Karayılan’ın sözde dengeci liderliğiyle ve dile getirdiği askerî zafer fantezilerine gerçekten inanıp inanmadığını bilemediğim Duran Kalkan’larıyla PKK’dan da; PKK’nın gölgesinden bir türlü çıkamayıp bunca yılı siyaset nasıl yapılır zerrece öğrenmeden geçirirken mağduriyete yaslanarak her şeye hayır demekten başka bir tavır gösteremeyen, nitekim Leylâ Zana’nın cesur, özerk çıkışına da parti çizgisinin katılığı içinden, peşpeşe duvara dizilmiş saksılar kadar abus ve tekdüze çehreleriyle çemkirerek zekâ, pırıltı ve empati yoksunluklarını bir kere daha sergileyen BDP’li vekillerden de, barışçı bir çözüm umudum esasen yok. Bunu da yeterince yazdım, son kullanım tarihi geçmiş, toplumsal değeri sıfırlanmış bir “sol”culuktan arta kalanların ne diyeceğine zerrece aldırmaksızın (buna, “Halkların Demokratik Kurultayı” gibi, Ecevit’in 1978-79 köy-kentleri kadar zamansız, ölü doğmuş bir çocuk aldatmacasının peşinden gidebilenler de dahil).
Ama diyelim ki tiyösünü Duran Kalkan’ın (mealen) “her şey iki yıl önce kararlaştırdığımız askerî stratejiye uygundur” demecinden alan BDP liderliği, “Zana umudu”na alternatif bir “red cephesi” gövde gösterisi yapmak için tezgâhladı bu Diyarbakır mitingini. Niyetleri ne olursa olsun, yasal ve Meclis’te temsil edilen bir partinin keza yasal hakkı değil miydi, bu mitingi yapmak? Neden izin vermediniz, ne gerekçesi olabilir bunun? Tek el şaklamaz. O taşlı, gaz bombalı çatışma ortamına bile bile gittiniz. Yeni bir Oslo sürecinden artık zor söz edilebilecek bir kutuplaşmacılığı, barışın asıl düşmanlarına, kendi elinizle hediye ettiniz.
Berbat ettiniz, AKP yönetimi. Bir çuval inciri berbat ettiniz. Ülkenin önünü biraz açtınız ama sonra tıkadınız. Umutların köküne kibrit suyu ektiniz. Hele artan beklentilere oranla, Türkiye’yi gene berbat bir ülke haline getirdiniz.