T24
Murat Belge
(Taraf - 28 Temmuz 2012)
Galata’daki Arap Camii bugünlerde bir onarımdan geçti. Herhâlde o sırada duvarlarında bazı freskler bulundu (çünkü onarım öncesinde öyle bir şey görmemiştim). Bunların üzeri hemen badana edilmiş olmalı. Şimdi bunun tartışması oluyor. Fresklerin ille de kireç altında mı kaybedilmesi gerekiyor? Örneğin, perde gibi bir şey yetmez miydi?
Bunlar konuşulurken biri de çıktı, İstanbul’un eski camii olduğunu söyledi. Oysa bizim “Arap Camii” adıyla tanıdığımız bina, 14.yüzyıl başında Galata’ya yerleşen Cenovalılar’ın katedral kiliseleriydi. Fetihten bir süre sonra camiye çevrilmiş, bu nedenlerle burada yaşamaya devam eden Katolik cemaate de kilise yapacak başka bir yer verilmişti. Bugün Kuledibi’ndeki Pietro e Paolo kilisesinin bunun devamı olduğu düşünülür.
Bu bilgi bana Semavi Eyice’nin yazılarından geliyor (örneğin, R.E. Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’ne yazdığı “Arap Camii” maddesi. Bu konularda Semavi Eyice’nin bilgisinin sağlamlığına güvenirim.
Ancak, böyle bir bilgi olmasaydı da, bu yapıya bakınca, bunun bir “cami” olmadığını anlamak öyle zor bir şey değil. Bir çan kulesi olduğu besbelli dört köşe (şerefesi falan olmayan) bir kulenin tepesine sivri, bir külâh oturtarak onu “minare”ye çevirmişler. Her tarafıyla “Ben cami değilim!” diye haykıran bir bina. Ama cami olduğu yolunda bir ısrar var nedense!
İslâm’ın yeni yayılmaya başladığı yıllarda Araplar’ın bir İstanbul kuşatması vardır. Mesleme’nin komutasında bir Arap ordusu kenti kuşatır, ama alamaz. Bu Eyyüb el-Ensari’nin de öldüğü kuşatmadır. İşte inanca göre, kuşatma sırasında Mesleme bu camiyi yaptırmış.
Bu, mantığa uygun bir açıklama sayılmasa da, diyelim ki böyle bir şey oldu. Araplar gelip Galata’da bir cami yaptılar. Peki, Bizans, burnunun dibinde duran bu camiye neden el sürmedi? Çok derin bir “tarihî eser” saygısı mı vardı Bizans’ın, yoksa gizli Müslüman mıydılar, neydi?
İkincisi geçerli olmalı. Çünkü her yer “sahabe mezarı” bu kentte. Yani, aynı kuşatmada hayatını kaybeden, Hazreti Muhammed’i şahsen tanıyan kişiler, onların mezarları. Bu mezarlar da, ne hikmetse, kentin içinde! Kuşatma sırasında, onlar öldükçe, kuşatan Arap ordusu, “içeriyi görmek onlara nasip olmadı. Sevabına, orada bir yere gömüverin” mi dedi? Yoksa kuşatma bittikten sonra Bizanslılar koşup, bu mezarları bulup, içeriye mi taşıdılar? Yoksa Batılılaşmayı, yani frenkleşmeyi başlatan II. Mahmud İslâm’a saygısını kanıtlamak için böyle zararsız, birilerinin gelip çaput bağlayacağı İslâm muhteremi mezarlar mı keşfetti?
Neyse, gelelim gene Arap Camii’ne. Araplar yapmadıysa niçin adı Arap Camii?
Derler ki, 1492’den sonra İspanya’dan yüksek sayılarda Yahudi buraya göçerken, daha az sayıda Endülüslü Arap da gelmiş ve Galata çevresine yerleşmiş. Bir zamanlar onlar bu caminin başlıca cemaati olmuş. Caminin adı da o zamandan kalmış. Bu söylenti ya da açıklamanın doğruluk derecesi hakkında da bir şey diyemem, benim bildiğim bir konu değil. Mantıken, Mesleme’nin yaptığı cami olmasından daha akla yakın. Ama zaten hangi “teori”nin doğru olduğu böyle söylentilerden çıkarsanamaz. Bunun bilimsel yöntemleri vardır; mimarî üslûba bakılır, oradan çıkarılır. Buradan çıkarılan Cenovalı mezarları falan var, şimdi Arkeoloji Müzesi’nde. Onlar da yardımcı olur.
“Gönül ferman dinlemez” diye bir deyim vardır. “Mümin” de bilim dinlemiyor. Öyle olduğuna inanmak istiyor. Niçin öyle inanmak istiyor? Çok güzel bir yapı mı? Yoo! Sıradan bir şey (örneğin Ayasofya aslında Müslüman’dır, çünkü yapanlar farkında olmadan Müslüman’dı, gibi bazı teoriler de yapılmıştır).
Ama, işte, Mesleme yaptıysa, İslâmbol şehrinin en eski camii oluyor. “En eski” olmak, ne olsa, bir “mertebe”. Çok miktarda “kutsal”a ihtiyacımız var herhalde, mevcutlar yetmiyor. Onun için yenilerini icat etmek gerekiyor.